İstanbul’un ve bu şehrin insanlarının hikâyeleri üzerine bir oyun ‘Kalabalık Duası’. İstanbul’a yazılmış bir mektup gibi, şehrin zamanları ve mekânları arasında bir yürüyüş daveti gibi... Nizam ve keşmekeş arasında yolunu arayan bir adamın zihnine sokulup bu ‘tuhaf’ adamın kafalarımızı biraz karıştırmasına müsaade ediyoruz. Sırrı aramak, arayıp da bulamamak, ararken beklemek, beklerken konuşmak... Geveze, muzip, bilge, deli, komik, zeki bu adamın ağzından dökülenleri dinliyoruz.
Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın son işi ‘Kalabalık Duası’ oyununda Volkan Çıkıntıoğlu’nun ‘efsunlu’ sözcükleri, Güray Dinçol’un sahneye ince ince kurduğu dünya, Utku Kara imzalı etkileyici ışık tasarımı, Tolga İskit’in baş döndürücü tek kişilik performansıyla buluşuyor. Oyun mistik olana, geçmişe, sokağa, güncele selam dururken bir yandan da seyirci sandalyelerinden kahkahalar yükseltiyor.
Gelenekselle çağdaşı, ‘clown’ (hem performansçıyı hem de seyircisini komik ve şiirsel bir yolculuğa davet eden çağdaş bir sahne disiplini) ile hikâye anlatıcılığını harmanlayan oyun, sahnelere son yılların en iddialı tek kişilik oyuncu performansını da armağan ediyor. Tolga İskit bedeni, sesi ve bakışlarıyla akıldan pek çıkmayacak, tekrar tekrar seyredilesi bir performans sergiliyor. Her detayıyla çarpıcı bir oyun.
‘Kalabalık Duası’, 2020’nin başında prömiyer yaptıktan çok kısa bir süre sonra pandemi yüzünden kesintiye uğramıştı. Bütün bir gezegen olarak kendimizi ‘bekleme’ moduna almak zorunda kaldığımız, ne zaman nasıl geleceği belirsiz bir kurtuluşu beklediğimiz zor zamanlarda ‘Kalabalık Duası’ da dumanı üstünde haliyle bekliyordu. Yarıda kalan sezonun bana göre en iddialı oyunu... Yeni sezonda sayısız kere sahnelenmesi temennimiz ama açık hava fırsatı varken kaçırmayın derim.
BUNLAR DA VAR
CYRANO DE BERGERAC
Şener Şen’in ‘Zengin Mutfağı’ ile seneler sonra tiyatro sahnelerine dönüşü, üç sene önce tiyatro dünyasının en heyecan verici gelişmelerindendi. Açılış yaptığı sezon seyirciyle sık sık buluştu oyun. Tam demini almışken araya pandemi girdi.
DasDas prodüksiyonu ‘Zengin Mutfağı’ kısıtlamaların kalkması sonrası, en azından açık hava sahnelerde hareketlenen tiyatro gösterimleri arasına katıldı. Bu akşam İstanbul’da, ağustostaysa küçük bir Ege turnesinde olacak oyun. ‘Zengin Mutfağı’, tiyatro ve sinemanın dev ustasını seyirciyle 40 sene sonra kanlı canlı buluşturmasının yanı sıra, epik tiyatronun bizim buralardaki ilk güçlü örneklerini yaratan Vasıf Öngören’in kült eserini gündeme getirmesiyle de kıymetli.
Türkiye işçi hareketinin tarihe geçmiş günlerine bir köşkün mutfağından bakan ‘Zengin Mutfağı’, her anıyla, lafını korkak alıştırmayan bir metin. Vasıf Öngören, Türkiye işçi hareketinin mihenk taşlarından 15-16 Haziran işçi yürüyüşünün, fabrikatör Kerim Bey’in köşküne nasıl sirayet ettiğini bu mekân/mutfak üzerinden anlatır. 1970’lerin yerli sermayesini temsil eden bu mekânda, köşkün çalışanlarının gözünden ve birbirleriyle kurdukları ilişki üzerinden ‘dışarıda’ olan biteni izleriz aslında. Mutfağın sakinleri; Lütfü Usta, hizmetçi genç kız, şoför Seyfi ve onun örgütlü bir işçi olan ağabeyi Ahmet ile kızın nişanlısı Selim’dir.
Lütfü Usta rolünde Şener Şen, seyirciyi daha “Size başımdan geçenleri anlatıp danışacağım” dediği ilk andan kucaklıyor ve oyun boyu da alıp götürüyor yanında. Barış Dinçel’in gerçekçi mutfak dekorunun içinde, mutfağın sakinlerini doğallıkla hayata geçiren Kutay Sandıkçı, Onay Kaya, Gizem Ergün ve Uğur Arda Başkan’ın kurduğu bu küçük ‘memleket köşesi’ seyirciye, sahnedeki eylemlere dair bir yargıya varması için ‘epik bir davet’.
Şener Şen ile Doğu Akal’ın yönetiminden çıkan oyunun en cezbedici yanıysa Şen’in ‘Badi Ekrem’den ‘Eşkıya’ya bir dizi özgün karakterini, Lütfü Usta’nın farklı tepki ve hallerine yerleştirerek sergilemesi. Ki kaçırılacak performans değil.
BUNLAR DA VAR
‘PİRAYE’ - ANKARA SANAT TİYATROSU:
Seyirciler oyun alanına girerken o önündeki küçük sehpada soğumaya durmuş ‘büyük’ çayı, ayağına öylesine geçirilmiş plastik terlikleri, türkü mırıldanan dudakları, kâh yavaş yavaş sandalyelerine yerleşen seyircide kâh uzaklarda dolaşan gözleriyle ‘mekânında’ volta atıyor. Pınar Güntürkün -bugüne kadar hiç izlememiş olduğum için daha ilk andan hayıflandığım- çoktan pavyon tuvaletçisi Ayten olmuş. Fenerbahçe Parkı içindeki, denizin hemen dibinde, yılların salaş kafesi Baraka’dayız, sağımızda gerçekten de mekânın tuvaleti!
‘Herkes Kocama Benziyor’ Kadıköy Emek Tiyatrosu’nun geçen sene Teras Oyunları’nda sahnelenen kısa versiyonun, uzatılmış, yeni hali. Alis Çalışkan’ın yazdığı oyun bizi kocası çekip gidince iki çocuğuyla bir başına kalan, zamanla yolu bir pavyonla, haliyle buradaki hayatlarla kesişen, bir gece kendini bir ‘öz savunma’ anının ‘kahramanı’ olarak bulan Ayten’in, kendi ağzından dinleyeceğimiz hikâyesiyle buluşturuyor. Pavyonda geçen anlar, pavyon işçisi kadınların yaşamları, kırıklıkları, hayatla didişmeleri ve Ayten’in kocasıyla buluşma, tanışma, evlilik, şiddet hikâyeleri güneşin altında çokça kez anlatılmış olanlardan elbette. ‘Herkes Kocama Benziyor’un çarpıcılığı, bu hikâyeleri (metnin yapısı gereği bir parça bölük pörçük ve dağınık anlatılan) üstüne, ayağına öylesine geçirdiği terlikleri gibi doğal ve tek bir hareketle geçiren oyuncusunda.
Pınar Güntürkün’ün ilk andan neredeyse her bir seyirciyle, bazen tek bir nidayla kurduğu müthiş bağ mı, anlık doğaçlamaları mı, ‘eline kalan öfkeyi’ anlatırken sessiz bir isyanın fotoğrafına dönüşen elleri mi, misafiri ‘Kara Fatma’yla muhabbeti esnasındaki şefkati mi, sarhoşluk halleri mi çarptı beni seyirci olarak, bilmiyorum. Kesin bildiğimse şu: Yazar Alis Çalışkan, yönetmen Hakan Emre Ünal ve oyuncu Pınar Güntürkün uyumlu bir çalışmaya imza atmış ve ne hayattan ne kurmacadan yabancısı olduğumuz türde bir hikâyeyi farklı kılmayı başarmışlar. Metinle ilgili kafamda pürüzler olsa da ‘Herkes Kocama Benziyor’ kendini kolay unutturmayacak bir tek kişilik oyun olarak hafızamda yer etti bile.
HERKES KOCAMA BENZİYORKADIKÖY EMEK TİYATROSU
Yazan: Alis Çalışkan
Yöneten: Hakan Emre Ünal
Ormanlardan Hemen Önceki Gece’. Öfkenin sözü. Nefesi -başkalarınca- sık kesilen bir yabancının, ötekinin, yok sayılanın tek nefeste çıkan haykırışı. Fransa’nın ‘aykırı’ genci Bernard-Marie Koltès’in ‘kült’ sözcüğünü her satırıyla hak eden monoloğu. Moda Sahnesi’nin bu metne getirdiği yorumun güzelliği; oyunun, cümlelerinde dolaşan öfkeye tezat bir yumuşaklıkta sahneleniyor olması...
Koltès’in ilk kez 1977’de sahnelenen metni; onun çocuk yaşında fark ettiği ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, kendisinden olmayana duyulan nefrete, toplumsal lince; büyüdükçe içine girmediği kıyıcı düzeneğe başkaldırısının kompakt bir özeti. Zamansız, bilakis zaman ilerledikçe geriye giden halimizle birlikte sözü büyüyen bir metin.
Kendisine ‘dünya üzerinde bir yer’ arayan bir ‘yabancı’nın sokağın köşesini dönerken karşısına çıkan bir başkasına söyledikleridir ‘Ormanlardan Hemen Önceki Gece’. Sahip olduklarını “Bende kas var, kan var, kemik var, başka bir şey yok” diye özetleyen bir yersiz yurtsuzun, uluslarararası ölçekte bir sendika kurma çağrısıdır. Çünkü nereye gidersen git “Bırakmazlar seni kendi haline. İş hep başka kapıdadır. Unut çimlere uzanıp kestirmeyi, burası da benim evimdir demeyi. Nikaragua’ya kadar kıçına yersin tekmeyi. Çünkü Nikaragua’da kıçına tekmeyi yemek daha kolaydır. Peki iş nerede? Hep başka yerde! (...) Bir dinlesek, bir anlasak az çok hepimizin yabancı olduğunu!”
“Uçsuz bucaksız gökyüzünün altında uzanıp, işte burası da benim evim” demenin, nefes alabileceğin bir parçacık yer bulmanın nasıl imkânsız olduğunu, yutkundura yutkundura anımsatan bir metin ‘Ormanlardan Hemen Önceki Gece’. Barış Yurtsever bu sert metni, Kemal Aydoğan’ın yönetiminde, öyle yumuşak bir oyunculukla aktarmış ki... Karşımızda akışkan bir beden ve olanı biteni anlamaya çalışan gözlerin yerleştiği, sakin bir oyuncu ifadesi var. El arabasıyla girdiği sahnede kendini yere serdiği üç parça kartonun üzerinde anlatıyor. Gece boyu sırılsıklam olmuş, ‘dallamalar’ onu sokaklarca kovalamış, yüzü gözü kan içinde kalmış... Evet, enerjisi dalgalı ve yüksek ama bir yandan da tuhaf bir bilge sakinliğinde anlatıyor; belki de bu sayede Koltès’in öfkesi sağlam geçiyor izleyene.
Oyunu açan Esmeray şarkısındaki “Rengim kara olsun varsın/Yeter ki kalbim kara olmasın” sözleriyle tüyler zaten baştan diken diken oluyor. Oyunu bir kere sahnede genel provada, bir kere de ekrandan izledim. Gökyüzünün altında, DOTOrmanda sahnesinde, ormanın ortasında izleme şansı yakalayacak olanları kıskanıyorum.
Son bir not: Oyun, yaşadığımız hayatlara, altında debelendiğimiz siyasal elit kararlarına, içinde boğulduğumuz katı toplumsal davranışlara söylediği söz bakımından Moda Sahnesi’nin bir önceki oyunu ‘Babamı Kim Öldürdü?’yü tamamlayan bir seçim olmuş.
BU HAFTA SAHNELERDE
MUAMMA
KUMBARACI50
Yazan: Gaye Boralıoğlu
Uyarlayan&Yöneten: İsmail Sağır
Oyuncular: Ayşegül Uraz, Gülhan Kadim, Sinem Öcalır
Ne zaman & Nerede: Bugün 18.00’de Kumbaracı50’de. (Yazın açık hava sahnelerinde olacak.)
Bilet fiyatları: Öğrenci 45 lira, tam 70 lira.
Süre:
Kumbaracı50’nin salonunda alkış sesleri mekânın ortasındaki kolonlara çarpar, dolanır ve size geri gelir. Bir buçuk senedir dünyadaki tüm tiyatro mekânları gibi burada da o ‘yankılanma’ eksikti. Kumbaracı50 geçen hafta, prömiyerini pandemiden önce yapıp iki kere sahneleyebildikleri ‘Muamma’yı, salon kapasitesinin çok altında bir seyirciyle buluşturdu. 75 dakikanın sonunda alkışlarımız kolonların arasında dolanırken bu sesi ne çok özlediğimi fark ettim. Gözümüzün önünde ayaklanıveren, kalbimizi hareketlendiren hikâyelere tanık olmayı, sesin, bedenin çeşit çeşit marifetiyle tanışmayı… Tarifi imkânsız bir duyguyla özlemişim.
‘Muamma’, ekibin Gaye Boralıoğlu’nun ‘Hepsi Hikâye’ ve ‘Mübarek Kadınlar’ adlı kitaplarından ikişer öyküyü oyunlaştırıp handiyse ‘tek vücut’ bir kadın anlatısına dönüştürdükleri bir iş. Gaye Boralıoğlu okurları bilir, yazar kadınların içlerinde kalmış kırgınlıklara ses verir öyküleriyle. İsmail Sağır’ın uyarlayıp yönettiği oyundaki kadınlar için de geçerli bu. Dört kadın, ‘Mi Hatice’yi anlatmak üzere karşımıza geçmiş gibi görünse de ilkin, her birinin kendi anlatacakları da var. Sirkeci-Halkalı hattında gidip gelen bir trendeyiz.
Ayşegül Uraz, Gülhan Kadim ve Sinem Öcalır’ın ‘anlatıcı oyuncusu’ olduğu üç kadın karakter; Boralıoğlu’nun ‘Japon İcadı’, ‘Muamma’ ve ‘Mutlu Son’ adlı hikâyeleriyle yolculuk ediyor. İstasyonları bir bir geçerken kıpırtısız, temassız, iletişimsiz bir oturuşla, kocası Sacit’le yolculuk yapan Hatice ise üç oyuncunun ortaklaşa anlattıkları ‘Mi Hatice’ öyküsünden çıkıp geliyor.
Boralıoğlu hikâyelerinin aşina olduğumuz kadınsı mizahı, Kumbaracı50 oyuncularının aşina olduğumuz bedenlerinin her uzvuna yayılan anlatıcı oyuncu mizahıyla birleşmiş ‘Muamma’da. Tuhaf bir ifade olduysa bu; Mükerrem Bey’le uzun evliliğini anlatırken Gülhan Kadim’in gözlerine, ‘kaşınan sırtına bir türlü deva bulamayan’ genç kadını oynarken Ayşegül Uraz’ın yüz kaslarına, ‘mutlu son’u bulamayıp da kimseleri mutlu edemeyen senarist&beyaz yakalı kadın’ Sinem Öcalır’ın ellerine dikkat kesilin. Daha anlaşılır olacak. Başak Özdoğan’ın tasarımı ‘tren koltukları’ sahnenin eşlikçi oyuncu arkadaşları gibi, oyuncular anlattıkça sandalyeler de ayaklanıyor, yatıyor, kalkıyor ellerinde.
Hikâyeleri “Yok aslında birbirimizden farkımız” dercesine ortaklaştırarak iç içe geçiren uyarlama kurgusu, seyirciyi gündelik -bazen sıkıcı derecede gündelik- olanın mizahi hüznüyle buluşturan dramaturji, oyuncuların ‘hareketlendirdiği’ trenin ritmine paralel akan rejisiyle bütünleşmiş bir oyun ‘Muamma’. ‘Mi Hatice’, kitabın aklımdan hiç silinmeyen öyküsüydü, oyunun da en güçlü parçası olmuş. Kocası Mükerrem Bey’i anlatan ‘isimsiz kadın’ın sayfalardan çıkıp sahnede can bulması ise oyunun beni seyirci olarak en çok tatmin eden kısmı oldu. ‘Mutlu Son’ ve ‘Japon İcadı’, metaforları etkili, oyuncuların performansı yüksek olsa da akışı bir parça zayıflatan öyküler olarak duruyor oyunda.
Hayatın tam göbeğinden, edebi bir dille yazılmış kadın hikâyelerini iyi oyunculardan izlemek için ayrı, yankılanan alkış sesiyle hasret gidermek için ayrı izlenmeye değer… Pandemi kısıtı sebebiyle boş kalan sandalyelere destek bileti almak ise bir diğer seçenek…
YILDIZ: 4
ARTIK HİÇBİR ŞEY BİZİ BİRBİRİMİZE YAKLAŞTIRAMAZ
* Yazan: Derem Çıray
* Oyuncu: Pınar Öğün
* Nerede: Storytel
* Süre: 15 dakika
SELEN’İN KAFASININ İÇİNDE…
Moda’da yaşayan, İstinye’de bir plazada çalışan genç bir kadın Selen. Kafasında birikmiş, dışarı çıkmayan konuşmalarla dolu bir günü daha başlıyor… Derem Çıray’ın yazdığı, bugün, burada yaşayan bir kadının hayatından bir kesit aktaran oyunun ikinci oyuncusu da tüm sesleriyle şehir. Kimsenin, kimsenin sesini gerçekten duyamadığı şehirde bir kadının iç seslerine kulak verme fırsatı… Belki bu sayede kendinizi de duyarsınız.
Geçen sene bu zamanlar yayına başlayan 'K’nın Sesi' podcast kanalı ‘karantina/salgın’ temalı, monolog formundaki ilk oyun serisinden sonra ikinci sezonuyla ‘sesini çoğaltmış’ olarak güncellendi. İkinci sezonda yayına giren üç yeni kısa oyunun her birinde birden fazla oyuncuyla buluşuyoruz. ‘K’ harfi bize; kadınların, kuirlerin, kız kardeşlerin, kimilerinin, kâinatın, kahkahanın, keşfin, kuşun; kâğıttan, kalemden, klavyeden, kemandan taşan sesini iletiyor.
15’ER DAKİKALIK ÜÇ OYUN
Serinin ikinci sezonu bu iddianın hakkını veriyor. Duygu Dalyanoğlu’nun yazıp yönettiği 15’er dakikalık üç oyun hazırlamış ekip.
Üç boyutlu ses tasarımına sahip oyunların ilkinde kulağımızdaki ses Ayşenil Şamlıoğlu ile Aysel Yıldırım’a ait. ‘Annemin Tarif Defteri’ adlı oyunda, Türkiye’den ABD’ye gönderilen bir tarif defterinin sayfaları eşliğinde bir anne-kız buluşmasına tanık oluyoruz. Tarif defterinden belki de bilinçsizce irmik helvası tarifini seçen genç kadın uzaklarda yitirdiği annesine veda ediyor farkında olmadan. Yas sürecine; annesiyle tatlı-hüzünlü anları değil, pişmanlıkları da eşlik ediyor.
Oyunların ikincisi; Beyoğlu gece hayatının meşhur simalarından, 'drag queen' ve DJ Jilet Sebahat’i konuk etmiş. ‘Jilet’, kendisi olarak rol aldığı oyuna adını da vermiş: ‘Kırık Bir Jilet Parçası’. Jilet Sebahat’in tabiriyle ‘intikam alır gibi eğlenen bir kitlenin’ doluştuğu bir gece kulübünün tuvaletinde garson İlknur ile Jilet’in yaşadığı kısa karşılaşmayı dinliyoruz. Eril sesin ve gücün hâkim olduğu bir ortamda bir kuir ile bir kadın arasında hızla kurulabilen güçlü dayanışmanın öyküsü bu. ‘Bedenlerimizle’ ve ‘yemeyle’ ilişkimize de göz kırpan bir hikâye. Ece Zeynep Taşkın, Jilet Sebahat ve Musa Aksel’in ses performanslarıyla...
Serinin üçüncü oyunu ‘Cahide’ bol ödüllü bir erkek yönetmenle bir süredir piyasadan uzak kalan bir kadın oyuncuyu seçmelerde bir araya getiriyor. Bitmeyen taciz gündemine selam yollayan, kadın ve erkek oyuncular arasındaki sayısız eşitsizlikten olan ‘yaş ayrımcılığı’ meselesine dokunuyor. Cüneyt Yalaz, Duygu Dalyanoğlu ve Nihal Albayrak’ın rol aldığı oyunda Cahide rolünde Hasibe Eren’in yetkin oyunculuğuyla bu kez ses tiyatrosu formunda karşılaşmaksa ayrı bir keyif.
‘K’nın Sesi’ oyunların ardından konuyla ilgili çalışan isimlerle, aktivistlerle yapılan doyurucu sohbetleri de içeren bir proje. Spotify’dan ve kninsesi.com/oyunlar adresinden dinleyebilirsiniz.