‘AŞINMA’, STUDIO OYUNCULARI
Aralık başı prömiyer yaptı. Adeta 2021’i uğurlama sürprizi... Şahika Tekand performatif sahneleme dilini kullanarak etrafımızı saran sistem(ler)i ve baskıyı seyircinin tüm hücrelerinde hissetmesini sağlıyor. Yiğit Özşener’in nefes kesen performansı, Tekand’ın manifesto ruhuna sahip metniyle birleşiyor.
‘ISTIRAP KOROSU’, BAM İSTANBUL
Bizim memleket bir apartman olsa iki oyuncu tarafından canlandırılan bu ‘nezih’ apartmana fena halde benzerdi. Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı oyunun böyle bir iddiası yok belki ama Seda Türkmen ile Deniz Karaoğlu’nun 10’dan fazla karakteri aktardığı hikâye tamamlandığında bu hisse kapılmamak mümkün değil.
‘TOZ’, ID İLETİŞİM YAPIM
Zerrin Tekindor gibi yetkin, göz alıcı bir oyuncuyu seyirciyle baş başa bırakması bile yılın en dikkat çekici işi olmasına yeterdi. Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun metni 10’a yakın karakteri tek başına sırtlanan Tekindor’un seyirciyi kalbinden yakalayan yorumuyla birleşince ortaya yılın en akılda kalıcı işlerinden çıkmış.
Bir şekilde herkesin dilinde olan ama pek çok açıdan arada kaynayan bir dönem ergenlik/ilkgençlik çağı. Çocukluktan çıkmış ama yetişkinliğe henüz uzun yolu var, kendine ve dışarıya çok aşina ama bir o kadar da yabancı. Dünyadaki herkesin ona söyleyecek bir dolu lafı var ama onu gerçekten duymak isteyen var mı?O kendi sesini, duygusunu ne kadar duyabiliyor ki? İnsan ömrünün belki de en sancılı dönemi. Tiyatro BeReZe, tiyatro alanında da -çekinmeden söyleyebiliriz- yok sayılan bir kuşağa ses veren bir oyun yaptı pandemiden hemen önce: ‘An-Sı-Zın’. Sadece bir gençlik oyunu değil; bilakis, yetişkinlerin izlemesini öneririm ama seyrin hakkını en çok oyun karakteri İpek’le akran olanların vereceğine de şüphem yok.
“Oyuncunun sahnede yaşı olmaz” dedirten bir beden ve dil esnekliği sergileyen Elif Temuçin’in yazdığı ve 16 yaşındaki İpek’i canlandırdığı ‘An-Sı-Zın’ için İpek’in odasında -daha doğrusu- onun iç ve dış dünyasındayız. Hikâyenin bir parçasıysa Umut’a teslim. Umut rolündeki Kerem Elverdi hem İpek’in çıkışsızlık anlarında imdada yetişiyor hem de gitarıyla hikâyeye ses veriyor. İpek’in hayallerinden zorunlu akraba ziyaretlerine, kardeşiyle ilişkisinden hoşlandığı çocuğa ya da farklı kesimlerden arkadaşlarıyla yaşadıklarına uzanan bir dizi başlığın altında tamamlanıyor hikâye. İpek’in, hayatının orta yerine meteor düşüren bir olayla baş etme, kendisini uzay boşluğunda salınırken bulup da ayaklarını yeniden yere güvenle basışına kadar geçen süreye tanık oluyoruz.
Temuçin’in dinamik oyunculuğu, Erkan Uyanıksoy’un bir gencin yaşam alanını ilham verici detaylarla, hikâyenin başlıkları arasına kurulan yaratıcı geçişlerle betimleyen rejisi ve oyunun dramaturgu Firuze Engin’in bir gencin kalbine giden yolda, onu anlamaya çalışarak attığı adımların ürünü ‘An-Sı-Zın’. Eğlenceli, naifçe isyankâr, hüzünlü bir öykü, capcanlı bir oyun. En etkili yanıysa seyircisini gencecik karakterinin dünyasına yaklaştırmayı, dünyaya onun gözünden baktırmayı başarmasında.
Finalde bir de sürpriz var; farklı hayatlardan gençlerle karşılaşmaya hazır olun.
Oyuncuların alanı, led ışıklı çerçevenin içi, kırmızı halının üstü. ‘Sahneyi’ saran masalarsa ‘ses performansçılarının’ oyun alanı. Göz hizamızda birbirine eşlik eden iki farklı türde performans sürüyor. Sahnede iki ayrı ses kaynağı var: Oyuncunun metni yorumlayan sesi ve hikâyenin insan eliyle, objeler yardımında tasarlanan sesleri.
Podacto 2020 Eylül’ünde, yeni nesil ses tiyatrosu olarak çıkmıştı karşımıza. 100’den fazla yerli, yabancı, yeni ve klasik oyun metnini, 30’dan fazla oyuncuyla, podcast formatında sunmuştu. Bu kez dijital platform BluTV üzerinden ‘Podacto Studio’ ile seyirciye yepyeni bir oyun izleme biçimi öneriyorlar.
YENİLİKÇİ BİR FİKİR
İlk sezonunda sekiz oyuna yer veren Podacto Studio güncel tiyatro sahnesinden takipte olduğumuz yazar ve oyuncuları buluşturmuş. En fazla 15 dakika uzunluğundaki dumanı üstünde oyunlar Ahmet Sami Özbudak, Aslı Ceren Bozatlı, Balca Yücesoy, Derem Çıray, Murat Mahmutyazıcıoğlu ve Sami Berat Marçalı’nın kaleminden çıkmış. Sahnedeki isimler de tanıdık: Alican Yücesoy, Aslı İnandık, Ceren Moray, Damla Sönmez, Emir Çubukçu, Serkan Keskin, Sezin Akbaşoğulları, Tülin Özen, Ushan Çakır ve Yağız Can Konyalı. Lakin Podacto Studio; işleriyle merak uyandıran yazar ve oyuncuları buluşturmanın ötesinde, yenilikçi bir fikrin ürünü olmasıyla dikkat çekiyor. Pandemi boyunca tiyatronun (doğrusu, hikâye anlatmanın) olanaklarının ne kadar genişleyebileceğini, biraz da mecburiyetten anımsamıştık. Bu çalışmayla da oyunun, gözümüzün önünde, basit malzemelerle üretilen ‘ses’ini görmeye çağrılıyız.
Podacto Studio serisinde Serkan Keskin (üstte), Alican Yücesoy, Aslı İnandık, Ceren Moray, Damla Sönmez, Emir Çubukçu, Sezin Akbaşoğulları, Tülin Özen, Ushan Çakır ve Yağız Can Konyalı izlenebilir.
Projenin performans yönetimi; performans ve dans sanatçısı, Çıplak Ayaklar Kumpanyası’ndaki yaratıcı işlerini uzun yıllardır takipte olduğumuz Mihran Tomasyan’a ait. Oyunlar esnasında hikâyelerin efektlerini, seslerini yaratan ekipte de Tomasyan, Melih Kıraç ve Selim Cizdan’ı izliyoruz. Ellerindeki malzemeler; bisiklet tekeri, bardak, su dolu bir tank, lavabo pompası, boru, röntgen filmi, taş ya da sadece kendi elleri kolları... Bazen de tüm bir oyunun seslerini sadece birkaç farklı kalem ve kâğıtla yaratıyorlar. Bir evden rahatlıkla toplanabilecek bu gündelik objelerle, bir hikâyeyi var edecek seslerin nasıl o anda, orada, insan eliyle üretilebileceğini gösteriyorlar. Bunlar bazen oyuncunun çevresindeki dış sesler, bazen de kafasının içindeki sesler olarak çıkıyor karşımıza. Ferit Katipoğlu’nun yönetmenliğindeki çekimlerse, stüdyoyu farklı açılardan izleme fırsatı sunuyor.
Podacto Studio sadece yeni bir tür dijital oyun izleme deneyimi olduğu ve sesin yaratım sürecini performatif bir dille sergilediği için değil; tiyatroyu var eden unsurlara (sese, ışığa, aksesuarlara, dekora) daha dikkatli bir gözle bakmayı anımsattığı için de kıymetli. İzlerken muhtemelen siz de benim gibi hikâyeden çok seslere, oyuncudan çok ses performansçısına dikkat kesileceksiniz, ki olan biteni aynı anda farklı açılardan izleme şansı veren bir kurgu yapılmış zaten. Belki sonrasında bu kez de oyunları daha dikkatle dinlemek/izlemek için başa döneceksiniz. Bu yeni hibrit türün güzelliği tam da burada.
Türkiye’de en şaşırmamız gereken hadiselere bile uzun süredir “A, öyle mi olmuş, olabilir...” reflekssizliğiyle bakıyoruz. Ceren Ercan’ın yeni oyunu, Yelda Baskın yönetimindeki ‘Beni Sakın Yumruklardan’, aşırı tepkilerimiz ve tepkisizliklerimiz üzerine... Ercan, yerli tiyatro sahnemizde, özgün politik dilini çok sağlam bir yerden kuruyor. 2010’lara denk gelen ‘Seni Seviyorum Türkiye’ ile ‘Berlin Zamanı’nda etkileyici birer Türkiye okuması yapmıştı. ‘Beni Sakın Yumruklardan’da şimdilerin Türkiye’sine bakıyor.
Bir açık mikrofon gecesinde şanslarını deneyen iki amatör mizahçıyı, orta yaşlı Egemen ile genç kadın Hilal’i izliyoruz önce. Egemen’in ailesinin öyküsünden alıp kurguladığı ‘halk’ tanımları ve eski eşinin cinsiyet kimliğine dair şakalarından sonra Hilal’in yine ailesi üzerinden anlattığı, güncel milliyetçi kodlarımıza dair şakalarını dinliyoruz. İki yalnız insan kendilerini sıradan görünen bir çorbacıda buluyorlar. ‘Yerli ve milli’ bir mekân: ‘Osmanlı Çorbacısı’... Duvarlarından bereket duasından Atatürk portresine, Demet Akalın’lı fotoğraftan Osmanlı parasına uzanan ‘beş benzemez’in taştığı bir lokanta... Küçük bir ‘Türkiye çorbası’nda hapsoluyoruz adeta. ‘Usta’nın ölmesiyle içerideki tuhaflık iyice absürt bir hal alıyor. Taziye gibi başlayan toplaşma, toplumun birbirinden hesap sormaya hazır parçalarının yığılmasıyla ürkütücü bir atmosfere dönüşüyor. Üstüne Egemen ile Hilal’in şakalarından dolayı sosyal medya lincine uğraması ekleniyor.
‘Beni Sakın Yumruklardan’, bugün ve burada olan büyük bir şeyin anımsatması: Birbirimizi dinlememe, anlamak için çaba sarf etmeme halimizi hatırlatıyor. “Birbirimizden değil aslında temsil ettiğimiz şeylerden korkuyoruz” diyor. Yelda Baskın iki mikrofonla açtığı sahneyi, olayların akışı gibi karmaşıklaşan bir tasarımla dönüştürüp hareketli kılıyor.
MİZAH VE ÖFKE...
Metnin müthiş bir mizahı var, kolayca sezilen bir öfkesi de... Yiğit Sertdemir ile Ecem Uzun performanslarıyla çok dinamik, oyunu sürekli yukarıda tutuyorlar. Yine de akışta ara ara meseleler ve sahne geçişleri arasında kopukluklar, hatta durma anları hissediliyor. (Bunun zamanla yok olacağını tahmin ediyorum.) Lince sebep olan -özellikle Egemen’de- öykülerin, gerçek dünyadaki sosyal medya linçlerine kıyasla zayıf kaldığını ve bazı ifadelerin -‘coming out, cinsel beyan’ gibi- genel seyirciye yabancı gelebileceğine dair şüphelerimi de not etmeliyim.
Kentsel dönüşüm şehvetinden toplumun kutsallarına pek çok meseleyi içine alıyor oyun. İki mizahçının mahsur kaldığı o lokantada, o gece aslında bir ‘Türkiye çorbası’ pişiyor. Tadı maalesef hepimize tanıdık...
Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun kaleminden, Hira Tekindor’un gözünden ve Zerrin Tekindor’un sesinden, bedeninden çıkan ‘Toz’, dört başı mamur bir kadın hikâyesi... İçinden Türkiye’nin yakın tarihinden, dönüşen İstanbul’dan, bir aileden anlar geçiyor.
Zerrin Tekindor; stilettoları, şık ceket-pantolon takımıyla sahneye çıkıp sandalyesine yerleştiğinde üst sınıftan bir kadınla tanışacağımızı anlıyoruz. Ama kılığına tezat bir tedirginlik giymiş üstüne; tepesindeki bulutla, uzaktan duyduğu bir ezgiyle baş başa kalmış, yalnız bir kadın o. Birden küçük bir kıza dönüşüyor. 1960’ların İstanbul’una ışınlanıyoruz. Çocuk Handan ve güzel annesi Feri’yle tanışıyoruz. Ardından sert, pimpirikli koca, disiplinli baba, avukat Vedat Özkan’la... Bu yalnız kadının içinden koca bir hayat çıkıp seriliyor önümüze. Yazarın oyunlarına aşina olanların şaşırmayacağı şekilde, bir ömür kuruluyor.
Konforlu dairesinden bir hışımla çıkan Handan’ın durma ve hatırlama anındayız. Metronun içinde karşılaştığımız Handan, kendi hayatına yolculuk yapıyor aslında. Yanında yol arkadaşı, ona hiç benzemeyen Leyla...
Kafasının içinde annesi, babaannesi, babası, onu büyüten halası, kocası Sinan, kızı Eda... Sonra Göztepe’nin henüz çiçek koktuğu çocukluğu, özgürlüğün tadına ilk baktığı Beyoğlu, aşk günlerine denk gelen darbe, annesinin içinde hapsolduğu evlilik ve bambaşka koşullarla da olsa annesinin kadınlık deneyimini tekrar eden kendi kadınlık zamanı... Evlerin içinden tüm hayata sirayet eden bir şiddet, bir yalnızlık öyküsü ‘Toz’. Koşullar değişse bile kadınların hayatına çökmekten vazgeçmeyen eril şiddetin öyküsü. Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun müthiş naif bir dille ördüğü, çok güçlü bir tiyatro metni...
AYAĞIMIZI YERDEN KESEN AN
Zerrin Tekindor’un Handan’ın çocukluk-gençlik-şimdiki zamanlarını, annesinin gençlik ve yaşlılık dönemini, babasını, halasını, kocasını bir başına sırtlandığı oyundaki rol arkadaşları; hikâye geçişlerine etkili bir tasarımla rehberlik eden ışık ve ses efektleri. Hira Tekindor’un oyuncuyu yerinden kaldırmadan kurduğu reji son derece isabetli. Yine de göz, farklı karakterler arasında daha belirgin beden değişimleri arıyor.
Zerrin Tekindor gibi yetkin bir oyuncuyu sahnede tek başına izleme fırsatı verdiği için, büyük merakla beklediğim bir oyundu ‘Toz’. Belki de bu beklentim, Tekindor’un bazı karakterlerin sesini, tonunu, ‘oyun’unu tam oturtamadığı hissinde tuttu beni. Leyla, hala, baba ve Handan’ın bugünü, oyuncunun sesinde ve bedeninde çok net şekilde yerini bulmuş. Anne, Handan’ın çocukluk ve gençlik halleriyle babaannenin hatlarındaysa bir kararsızlık seziliyor.
Tiyatro tarihinin ‘meşhur’ çifti Romeo ile Juliet, DasDas sahnesinde ışıl ışıl, gösterişli ama çağdaş bir tasarımla seyirci karşısında. Seyircinin göz hizasında led ışıkla yazılmış bir soru bekliyor: ‘What is love’ (Aşk nedir). Oyundan bu soruya yanıt bulmuş olarak çıkar mısınız, tartışılır ama hareketi, eğlencesi, ışığı, müziği öyküye fazlasıyla hâkim olmuş bir ‘Romeo&Juliet’ izleyeceğinize şüphe yok.
Deniz Can Aktaş (solda) ve Naz Çağla Irmak tiyatro tarihinin en meşhur çiftini canlandırıyor.
Sahnenin gerisini kaplayan basamaklar iki düşman ailenin karşılaşma/çatışma/yüzleşme anlarına mekân olurken, Juliet’in odası olarak tasarlanan, basamaklar arasına açılmış boşluk da pek çok kritik sahne için işlevsel bir alan imkânı sağlamış. Bilhassa ilk yarıda seyirciyi, -özellikle de Benvolio-Mercutio-Romeo üçlüsünün sahnelerinde- dans ve dövüş koreografisine doyuruyor oyun.
NEFRET, REKABET, ŞİDDET...
Romeo’nun TV ekranlarından tanıdığımız Deniz Can Aktaş’a teslim edilmiş olması, kabul edelim ki zoru seçmek... Lakin Aktaş’ın bu ilk sahne deneyimine hayli sıkı hazırlandığını fark etmemek de mümkün değil. Juliet rolündeki Naz Çağla Irmak ise -bilhassa bu şekilde tercih edilmiş olsa gerek- sahne deneyimi olan bir oyuncu olmasına rağmen daha sakin, enerjisini ekonomik kullanan bir Juliet... Juliet’in anne-babası Hülya Gülşen ile Erdem Akakçe’nin tok, sahnelerine hâkim, kendilerinden emin performansları bir yana; belirgin biçimde öne çıkan iki oyuncu daha var: Romeo’nun en yakın arkadaşlarından Mercutio rolündeki Barış Gönenen ve Juliet’in dadısı görevini üstlenen Başak Kıvılcım Ertanoğlu. ‘Juliet’in Dadısı’ diye bir oyun konsa sahneye, Ertanoğlu’nun muzip yorumuna biraz daha doymak için ön sıraya yerleşirim!
Dramaturjik açıdan bakıldığında, ‘aşk’ın aslında ne olduğuna dair bir yanıt verdiğinden emin olmasam da tüm bu nefret, rekabet, ayak oyunları ve şiddet ikliminde kaybolan bir aşkı kastettikleri de, üzerine düşündükçe anlaşılır oluyor.
Oyuncuların çağdaş ve şık, tarz sahibi her bir kostümü, hikâyeyi günümüz dünyasına yakınlaştırıyor yakınlaştırmasına, oyuna da ayrı bir ışıltı katıyor şüphesiz. Lakin her iki yandaki yüksek askılara dizilmiş tasarım kıyafetlerin, bütün o tişörtlerin falan, oyunu elegan bir mağaza vitrininin içinde izliyormuş hissi vermenin ötesinde tam olarak ne işe yaradığını anlamış değilim.
Sahne üstü enerjisi için çok çalışılmış bir iş ‘Romeo&Juliet’; tüm itirazlarıma rağmen. Keyifli vakit geçireceğinize şüphe yok.
Fransa’nın kuzeyi: “Dunkirk’teki mülteci kampında binlerce insan çöp yığınları arasındaki derme çatma çadırlarda yaşam mücadelesi veriyor. Her gün yüzlerce yeni kişinin geldiği kamp ‘Yeni Cangıl’ diye anılıyor.”
Belarus sınırı: “Günlerdir dondurucu soğukta ormanda kurdukları çadırda bekleyen 2.100 kadar göçmen Bruzgi sınır kontrol noktasına geldi. Çoğunluğu çocuk ve kadınlardan oluşan kalabalık, Avrupa’ya geçebilmek umuduyla bekleyişe geçti.”
Midilli: “Moria Mülteci Kampı’nda yaşam şartlarından memnun olmayan göçmenler, isyan ediyor. Mültecilerin Guantanamo’ya benzettiği kampın kapasitesi 2.300. Fakat şu anda 5.500’den fazla mülteci Avrupa’nın başka kentlerine gitme umudu içinde kampta yaşam mücadelesi veriyor. Mülteciler Moria’ya ‘yeryüzü cehennemi’ diyor.”
İlk iki paragrafı, yazıyı yazdığım günkü Hürriyet gazetesinden, sondakini geçen hafta İstanbul Tiyatro Festivali’nde izlediğim Tiyatro DEA yapımı “Gabriel’in Düşü” oyunundan aldım. Dünya vahşileşerek dönmeye devam ettikçe, ‘yeryüzü cehennemleri’nin artacağını görmek için siyaset bilimci ya da kâhin olmaya gerek yok. İç savaşların, işgallerin, ekonomik çöküşlerin tetiklediği göçlere, iklim göçleri de eklenecek üstelik.
DUYGUSAL AÇIDAN YORUCU
Sema Elcim’in yazdığı “Gabriel’in Düşü”, mülteci meselesinin nasıl da en ‘tuzu kurularımızın’ bile temas etmekten kaçamayacağı sert bir gerçek olarak dünyamızın orta yerinde durduğunu söylüyor. Zorunlu göçmenlik deneyimini yaşayan, çok önceden yaşamış ya da bir gün yaşama ihtimali dahi olmayan insanların hikâyelerinin birbirine değeceğine odaklanıyor.
Ahmet Sami Özbudak’ın, metnin trajik anlatısına zıt bir tercihle işlevsel bir sahne tasarımı ve rejiyle ayaklandırdığı oyun için Midilli Adası’ndayız. Avrupa’nın en büyük mülteci kampı Moria’nın da bulunduğu yerde... 3 bin kişilik kapasitesine rağmen 13 bin kişinin kaldığı kamp, 2020 Eylül’ündeki yangınla kullanılamaz hale gelmişti. Sema Elcim; Suriyeli mülteci, Türkiyeli turist ve 6-7 Eylül’den sonra Midilli’ye göç etmek zorunda kalmış Rum birer çifti kesiştiriyor. Yangının birkaç gün öncesinde...
Sürprizli metni açık edip seyir zevkinizi bozmak istemem. Bu yüzden üç ayrı milletten, sınıftan ve sosyal profilden kadınlar olan Yana, Angeliki ve Berna’nın ya da eşleri Mirvan, Angelos ve Berk’in hikâyelerinin detayına girmemek daha iyi olacak. Bu üç kadının/üç annenin farklı dertleri var. Onları tek kesiştirense farklı nedenlerle de olsa Midilli’de bulunmaları değil: Üçü de son çare olarak, tarihi manastırdaki merhum Aziz Gabriel’e yakarıyor.
Boş sahnede sadece iki metal kutu var ve bu bile oyunu beklerken beni heyecanlandırmaya yetiyor. ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’den beri anlatı tiyatrosu türünde özgün dilini yaratan; hikâye, oyuncu performansı, sahne tasarımı ve rejide çizdiği hattı derinleştirerek ilerleyen bir ismin son işindeyim. Kimin yazıp yönettiğini bilmeden okusam/izlesem de yazarını şıp diye tahmin edeceğim bir oyun bu. Murat Mahmutyazıcıoğlu imzalı, son BAM İstanbul yapımı ‘Istırap Korosu’ndayım.
İKİ OYUNCULU AMA ÇOKSESLİ
Prof. Dr. Ayşegül Yüksel ‘Uzun Yolda Bir Mola’ adlı kitabında tiyatromuzun eski dönemlerinde pek üstüne gidilmeyen konuların bir süredir ele alındığını ancak biçim ve içerik açısından güçlü bir ‘alternatif’ sunulamadığını söyler. 2000’lerden beridir süregelen bir arayışın içinde olan bir tiyatro atmosferi, bahsedilen. Üretimlerini başından beri takip ettiğim bir grup tiyatro insanı bu atmosfer içinde üretiyor, aramaya devam ediyor. Murat Mahmutyazıcıoğlu işte bu atmosfere imzasını belirgin şekilde atan isimlerden biri.
Yazarın farklı oyunlarında karşımıza çıkan; İstanbul ve şehirli insan (ama şehrin farklı kuytularından profiller) odaklı hikâyeleri, birbiriyle masa altından çaktırmadan el ele tutuşan gizli sevgililer gibi. Boş sahneye yerleştirdiği bir-iki kutu ya da birkaç sandalye, bizi yükseltecek, kalbimizi sıkıştıracak, içimize ya da dışımıza doğru ağlatacak; geçmişte, bugünde, gerçeklerde ya da hayallerde dolaştıracak bir dünyanın temellerini atıyor her seferinde. Gücünü metinden ve oyuncu performansından alan her bir oyunu, seyircisini ritmik bir hareket ve ses akışına dahil ediyor. Günlük koşturmacada es geçtiğimiz bildik hikâyelerle, öylesine insanlarla sarmalıyor.
‘Istırap Korosu’ da söz konusu oyunlardan biri. Mahmutyazıcıoğlu’nun yazıp yönettiği, Seda Türkmen ile Deniz Karaoğlu’nun nefes nefese performanslar sunduğu, iki oyunculu ama çoksesli bir oyun. İstanbul, Maltepe’de bir aile apartmanındayız. Türkmen ile Karaoğlu, kutularla temaslarını hiç kesmeden -ama elbette sürekli hareket halinde olarak- bu apartmanı kanlı canlı bir organizma olarak ayağa kaldırıyor.
Necibe, Ali, Kemal, Canan, Mehmet, Songül, Kaan, Fatih, Zeynep, Kerem, Mücella, köpek, hoca ve hatta apartman dışından Emre, Buse ve Gökhan’ı tek tek ve iç içe geçirerek canlandırıyorlar. Her bir daireden İstanbul’a karışan haykırışlar, inlemeler, sinir krizleri, çarpan kapılar, titreyen yürekler, çekilen dumanlar, tepişen çocuklar, kimi zaman gizli gizli çekilen, kimi kez bangır bangır ilan edilen ‘ıstıraplar’... Elbette BAM İstanbul oyunlarının değişmez sesi olan ‘bam’lar eşliğinde…
Her birinin farklı işlerinden aldığım referansla, özellikle ‘anlatıcı oyuncu’ olarak limitlerinin yüksek olduğunu bildiğim iki oyuncu, bu soluksuz akan ses/hareket/ritim koreografisinde sınırlarını belirgin şekilde zorlamış. Bir apartmanın farklı katlarında, dip dibe ama fersah fersah uzak yaşamlar ve hayaller süren karakterler arasında hızla akan metni takip ederken oyuncuların ses ve bedenleri, mimikleri de aynı hızla değişiyor. Elleriyle, parmaklarıyla, ayaklarıyla çıkardıkları vuruş sesleriyle oyuna müzikal bir ölçü katıyorlar (Gizem Bilgen’i hareket tasarımından dolayı tebrik etmeli). Yazarın oyunlarının değişmez bölümlerinden ‘rüya sahnesi’yle bu oyuna ayrı bir seda katan ‘hoca’ kısmı enerjiyi iyice yükselten anlar.
Mahmutyazıcıoğlu’nun iki unutulmaz işi ‘Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin’ ile ‘Kader Can’a aşina olanların bazı karakterlerle başka türlü bir yakınlık kuracağına şüphe yok. Bunu, yukarıda bahsetmeye çalıştığım güçlü ‘imza ve dil’ duygusuyla, çok olumlu bir yerden okuyorum. Kader Can’ın arayışının bir benzerini Kerem’de görmek, Canan’ı -ve hımbıl kocası Mehmet’i izlerken- Başak’la kocasını anımsamak, Zeynep’te bir tutam Melis, Mücella’nın ‘deli yaşlı kadın’ hallerinde Ayfer’i görür gibi olmak bana tekrar hissi değil, yazarın bu şehrin insanlarının kalbine giden yolu derinleştirdiği duygusu veriyor.