Nora Helmer, Torvald Helmer’ın karısı ve üç çocuğunun annesi. 1800’lerde Norveç’te bir kasabada yaşadı. Önce babasının tatlı kızı oldu. Sonra kocasının ‘kırılgan tarlakuşu, sincabı’... Kocasının ‘öğrettikleriyle’ yaşayıp gidiyordu. Kocasının verdiği parayla aldığı kıyafetleri, kocasından öğrendiği, benimsediği fikirleri vardı. Bir gece evden çıktı gitti. Anahtarları bıraktı. Kocasını ve çocukları da...
Henrik Ibsen ‘Bir Bebek Evi/Nora’yı yazdığında feminist hareketin ilk dalgası yeni kabarıyordu. Kocasının izni olmadan yapabileceği yasal işlemlerin sayısı bile yok denecek kadar az olan kadınlardan biriydi Nora... Gerçekte kim olduğunu bulmak üzere kapıdan çıktığı andaysa tiyatro tarihinin en meşhur kadınlarından biri haline gelmişti... Eyleme geçen kadındı artık; Medea gibi, Antigone gibi...
15 yıl sonra Nora terk ettiği evin kapısını çalıyor. ‘Nora 2’, Ibsen’in feminist bakışlı eserinin Lucas Hnath tarafından yazılmış ‘devam oyunu’. Saim Güveloğlu’nun yönettiği ‘Nora 2’de Tülin Özen, Tansu Biçer, Nihal G. Koldaş ve Zeynep Çötelioğlu sahnede. Özen’in sırtladığı Nora, kendine güveni tam bir kadın olarak giriyor kapıdan...
SEYİRCİYLE DE TARTIŞIYOR
Karakterlerin 15 sene sonraki hesaplaşma anları, Bahçe Galata’nın elverdiği geniş açıların içine, ‘tartışma alanı’ duygusuyla yerleştirilmiş. Karakterler fikirlerini ara ara seyirciyle göz teması kurarak da tartışıyor. Nora’nın hiç temas kurmadığı çocuklarına dair hislerini, elbette Torvald’a dair hislerini de, dadı Anne-Marie’nin, Torvald’ın ve kızının Nora hakkındaki duygularını, Nora’nın neden döndüğünü... Hepsini öğreneceğiz.
Ibsen’in ‘Nora’sında; evi terk etme kararının karşısına ‘kocasına ve çocuklarına karşı kutsal görevlerini, dini ve toplumu’ koyan Torvald’a “Daha kutsal bir görevim var: Kendime karşı bir görevim” der Nora. Kimin haklı olduğunu keşfetmesi gerektiğini de ekler... ‘Yeni Nora’ kimin haklı olduğunu keşfetmiş, keşfini başka kadınlara da ulaştırarak yeni bir ‘kutsal görev’ edinmiş. Babasının, kocasının, annelik ve evlilik kurumlarının, dinin, toplumun seslerinden arınıp kendi sesini duyması hiç kolay olmamış. (Hangimiz için kolay ki!) Ama şimdi aşkın özgürlük, evliliğinse bir bağlılık sözleşmesi olduğunu, evliliğin kimliğini yuttuğunu yüksek sesle söyleyebilecek özgüvende. ‘Nora 2’nin evliliğe ve kadın özgürlüğüne dair söylemi yeni değil. Yer yer ‘geveze’ bir oyun olduğunu düşündüğümü, ilk sahnede Nora’nın tavrını biraz ‘öğretmen edasında’ bulduğumu söylemeliyim. Ama hikâye açıldıkça, Torvald ile o gecikmiş konuşmalarına başladıklarında, oyunun polisiye bulmaca kıvamındaki katmanı da yerleştikçe taşlar yerine oturdu. Ekibin yorumu tarafsız bakmaktan yana. Ama Nora’nın varoluş mücadelesinin benzerlerine sürekli tanık olan, evliliğe dair fikirlerine kalpten katılan bir kadın olarak, tarafsız bir izleyici olamadım.
Torvald’lar Nora’lara yüzyıllardır ‘kadın olmayı, eş olmayı, anne olmayı, düşünmeyi’ öğretmeyi kendine vazife biliyor. Bu değişmedi, sadece artık bir adı var: ‘Mansplaining’ (İngilizce ‘erkek’ ve ‘izah etme’ sözcükleriyle oluşturulan kavram). Ne yazık ki Nora olmak hâlâ haber değeri taşıyor. ‘Nora 2’yi öfkelenmek pahasına izleyin... Öfke iyidir, eyleme geçirir.
Yazdıklarıyla insanın huyu, suyu, ruhu arasında gezintiler yapan Çehov’un kaleminden çıkan, büyük yazarın bir Fransız oyunundan yeniden yarattığı ve vodvil türüne yakın duran kısa oyunu ‘Ayı’, basit bir çatışmayı hikâye eder: Eşinin ölümünün ardından matem tutmakta olan genç dul kadın bir gün, borcunu tahsil etmek isteyen kaba saba bir toprak sahibi erkek tarafından ziyaret edilir. Dul kadın Popov’un nazenin halleriyle, alacağının derdiyle kabalaşmakta beis görmeyen Smirnov’un çarpışmasını ve çatışmasını izlerken hemen her Çehov metninde olduğu gibi, sıradan insanların duygu dünyasında dolanmaya başlarız.
‘Ayı’ amatörlerden en şöhretli tiyatrolara kadar sayısız kez sahnelenmiş, sahnelenmeye devam eden bir klasik. İstanbul Tiyatro Festivali’nin çevrimiçi gösterimleri kapsamında ekran aracılığıyla izleme şansı bulduğumuz versiyonsa bir klasiğe her seferinde nasıl başka türlü nefes üflenebileceğinin ispatı gibi bir yapım... Moskova Oyun Yazarlığı & Yönetmenlik Merkezi ile Çehov Uluslararası Tiyatro Festivali’nin ortak işi olan oyun, bol ödüllü Rus yönetmen, aynı zamanda oyuncu ve müzisyen Vladimir Pankov’un yönetiminde hazırlanmış.
İki ana karakterin davranış ve duygu durumlarından doğan bir komediyle ilerleyen, orijinalinde üç kişilik bir oyun olan ‘Ayı’, Pankov ve ekibinin dokunuşlarıyla opera ve tiyatro katmanlarının iç içe geçtiği çok etkileyici bir sahne diliyle yorumlanmış. İşitsel ve görsel yönüyle hayli çarpıcı bir iş karşımızdaki. Açılışı sahneye ellerinde lambalarla girerek yapan müzisyen-oyuncularla oyun boyu aryalar söyleyip iki ana karakterin konuşmalarını opera diliyle oynayarak seyirciye taşıyan iki opera sanatçısının performansı; oyunun pek çok güçlü yanından sadece ikisi. Yaylı, üflemeli enstrümanlar ve piyanoyla icra edilen müzik; sahnedeki gergin, çatışmalı, kaotik ya da romantik her anın organik bir parçası olarak yerleştirilmiş oyuna.
Sahnenin ağırlık merkezinde yer alan ve oyunculara farklı amaçlarla hizmet eden masaysa tabutun yerleştirildiği katafalk görünümü verilmiş görüntüsü ve işlevsel kullanımıyla oyunun tasarımındaki başrollerden birini kapmış. Ama oyunun yüksek iç aksiyonunu oluşturan tek unsur masa değil elbette. Sahne üstündeki irili ufaklı her detay, oyunun canlılığına bir katkı sunuyor. Mesela ölmüş kocanın çerçevedeki fotoğrafına dikkat! Bu küçük detay oyunun beni en eğlendiren anlarından biri oldu. Oyuncuların grotesk tavırlı çok iyi performanslarının da büyük katkısıyla, seyirci olarak kendinizi sahnedeki seri trafiğe kapılıp gitmiş halde buluyorsunuz. Ama oyunla birlikte aktığınızı hissederken bir yandan da o duygunun dışına çıkıp, sahnedeki bu şenlikli ortamı dışarıdan izlemenin keyfini kaçırmamayım diyorsunuz...
Canlı izlemeyi çok isteyeceğim bir iş ‘Ayı’. Çevrimiçi de olsa görme şansı yakaladığım için şanslıyım.
BUNLAR DA VAR...
HAYAT DER GÜLÜMSERİM
Dünyaya geldiği isimle Soğomon Kevork Soğomonyan. Dünyaya bıraktığı isimle Gomidas Vartabed. Osmanlı’nın son döneminde Kütahya’da dünyaya gelmiş bir müzik dehası. Kafasındaki sesler, topladığı ezgiler, şarkılarda gördüğü hikâyeler ve kalbinde hayallerle Eçmiyadzin-Berlin-Paris-İstanbul hattında süren bir yaşam... ‘Sesinin duyulduğu yer deniz kıyısı’ olan Ermeni müzik insanı Gomidas Vartabed’in öyküsü, eşine zor rastlanır bir yapım olarak sahnede. Yolcu Tiyatro’nun yolunun; yazar ve yönetmen Ahmet Sami Özbudak ile kesişmesinin sonucu doğan bir oyun: ‘Gomidas’.
Seyirciyle ilk buluşması 24. İstanbul Tiyatro Festivali’nde, Kumkapı’daki Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nde olmuştu. Pandemi arasından sonra bu hafta, Gomidas Vartabed’in ölüm yıldönümü olan 22 Ekim’de yeniden başladı; bir sene önce izlediğim halde bugün hâlâ tüylerimi diken diken eden oyun.
Gomidas Vartabed tarihe kocaman bir iz bırakmış ama içi engellerle dolu bir hayatın başrol oyuncusu. Çocuk yaşta öksüz kalıp memleketinden, henüz dilini dahi bilmediği topraklara göçtüğü için... Burada din adamı olarak yetişirken müziğe gönlünü ‘biraz’ fazla kaptırdığı, ayin parçalarını dini olmayan mekânlarda dillendiremeyeceği gibi engellerle karşılaştığı için... İstanbul’dayken, Ermeni kimliğinden ötürü sürgün yediği ve -belki de yaşadıklarının etkisiyle- akıl sağlığını yitirdiği için...
Gomidas Vartabed; dağlardan çıkardığı Ermenice, Türkçe, Kürtçe derlemeler ve besteleriyle bugün hâlâ zamanlar arasında bağ kuruyor. Lakin ne sinir bozucu ki çoğumuzun tanımadığı da bir isim. Anadolu’yu Anadolu yapan ama geniş kitlelerin ismini bile duymadığı sayısız gayrimüslim yaratıcı nefes gibi...
Özbudak; Gomidas’ı, sanatçının ömrünün sonlarına sahne olan Paris’teki akıl hastanesinde çıkarıyor karşımıza ilkin. Cam platformun üstündeki Gomidas, hayali bir koyunun peşine düşüyor ve kendini; çocukluğundan, billur sesiyle meşhur olduğu Kütahya sokaklarından itibaren kendi hayatında dolaşırken buluyor. Eçmiyadzin’e gidişi, manastırdaki üstadı Kevork, ‘müzik kutusu’ Ermenistan’ın köylerinden topladığı şarkılar, Berlin’deki müzikoloji eğitimi, ‘kertenkelelerim’ dediği öğrencileriyle kurduğu koro, ‘Ermenistan dağlarından hikâyeler taşıdığı’ Paris, İstanbul’daki 300 kişilik korosu (Halide Edip’in nefis özetiyle: “Siz şarkı söyleyince Tanrı yeryüzüne sizi dinlemeye iner”), Ermeni aydın dostlarıyla Çankırı’ya gönderilişi...
ROL ARKADAŞI TOPRAK
Özbudak tek kişilik anlatısına Gomidas’ın hayatını dantel gibi işlemiş. Gomidas rolündeki Fehmi Karaaslan ile 40 kişilik Lusavoriç Korosu bu metni, Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nin içine yerleşmiş sade ama anlam yüklü bir dekor ve büyüleyici bir ışık tasarımıyla ayağa kaldırıyor.
Akdağ’ın görsel günlük olarak başladığı proje sonradan belgesele dönüştü.
Oğlu Aren’le olan yolculuğunu hamilelikten itibaren kayda geçirmiş avukat ve belgesel sinemacı Aslı Akdağ. Bu kararı da Aren’i tek başına büyütmek zorunda kalacağını anladığı anda almış. Kişisel bir görsel günlük fikriyle yola çıksa da benzer durumdaki kadınların çokluğunu fark edince çekimlerini bir belgesele dönüştürmüş.
‘Bekleyiş’te ‘bekâr/yalnız anne’ olmak ve bizden ‘beklentiler’ meselesini, hamilelik ve doğum süreci eşliğinde anlatırken pek çok noktaya temas ediyorsun. Etrafı bu sürece ve bu temas noktalarına dahil etmen nasıl gerçekleşti?
Çekimi ne amaçla yaptığımı etik olarak paylaştım tabii çekim yapacağım kişilerle. Ancak bunu çok yakın olmayan kimselerle çekim yaptığım durumda bazen çekimin sonunda açıkladım. İşin duygusunu bozmamak adına çekimin sonuna kadar bu bilgiyi ufaktan manipüle ettiğim ve “Oğlum için hatıra olsun diye çekiyoruz” dediğim oldu. Ancak çekimin sonunda, belgeseli anlatıp açık izin aldım. Böylece günlük akışı bozmadan kameraya diyalogları aksettirebildik.
Evlilik kurumu ya da bir ilişkinin dışında çocuk sahibi olma sürecini dinginlikle yaşamışsın. Duygusal olarak nasıl bir süreçti?
Dinginlik kısmı doğru sanırım, kararımın doğruluğunu net şekilde bildiğim andan itibaren bu şekilde bir dönüşüm yaşadım. Ancak ilk aylarda stresten cilt hastalığı dahi geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Hamile olduğunu duyan her anne önce panikler; bunu daha yoğun bir endişeyle yaşadığım ve nasıl üstesinden gelirim diye korktuğum oldu. Hamileliğin devamında benimle küçük ama dev bir ekip vardı. Çekimlere gelen arkadaşlarım, her anımda yanımda olan Banu Sıvacı, bana destek veren kadınlar... Çekimler terapi gibi geldi ve daha da güçlendim. Aren’in bebekliği döneminde de iyi gidiyoruz. Destek olan ailem var her şeyden önce. Elbette oğlumun bana yönelteceği sorular olacak. Bu dönemde de pedagoglardan destek alarak hareket etmeye gayret ediyorum.
‘EKSİKLİK İÇİN VARLIK GEREK’
BİR ŞEHRİN VE BİR KADININ İÇİNDEN GEÇENLER...TOZ/ID İLETİŞİM PRODÜKSİYONU
Zerrin Tekindor’un kaleminden çok etkilendiği, çağdaş tiyatro gündemimizin gerçekten de etkili, naif ama bir o kadar da çarpıcı kalemlerinden Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı oyunu, yine son yılların üretken genç yönetmenlerinden Hira Tekindor sahnede ayağa kaldırıyor. Bu tek kişilik kadın anlatısında Tekindor, can vereceği Handan aracılığıyla 60’lardan bugüne uzanan, İstanbullu bir kadının öyküsünü anlatacak. Hem şehrin hem de bir kadının değişimine, hem şehrin hem de kadının içinden geçen sesler eşliğinde tanık olacağız. Mahmutyazıcıoğlu’ndan yeni bir metinle karşılaşacak olmak yeterince heyecan verici, bunu bir de Zerrin Tekindor gibi kalbimiz ağzımızda izlediğimiz bir oyuncunun sırtlanması merakı ikiye katlıyor. Festivalde kaçırsanız bile, sezonda muhakkak peşine düşün!
22 Ekim Cuma, 20.00 ve 23 Ekim Cumartesi, 15.00’te Alan Kadıköy’de.
MEMLEKET GİBİDİR APARTMAN! ISTIRAP KOROSU/BAM İSTANBUL
Oyunculuk kabiliyetlerine ve sahne üstü çalışkanlıklarına farklı yapımlardan kefil olduğumuz iki kuşaktaş oyuncu Seda Türkmen ile Deniz Karaoğlu, bir süredir beklediğimiz yeni BAM İstanbul işinde -okuma şansı bulduğum metinden anladığım kadarıyla- soluk soluğa bir performans sunacak. Hemen hemen her işinde seyircisini, bu şehrin ve insanlarının kalbine giden yollara çıkaran Murat Mahmutyazıcıoğlu -bu kez yönetmenliğini de üstlendiği- programdaki bu ikinci oyununda, İstanbul’da bir apartmanın ‘sakinleriyle’ buluşturacak bizi. Oyunu ilk okuduğumda aklımdan geçen “Memleket gibidir apartman!” cümlemi buraya not edeyim, ne tür bir oyun izleyeceğinizi tahmin edin...
2 Kasım Salı ve 3 Kasım Çarşamba, 20.00’de Alan Kadıköy’de.
Bugün orta yaş üstü olan kuşağın bir kısmının canlı izleme şansına sahip olduğu, bir kısmının VHS video kasetlerden döndüre döndüre izlediği, şimdilerde internet mecralarından ulaşabildiğimiz ‘Devekuşu Kabare’ efsanelerinden sadece biri ‘Deliler’. Türkiye’nin 70-80 dönemine ‘kabare’ türündeki unutulmaz işleriyle damga vuran Devekuşu Kabare’den bugün bir kısmını hâlâ canlı izleme şansı bulabildiğimiz, Türkiye tiyatro-sinema tarihinin kült mertebesindeki oyuncuları geçti. ‘Deliler’e o müthiş ekipten; Metin Akpınar,
Zeki Alasya, Nevra Serezli, Selim Naşit, Nezih Tuncay başta olmak üzere pek çok yetkin oyuncu inancını, neşesini, eleştirel bakışını koymuştu. Turgut Özakman’ın taşlama türündeki, skeçlerden oluşan oyunu ‘Deli Bayramı’ndan yaratılan ‘Deliler’, tiyatro tarihimizde ve hafızalarımızda silinmez şekilde yerini almıştı.
SKEÇLER, DANSLAR...
DasDas, bu efsaneye bir ‘yeniden’ yorum getirerek kalpleri daha ilk sahneden yakalamayı başaran, insanı mekândan duygu yüklü halde uğurlayan bir işe imza attı. ‘Deli Bayramı’ adıyla, şarkı sözleri dahil olmak üzere orijinaline sadık kalarak sahneledikleri kabareyi, Metin Akpınar’ın süpervizörlüğünde hazırladılar. Geçen hafta seyirciyle ilk karşılaşmasını yaşadı ‘Deli Bayramı’. Bu tür işler büyük risk barındırır: Hem Türkiye’de uzun zamandır ‘kabare’ türünde izlediğimiz, kalabalık kadrolu işlerin sayısı bir elin parmaklarını zor geçer hem de tarihe mal olmuş bir işi, üstelik metni pek değiştirmeden, güncellemeden, 1987’den 2021’e ışınlatmak ve seyirciyi salondan memnun yollamak cesaret isteyen bir girişimdir.
Akpınar ile Mert Fırat’ın yönetimindeki ‘Deli Bayramı’ndan; ‘Deliler’, ‘Yasaklar’, ‘Geceler’ çağını VHS’den bile olsa yakalamış kuşaktansanız, sıkı bir nostalji duygusuyla, iyi bir oyun izlemiş olmanın verdiği memnuniyetle ve hafif buruk bir sevinçle ayrılacağınızı tahmin etmek zor değil. İlki; metnin yapısı ve özü korunduğu ve hatta rejisi bile orijinaline çok yakın durduğu için. İkincisi; DasDas’ın çekirdek kadrosu diyebileceğim oyuncular, evvelden tanıyıp bu sahnede ilk kez izlediğimiz isimler ve DasDas Akademi’nin genç oyuncuları dahil her bir oyuncunun; hem oyunun kendisiyle hem de seyirciyle çok rahat iletişim kuran akıcı performanslarından dolayı. Buruk sevincin sebebini daha ilk skeçte fark edeceksiniz: Turgut Özakman’ın 80’ler Türkiye’sine, değişen toplum yapısına, insan ilişkilerine, hızlı şehirleşmenin, liberal ekonomiye jet geçişin getirdiği yozlaşmaya ve bastırılan ifade hakkına gündelik bir dille getirdiği eleştirinin geçerliliğini koruduğunu fark ettiğiniz anda...
Orijinalinde bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin ‘sakinlerinin’ sahnelediği gösteri, ‘Deli Bayramı’nda ‘deliler’in DasDas’ı ele geçirmesi fikrine yerleşiyor. Küçük bir ön oyundan sonra da ‘Deliler’in izledikçe anımsayacağınız skeçleri, skeç aralarına yerleşen şarkılar ve danslarla birbiri ardına diziliyor.
Mert Fırat ile VolkanYosunlu’nun, ‘Deliler’in en güçlü parçası olan ‘Galaksi Taksi’ skecinde ise Mert Fırat’a eşlik eden Didem Balçın’ın ustaca paslaşmaları oyunun ritmini, dengesini tutturmada başat faktörlerden olmuş. ‘Deli Bayramı’ pek çok açıdan tatmin edici bir kabare ama özellikle not etmek istediğim, rol dağılımlarına rağmen ‘yıldız oyuncuları’ öne çıkarmadan, ‘ensemble’ ruhunu her anında hissettiren bir omurga kurmayı başarmış olmaları. Bunda her bir oyuncunun ve dansçının bireysel olarak iyi olmasının da ötesinde Metin Akpınar’ın süpervizör ve yönetmen gözünün ve Gizem Erden’in koreografisinin büyük etkisi olduğu açık.
DANS İLE KÖKLERE DÖNÜŞREVERT-Kundura Sahne
Tarihi 1800’lere uzanan, önemli bir endüstriyel tarih mirası olan Beykoz Kundura’nın içindeki disiplinlerarası performans sahnesi Kundura Sahne’yle şehrin gösterim mekânlarına bir yenisi ekleniyor. Bu heyecan verici mekânın açılışınıysa çağdaş dans sahnesinin yetkin isimlerinden, dans sanatçısı, koreograf ve akademisyen Tuğçe Ulugün Tuna’nın yeni projesi ‘REVERT’ yapacak. Tuna’nın gördüğü bir rüyadan çıkan proje, eklentilerden arınmak ve başlangıç yapısına, ilkel ve kök olana dönmek anlamları taşıyan ‘revert’ kelimesinden hareketle şekil almış. Tuna’ya çağdaş dans sanatçıları Aybike İpekçi, Diren Ezgi Yıldızkan, Ekin Ançel, Ezgi Yaren Karademir, Furkan Yılmaz, Gizem Seçkin, Hilal Sibel Pekel, Umut Özdaloğlu ve Yoseob Kim eşlik edecek. Bugün ve yarın 16.00 ve 20.00’de Beykoz’daki Kundura Sahne’de.
UNUTTURULMUŞ BİR KADINA MERHABA!Yaftalı Tabut-İstanbul Şehir Tiyatroları
Türkiye sosyalist hareketi içinde aktif bir rol oynayan, çevirdiği ve kaleme aldığı eserlerle bu sürece imzasını bırakan bir kadın Fatma Nudiye Yalçı... Ama 10 yıl hapis yatmasına, bütün ömrüne yayılan öncü ve mücadeleci kimliğine rağmen görünmez kılınmış. Üstelik ‘Beyoğlu 1931’ adlı oyunuyla Türkiye’nin ilk kadın oyun yazarı olarak kabul edilir. Fakat sahneleneceği Darülbedayi Dergisi’nde bildirilip repertuara alınan bu oyun sahneye konulmaz. Aynı Darülbedayi şimdi, belki geçmişteki bu ayıbı telafi edecek, dahası bu ışıklı ismi geniş kitlelere tanıştıracak şık bir hareket yapıyor. Bilgesu Erenus’un, Yalçı’nın ardından kaleme aldığı ‘Yaftalı Tabut’, Yelda Baskın’ın rejisiyle sahneye çıkıyor. Yalçı’nın mücadelesini sahnede Bensu Orhunöz, Selin Türkmen, Ceren Hacımuratoğlu, Lale Kabul, Nazan Yatgın Palabıyık, Şenay Bağ ve Yeşim Mazıcıoğlu’dan izleyeceğiz. 6-7-8 Ekim’de saat 20.30’da Fatih Reşat Nuri Sahnesi’nde.
‘YERALTI’NA DAVETYeraltından Notlar-İstanbul Temaşa Tiyatrosu
Varoluşçu edebiyatın öncülü kabul edilen Dostoyevski imzalı bu güçlü eser yeni bir adaptasyonla sahnede... Oğuz Arıcı’nın uyarladığı oyunu, Fırat Doğruloğlu tek kişilik performansıyla ayağa kaldıracak. ‘Yeraltından Notlar’ın arzularıyla arazları, varlığıyla hiçliği arasında sıkışmış sıradan adamı “Siz de benden o kadar farklı değilsiniz” demek üzere karşımızda olacak.
İyi bildiğiniz bir şehrin sokaklarında daha önce muhtemelen yapmadığınız türde bir yürüyüşe var mısınız? Bu yürüyüş, belirlenmiş bir rotada, belli duraklarda, sizin için önceden kurgulanmış bir deneyim içeriyor ama vereceğiniz tepkiler, anlık tanıklıklar ve ‘oyun’a ne kadar dahil olacağınız size kalmış. Şehirle nasıl bir duygusal/fiziksel iletişime geçeceğiniz de... Dolayısıyla her bir katılımcıyı bekleyen şey, biricik bir deneyim.
Alman belgesel tiyatro topluluğu Rimini Protokoll’ün Londra’dan Abu Dabi’ye toplamda 50 şehre uyarladığı ‘Remote X’ projesinin İstanbul ayağı ‘Remote İstanbul’ katılımcıları bu tür bir deneyime davet ediyor. Koşuyolu’nda bir mahalle parkındaki buluşmayla başlayan proje, dağıtılan kulaklıklardaki ‘yapay’ ses eşliğinde şehirde iki saat boyunca yürümeli, durmalı, metroyla yol almalı, koşmalı, rampa çıkmalı, dans etmeli, dinlemeli, yakınlara ve uzaklara bakmalı bir tür grup performansı yaşatıyor.
Sizi şehrin sabit ve/veya hareketli dokusuyla, günlük rutininizde yapmadığınız şekillerde temas ettirerek bedeninizdeki ve zihninizdeki şehir ezberini bozmaya niyetlenen bir iş.
Şehirle, belki çok iyi bildiğiniz sokaklarla, binalarla, diğer şehir sakinleriyle başka türlü karşılaşmalar vaat eden bir çağrı.
Stefan Kaegi’nin tasarlayıp yönettiği ‘Remote X’in, daha önce de duyurduğum ve bir süredir katılmayı planladığım Kundura Sahne işbirliğiyle hazırlanan İstanbul uyarlamasında Jörg Karrenbauer’in imzası var. Kulağımdaki sesin yönlendirmesiyle şehirde süren planlı ama doğası gereği sürprizlere açık tur boyunca iki şeye odaklandım: Kulağımdaki ses (oyun için yazılmış metin) bana ne anlatmaya çalışıyor? Şu anda şehrin ‘uzuvları’yla (özellikle metro yolculuğuyla birlikte, yaşadığım mahalleye doğru ilerlediğimizi fark edince) ne tür bir farklı iletişim yaşıyorum?
Katılımcıyı mekânda dolaştıran bu tür projeler; fiziksel deneyimle anlatıyı birbirine dokumakta eksik kaldığında, oyunun etkisi ‘Ne kadar ilginç bir şey yaşadık’tan öteye gidemeyebiliyor. Yapay zekânın hayatımıza yerleşmesi ve şehirle kurduğumuz ilişkiye odaklanmaya niyetlenen ‘Remote İstanbul’ da katılımcısına kesinlikle ‘ilginç anlar’ yaşatıyor ama esas meselesinin ne olduğunu anlatmakta da zorlanıyor.
Ben bir noktadan sonra kulaklığımdan bana ulaşan yapay zekânın kafasının karışık olduğunu düşünürken buldum kendimi. O noktadan sonra da sesin anlattıklarını dinlemeye devam etsem de dikkatimi şehirle kurduğum temas konusunda bana açtığı yola verdim.
Yönlendirmelerin sağladığı farklı deneyime odaklanarak yürümeye devam ettim. Çünkü konuşan sesin beni tam olarak neye kafa yormaya davet ettiğini çözemedim. Misal; yapay zekâ ve yaşamlarımız üzerine düşünerek yürüyorsak halihazırda şehirde yapay zekâ tarafından nasıl yönlendirildiğimize yoğunlaşarak atabilirdik adımlarımızı. Duyduğumuz metin de bizi asıl olarak buradan ‘kaşıyabilirdi’.