“Olanları nasıl tanımlarsınız? Sıradışı. Tuhaf. Yadırgatıcı...” İki beyaz masada, önlerinde mikrofonlarıyla beş anlatıcı-oyuncu, böyle açıyor oyunu. Albert Camus’nün saçmalık-silkiniş-harekete geçme duygularını, insanın bireysel yalnızlığını, iyilik-kötülük hallerimizin nasıl evrildiğini, direniş ve dayanışma inancını anlatan büyük eseri ‘Veba’nın Şehir Tiyatroları’nca (ŞT) sahnelenen uyarlamasında...
Cezayir’in Oran şehrini 1940’larda saran veba salgınını detaylıca aktarır Camus. Gerçekte böyle bir salgın yaşanmamıştır Oran’da. Ama veba zamansızdır ve ‘bir gün kendi farelerini uyandırıp mutlu bir kente ölmeye yollayabilir’. Tıpkı ırkçılığın ve büyük ağabeyi faşizmin de en ‘sıradan ve mutlu’ insanların arasında bile ölü farelere benzer şekilde yüzeye çıkabileceği gibi...
MAHARETLİ BİR YORUM
ŞT, Neil Bartlett imzalı uyarlamayı Mehmet Ergen’in çevirisi ve yönetiminde sahneliyor. Bu müthiş roman, insana dair pek çok okumayı -ki eser Fransa’nın Nazilerce işgalinin anolojisi olarak bilinir- birbirine geçirmiş olması bir yana, pandemiden beri yepyeni bir anlama büründü. Romanı hiç eksiltmemiş bu uyarlama da son 1.5 senemizi gözümüzün önüne getiriyor. İki masa, sandalyeler, mikrofonlar, birkaç doktor önlüğü ve Ergen’in sade anlatımına yön veren ışık ve efekt tasarımıyla kurgulanan ‘Veba’da neredeyse her detay yakın dönem hafızamızdan: Salgının baş göstermesi, yetkililerin öngörüsüzlüğü, önlemlerin geciktirilmesi, biliminsanlarının dinlenmemesi, yoksulları vuran salgının ‘haber değeri’ taşıması için ‘merkeze’ ulaşması gerekmesi, panik, karantina, karaborsa, şiddet, kapanan şehir kapıları, kaçakçılık, stokları tükenen ilaçlar, sansür, gelecek duygusunu kaybediş... Tabii bir de yılmadan çalışan biliminsanları ve gönüllüler... Yani felaketin karşısında dayanışmayı ve direnişi seçenler. Ve bilimle gelen umut, hayatın yavaşça normale dönmesi. Felaket rantçılarının çöküşü... Kutlamalar... Ve hızla unutmaya başlamak...
Seyirciyi, insana dair bir dizi sorgulamaya çağırma konusunda da başarılı ‘Veba’. Tanıklıklarını kayda geçirme çabası içindeymişçesine, oyuncular eseri ortalarına almış paslaşarak anlatmaya çalışıyor gibiler. Bu anlamda maharetli bir yorum. İlk dakikalarda seyircinin ısınmakta belki zorlanacağı ama kendini hızla ait hissedeceği bir anlatı. Dr. Rieux’nün neden kadın (karaktere cinsiyetsiz bir yorum gibi de okuyamadım) oyuncuya teslim edildiğinden emin değilim. Mikrofonların sıkça yerden alınarak kullanılması göz yorucu. Soyut sahne diline tezat, hasta çocuğun iniltilerini dramatik şekilde dinlememize gerek yoktu. ‘Salgının suç ortağı’ Cottard karakterini konumlandırmak kolay olmadı. Her cümlesiyle zaten çarpan oyunun finali bu kadar uzatılmalı mıydı? Bu notları düşüp ‘Veba’nın niyet edildiği gibi bir dayanışma, bir saygı duruşu oyunu olmayı başardığını ekleyeyim. Evet, Camus’nün faşizm okumasını oyunda yakalamak zor ama oyunun felaketle mücadele edenleri göstererek, ‘susanların arasında yer almamayı’ ve ‘insanlığın içinde hayranlık duyulacak şeyler bulunabileceğini’ düşündürdüğü de bir gerçek.
VEBAİSTANBUL ŞEHİR TİYATROLARI
Yazan:
Bu dünyada ‘kendisine rağmen örgütlenen bir şeyin anlaşılmaz ağırlığı’ altında yaşayan bir kadınlar ordusu var. Kentlerin dört bir tarafına yayılmış durumdalar. Birbirlerini tanımıyorlar ama göz göze geldiklerinde, bazı anlar ‘zindanlarını ateşe vermek’ istediklerini hemen anlıyorlar. Ev içlerindeki ‘görünmeyen emekleri’ni, birbirlerinin bakışlarında görüyorlar. Suzy Storck’la göz göze geldiğimde, bildim onun da ‘bizden’ olduğunu. Kendi arzusu dışında örgütlenen bir ‘şeyin’, farkına bile varmadan tutsağı olduğunu...
SIRADAN BİR EV KADINI AMA...
Üç çocuklu, bir kocalı, ‘ev hanımı’ Suzy Storck’un sabahları dahi kendi arzusuyla uyanmadığını, kolunu kaldırmasına sebep olan eylemlerin rızası dışında, otomatik bir düzenle gerçekleştiğini, o söylemese de anlardım. Ama onu dinlemek için hayatına konuk oldum. Emeği/arzusu/heyecanı, görünmeyen/görünmez kılınan, zihinsel yorgunluktan beyni durma noktasına gelen kadınlar ordusundan bir ‘yoldaşımı’ gözümü kırpmadan dinledim.
Suzy Storck kurmaca bir karakter. Moda Sahnesi’nin sezonun yeni oyununa adını veren bu kadın, Fransız oyun yazarı Magali Mougel’in zihninden dökülen bir tiyatro metninde yaşıyor. Çizdiği katı gerçekçi tabloya inat çoklukla şiirsel bir metin bu. Sıradan ev kadını Suzy Storck için işlerin nasıl çığırından çıktığını, Suzy’nin tıkır tıkır işleyen ev içi düzeninde ‘o nokta’ya nasıl geldiğini izliyoruz.
Moda Sahnesi, şiirsel diline rağmen serinkanlılığını koruyan bu çağdaş metni o serinkanlı tondan uzaklaşmayan bir tasarımla sahneliyor. Meydan sahneye kurulan ev dekoruna, oyunun prolog ve bölümlerini duyurmak, tanıtmak üzere koronun (rolü gelince oyuna da dahil olan oyuncular) yerleştiği küçük bir platform eşlik ediyor. Antik Yunan kostümleri içindeki anlatıcı (Çağlar Yalçınkaya) hikâyenin “Başka bir yerde değil, burada” geçtiğini vurguluyor. Suzy, annesi ve kocası Hans Vassily’nin hikâyesine, yaşananların ‘hepimize/tüm zamanlara ait’ olduğunu bilerek giriyoruz böylece...
Sahnenin merkezinde, üstü Suzy’nin dikiş alet edevatı ve oyuncaklarla, etrafı kumaşlarla çevrili ahşap bir masa var. Koronun karşısındaysa detaylıca çalışılmış bir mutfak tezgâhı. Suzy’nin gençlik yıllarından evli, üç çocuklu bir kadına dönüşen yolculuğunu, annesi ve Hans’la ilişkisini bu masa etrafında izliyoruz. Suzy ‘tavukçuluk’ işinde çalışırken tanıştığı Hans’tan üç çocuk sahibi oluyor. Bir ara farklı bir işe girme çabası olsa da bu girişim havada kalıyor. Bu bölüme yerleştirilen ‘İnsan Kaynakları görüşmesi’ sahnesi -kadınlara özel neoliberal baskı yöntemlerini de içeren (Evli misiniz? Çocuğunuz var mı? Peki çocuk düşünüyor musunuz?)- uzun denebilecek bir süreyi kaplıyor. Lakin sahnenin günceli yakalayan dili, komedisi ve Aybanu Aykut ile Reyhan Özdilek’in tutturdukları ritim, oyunun genel ritmini de yukarı çekiyor. Oyun ‘göstermeci’ bir biçimle, seyirciye bir tür ‘olay aktarımı’ yapılacak şeklinde kurgulanmış. Ağdalı, dramatik bir sahne dilinden -isabetli bir tercihle- uzak durulmuş. Suzy Storck’un etrafında ‘örgütlenen’ bu şeyin onu ruhen ve bedenen nasıl sarmaladığını görüyoruz. Önce kapitalist üretim düzenine, sonra ev içine, çocuklarına, kocasına hapsedilen bir kadının neye dönüştüğünü...
ONU ÇOK İYİ TANIYORUM
Antik Yunan’ın lanetlenen annesi ‘Medea’ya, Dario Fo & Franca Rame’nin ‘Uyanış’ındaki ‘İşçi Kadın’a selam yollayan sahneler yakalıyorum. Moda Sahnesi’nin bu metne getirdiği serinkanlı yorum, oyuncu performanslarının da oyun ‘piştikçe’ derinleşeceğini düşünürsek sezonun dikkate değer işlerinden. Suzy’yi sırtlanan Reyhan Özdilek’in de zamanla daha çok dikkat çekeceğini tahmin ediyorum.
Ferhan Şensoy’un tiyatro yolculuğu; 1968’de öğrencisi olduğu Galatasaray Lisesi’ni ziyarete gelen Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle ve öğretmen taklitleriyle başlayıp her dönemecine çok güçlü izler bırakan bir tarih. 1970’lerden geçen salı sabahı gelen vefat haberine kadar Şensoy’un bu yolda, ana rotadan sapmadan ama her yeni işinde adımlarını derinleştirerek ilerlediğini söylemek tuhaf olmayacaktır. Pek çok akademisyenin, eleştirmenin altını sık çizdiği, onu senelerce tutkuyla takip eden seyircinin de çok iyi bildiği üzere; geleneksel olanla -kabare başta olmak üzere- Batılı tiyatro formlarını müthiş bir harmanla birleştiren bir rota...
Şensoy kelimenin gerçek anlamıyla bir halk tiyatrocusuydu. 17 yaşındayken Galatasaray Lisesi’nde yaptığı gösterilere ‘kabare’ denilebileceğini, yolunu çizerken hep yanı başında olan büyük usta Haldun Taner’den duymuştu ilk... Dönemin efsanevi topluluğu Devekuşu Kabare’ye girişi de -“Kendimi lunaparkta bulmuş çocuk gibi hissettim, evet, bundan yapmak istiyorum dedim”- Haldun Taner’in davetiyle olacaktı.
ÇOK ERKEN KAYBETTİK
Ferhan Şensoy’un 1980’e dek dahil olduğu topluluklarda da, sonrasında -bugün Beyoğlu’nun en eski tiyatrosu olarak varlığını sürdüren- Ortaoyuncular’da da üretimi hep ‘halkın içinden/sokağın dilinden’ oldu. Bu bir ‘tercih’ten öte Şensoy’un yaşama, ülkede ve dünyada olan bitene bakışındaki doğallığı içeren bir tutumdu. Onu bu kadar sevilen bir tiyatro insanı yapan da buydu zaten. Sahnede bahsettiği en sıradanından en meşhuruna kişilere dair taşlamaları, gazetelerden seçtiği haberlerden kendi başına gelenlere uzanan olaylar üzerine yaptığı yorumlar ve tabii seyirciye yönelik sataşmaları, Ferhan Şensoy tiyatrosunun olağan akışının içindeydi.
DasDas’ın 2019’da prömiyer yapan oyunu ‘Westend/Batının Sonu’ bugünlerde yaşadıklarımıza sert eleştiri getiren bir iş. Henüz izlememiş olanlar bu haftaki gösterime giderse daha önce izleyenlerin hissettiklerinden çok daha yoğun duygularla dolacak.
Alman yazar Moritz Rinke’nin oyunu; Batı’nın, dünyanın daha kırılgan noktalarında müsebbibi olduğu derin krizlere, üst-orta sınıf Batılı karakterler üzerinden bakıyor.
Plastik cerrahı Eduard ve opera şarkıcısı Charlotte’un bu havalı semtteki ‘saray gibi’ yeni evlerine eski bir arkadaşları konuk oluyor: Sınır Tanımayan Doktorlar ile Afrika ve Afganistan’daki çatışma bölgelerinde bulunan cerrah Michael... Oyun; üç arkadaş arasındaki gündelik, ideolojik ve özel ilişkilerine dair gerilimle sürüyor. Zengin film yapımcısı komşuyla onun oyuncu Rus sevgilisi ve yapımcının kızı Lily de kilit detaylar taşıyan diğer karakterler.
Rahatsız olduğu şeyleri nasıl değiştireceğini bilmeyen/bilmek istemeyen insanların, bizim öykümüz ‘Westend’... Durmadan güzelleşmek, beğenilmek, refah içinde yaşamak arzusu da var oyunun katmanları arasında, bölgesel savaşlarda ziyan olan insanlar da, terörizm/İslamizm tartışması da... Hepsinin ortasındaysa basit bir diyaloğu bile sürdürmekte zorlanan altı modern insanın çelişkileri...
Oyun; tasarımı, oyunculukları ve sahnedeki bir dizi göstergeyle (tabutlar, havai fişekler, ‘Yaradılış’ tablosu vs.) Rinke’nin katmanlarının seyirciye ulaşmasına hizmet ediyor. Lakin halihazırda ‘geveze’ bir metin olan oyun, öyle koşturmaca içinde geçiyor ki seyirciye bu katmanlar arasında en çok nüfuz edenin Eduard ile temsil edilen narsisizm eleştirisi olma riski doğuyor.
Yetkin oyunculukları, ince bir düşünce ürünü olan metni, modern insanın çelişkilerini kara mizah tonunda anlatmasıyla ilgi çekici ve güncel bir oyun.
Üç sene önce ilki gerçekleştiğinde, şehrin her köşesine sızan Bergama Tiyatro Festivali’nin içinde gezinirken zihnimde şu cümle dolanıyordu: “Burası zaten bir tiyatro festivalini çağırıyormuş kucağına...” Ne yazık ki üzerine ince ince düşünülerek ve yereldeki üretimi, bölgenin tarihini iç içe dokuyarak kurgulanmış festival üç senelik zorunlu bir kesintiye uğradı. Neyse ki ikincisi, 26-29 Ağustos tarihleri arasında düzenlenecek.
Berlin’de yaşayan Bergamalı sanatçı Eren Arıkan’ın zihninden çıkıp kolektif bir çabayla hayata geçen festival Bergama-Berlin arasındaki tarihi ilişkiden de beslenmiş, ortaya ‘bir yaz festivaline İstanbul’dan oyun taşımak’ noktasını aşan bir iş çıkmıştı.
Direktör Eren Arıkan üç yıl boyunca kendileri için kesintisiz devam eden tek şeyin ‘festivali bir şekilde gerçekleştirebilme çabası’ olduğunu anlatıyor: “Asıl mesele ‘sürdürülebilir bir festival’ yapısı kurmak. Dünyada ve ülkede yaşananlar, iklim krizi, pandemi aynı sonuca çıkıyor: ‘Sürdürülebilir’ olmak.”
YERELLE GERÇEK VE DİREKT BİR İLİŞKİ...
Festival bu yıl; yerli konuk ekiplerin yer alacağı ‘Sahnesinden’, Fransa ve Macaristan’dan ağırlanan iki oyunla ‘Dünyadan’, ‘Bergama’dan’, ‘Bölgeden’ ve ‘Çocuklar İçin’ bölümlerinden oluşuyor. Eren Arıkan, sürdürülebilir bir yapının temellerini atmanın, ‘yeniden’ başlangıç senesinin en önemli konusu olduğundan bahsediyor. Bu da ‘yerelle gerçek ve direkt bir ilişki kurma’ adımını getirmiş: “BTF, Bergama Belediyesi ile birlikte, Bergamalı sivil toplum kuruluşlarıyla hareket ediyor. Festival uzun yıllar Bergama’da yapılacaksa Bergamalılar bunun parçası olmalı, sahnesinde de yer almalı. Festival, ilk günü olan ‘bölgesel ekipler günü’ için sahnesini bölgedeki üreticilere ama en çok Bergamalı üreticilere açıyor. Umudumuz Bergama’da sahne sanatlarına dair tüm üretimlere her sene daha çok yer vermek.”
Festival bu yıl beş farklı bölümden oluşuyor. Fransa ve Macaristan’dan da konuklar olacak.
SAHNEDE NELER VAR?
ÇARPIP GEÇECEK BİR OYUNÖnce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi-Talimhane Tiyatrosu
Esra Bezen Bilgin’in yıllandıkça efsaneleşen performansı, İngiliz oyun yazarı ve senarist Lucy Kirkwood’un kaleminden incelikle dökülmüş bir metinle buluşuyor. Günümüzün en yakıcı meselelerinden düzensiz göçmen konusunu Ukrayna’dan parlak hayallerle İstanbul’a gelen Dijana üzerinden anlatan oyun, içerdiği tüm yoğun dramatik detaylara inat sarkastik bir tonla sürüyor. Güliz Gençoğlu ile Bilgin’in el ele yükselttiği oyun, Mehmet Ergen’in rejisiyle sokakta, gözümüzün önünde yaşananlara özgün bir büyüteçle bakıyor. Çarpıp geçeceğine iddiaya gireriz.
Oyun, Sakıp Sabancı Müzesi’nde ‘Müzede Sahne’ etkinliği kapsamında 20 Ağustos 21.30’da Fıstıklı Teras’ta seyirciyle buluşacak. Etkinlikte 17 Ağustos 21.30’da Meltem Cumbul’un tek kişilik performansıyla ‘Ben, Sevgili Milena’, 18 Ağustos aynı saatte DOT yapımı ‘Sesin Resmi’, Esra Bezen Bilgin ile Yağız Can Konyalı performanslarıyla izlenebilecek.
TİYATROLARLA DAYANIŞMA ZAMANIYaz Buluşmaları-Tiyatro Kooperatifi
Tiyatro Kooperatifi’nin pandemi sürecini sert geçiren tiyatrolara nefes olmaya niyetlenen yaz buluşmalarında sıra yetişkin oyunlarında... 17 Ağustos akşamı Altkat Sanat’ın ‘Sevdadır’ adlı oyunuyla başlayacak program kapsamında 18 Ağustos’ta Entropi Sahne’nin ‘Korkuyu Beklerken’, 19 Ağustos’ta Eylül Sahnesi’nin ‘Dimios’, 20 Ağustos’ta Reha Özcan Kumpanyası’nın ‘Bir Garip Orhan Veli’ adlı oyunları görülebilir. Gösterimler Caddebostan Sahil Amfi Tiyatro’da saat 21.00’de gerçekleşecek.
YILDIZ KENTER’İN ANISINABen Anadolu-Mam’art
Yıldız Kenter’in önerisiyle Güngör Dilmen tarafından kaleme alınan ve 16 farklı kadını yorumlayan Yıldız Kenter’in uzun soluklu performansıyla özdeşleşen oyun şimdi Ayça Bingöl’e emanet. Görkem Yeltan’ı yönetmen gözüyle, Anadolu’yu Anadolu yapan ve binlerce seneye yayılan kadın karakterleri tanıyoruz. Tanrıçalar, sultanlar, mitolojik karakterler, köylüler, kantocular, hemşireler... Bu toprakların özünü oluşturan; toprakla, ağaçla, masallarla, tarihle, savaşlarla, sokaklarla bir olan; Anadolu’nun farklı çağlarına tanıklık eden kadınlar Ayça Bingöl’ün yorumunda vücut buluyor. Disiplinlerarası sanatsal yolculuğun katmanlarına kurulacak tek kişilik bir performans… 18 Ağustos Çarşamba, 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda.
Baba Sahne’nin prömiyer tarihinden beri dilden dile dolaşan oyunu ‘görünürde’ iki kafadarın Shakespeare klasiği ‘Hamlet’i sahneye koymasının güldürüsü. Bu bol hareketli, kahkaha dozu yüksek oyunun asıl derdiniyse oyun esnasında, oyuncularından Şevket Çoruh açıklıyor: “Shakespeare döneminde egemen sınıfı eleştiren ve halkı galeyana getiren oyunlar vardı...” Ekip, ‘Bir Baba Hamlet’te seyirciyi oyuna sık dahil ederek, sıcak gündemle ilgili taşlamalarını (Türkiye değil, olaylar Danimarka’da geçiyor!) kâh jestlerle kâh kelime oyunlarıyla, sahnenin her köşesine sızdırarak; niyetlendiklerinin âlâsını yapıyor.
Şevket Çoruh’la Murat Akkoyunlu çok kıvrak ve seyredeni alıp götüren bir ton tutturmuştu, yaza özel olaraksa sahnede Baba Sahne ekibinden Günay Karacoğlu olacak. Bu isim bilhassa komedide iddialı bir oyuncu olarak oyuna dair yeni bir merak yaratıyor. Halk tiyatrosu ruhunu üstüne ustalıkla geçirmiş bir iş olan ‘Bir Baba Hamlet’e dair temel eleştirim, oyunun Türkiye’ye, yaşadığımız ruh sıkıştıran, yer yer çaresiz, sıkça öfkeli hissettiren gündeme denk düşen dili zaten yerli yerindeyken, cinsiyetçi espri kolaycılığına çok sık kaçılması. Oysaki oyun hem reji hem oyunculukları hem de dramaturgisiyle yeterince zekice dokunuşla donatılmış durumda. En çarpıcı yönlerinden biriyse kantodan arabeske, alaturkadan metale neredeyse tüm müzik türleriyle yapılmış uyarlamalar... Sebastian Seidel imzalı bu güldürüyü, Yücel Erten’in akıcı çevirisi, Emrah Eren’in çok dinamik rejisi ve Barış Dinçel’in ‘oyuncaklı’ dekoruyla oynuyor ikili... Yaz sıcaklarında içinizi ferahlatacak bir seçenek...
BUNLAR DA VAR
SESİN RESMİ (DOT): Sadece Esra Bezen Bilgin’in sahne performansıyla hasret gidermek için bile koşularak gidilir ama partneri Yağız Can Konyalı’yla çok iyi bir ritim yakaladıklarını da es geçmemeli. 11 Ağustos’ta 21.00’de Selamiçeşme Özgürlük Parkı Amfi Tiyatro’da.
BİR GARİP ORHAN VELİ (REHA ÖZCAN KUMPANYASI): Orhan Veli’nin insana yaşama sevinci veren dizeleri Murathan Mungan’ın kalemiyle usta oyuncu Reha Özcan’a teslim. 12 Ağustos’ta 21.00’de Balıkesir Artur Tatil Köyü Açık Hava Sineması’nda.
YAZ BULUŞMALARI (TİYATRO KOOPERATİFİ):
BİR KADIN ÖZGÜRLEŞİR, DÜNYA DEĞİŞİR...
Shirley Valentine (Komediatürk)
Kendini çocuklarına, ondan beklenen eviçi sorumluluklara adamış, mutfağının duvarlarına sıkışmış bir kadın... Ama artık özgürleşme, kendisini iyi hissettiren şeylerin peşine düşme zamanı. Kendisini bir Bodrum tatilinde bulmasının hikâyesi bu. Aslında yeryüzündeki milyonlarca kadına “Şimdi biraz da kendinizi düşünme, kendinizi bulma vakti” diyecek. Sumru Yavrucuk’un etkileyici oyunculuğu eşliğinde elbette. 4 Ağustos Çarşamba 21.00’de, Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu’nda.
GİDİŞATA ÇELME TAKAN OYUN
Ormanlardan Hemen Önceki Gece (Moda Sahnesi)
Topluluğun son oyunu, Fransa’nın ‘aykırı’ kalemi Bernard-Marie Koltès’in tek nefeste haykırdığı monoloğunun yorumu. Bu dünyaya, bu düzene, bu gidişata ‘yabancı’ bir adamın gezegenin sakinlerine “Bir durup dinleyin” dercesine anlattıklarına, isyanına katılmamak bir hayli zor. Koltès’in metni, Kemal Aydoğan’ın yönetiminde, genç oyuncu Barış Yurtsever’in yumuşak ve özenli yorumuyla etkileyici bir anlam kazanıyor. Yarın akşam 21.00’de, DOTOrmanda’da.ERKAL, AHMED ARİF’E SES VERİYOR
Şahdamarım (Dostlar Tiyatrosu)
Genco Erkal sahne hayatı boyunca bu topraklardan çıkan onlarca büyük sese nefesini ekledi. Nâzım Hikmet’in, Can Yücel’in, Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in dizelerini, hikâyelerini sahnede yeniden yaşattı. Büyük usta son çalışmasında Ahmed Arif’i ölümünün 30’uncu senesinde seyirci karşısına çıkarıyor. ‘Şahdamarım’, ozanın şiir, söyleşi ve mektuplarından Genco Erkal’ın uyarlaması ve yönetiminde oluşturuldu.