Paylaş
New York’taki ilk günlerimde, yeni dünya hakkında aldığım ilk ders doldurulmuş hayvanlarla dolu Ulusal Müze’de (National Museum)gerçekleşti.
Müzeye bizim “batar kat”, onların “basement” dediği bölümden girmiş, otomattan biletimizi almış, bir üst kattaki normal giriş kapısında izbandut gibi bir güvenlik görevlisi ile karşılaşmıştık.
Adam işi gereği biletlerimizi sordu. Göstermek için çantama davrandığımda, “No no no no!” nidası ile görmesine gerek olmadığını söyledi. Şaşkınlıkla liseden beri orada okuyan Türk arkadaşıma döndüm.
Bilmiş bilmiş gülümsedi:
“Amerika’da ağzından çıkan söz senettir, o yüzden biletlerimize bakma gereği duymadı.”
Gayet net ve gayet Türk bir cevap verdim:
“E, o zaman neden bilet aldık ki?”
Amerika’da kaldığım süre boyunca, her gün, ama her gün kurduğum bu Türk usulü üç kağıtçı cümlesinden, hem de günde bin kez utanmamı sağlayacak pek çok dürüstlük timsali olay ve insanla karşılaştım. Zaman içinde Amerika’nın başka başka eyaletlerine seyahat ettim. O canım Amerikan saflığının aslında dünyanın en şahane dürüstlüğünden ibaret olduğunu, aksi taktirde bir arada yaşamanın mümkün olmadığını gayet iyi kavramış bir toplumla karşılaştım.
Bunları neden mi anlatıyorum... Çünkü bu ülkede nefes alıp sokağa adımımızı attığımız her an, acaba bugün kimden kazık yiyeceğim sorunsalı ile yüz yüze kalıyoruz. Verdiğimiz hiç bir sözü tutmuyor, karşımızdakinin sözüne inanmayı aklımızdan bile geçirmiyoruz.
Yaklaşık iki aydır yana yakıla “sahibinden”, temiz, küçük ve dizel bir otomobil bulabilmek için kıvranıyorum. Kız gibi, kazasız yazdığı otomobili taklalı çıkan mı ararsınız; garanti kapsamında dediği aracı 24 bin km’dir servise uğramadığı için garantisi düşen ve bundan bihaber olan mı? 45 binde dediği aracı 750 binde çıkan; burnu yere düşse almayan ve daha niceleri. Tabii ki aralarında dürüst olanlar da var, ama onlar da o kadar yüksekten uçuyor ki, arabanın gerçek değerini kestirmek ya da o fiyata erişmek mümkün değil.
Havaya giden expertiz paralarımı, kazasız denen otomobilin gerçekte ne olduğunu öğrenmek için şase numarasını vererek 5560’a attığım onlarca mesajı saymıyorum bile. Susuyorum. Benzemez kimse bize, üç kağıdımıza kurban olayım demek geliyor içimden sadece.
Büyük Türk yalanları
İşte bu yüzden, kendimiz de dahil kimseye güvenemiyoruz. Doğruyu bile söylesek bu sefer de karşımızdakini inandıramıyoruz.
Tüpçüye, sütçüye, parkeciye, elektrikçiye, “abla hormonsuz bunlar” diyen manava, “mobilyalar 1 ayda teslim” diyen ustaya, “o adresi biliyorum” diyen taksiciye, “enkaz devraldık” diyen siyasetçiye, “olsa dükkan senin”lere, “dünya ahret bacımsın”lara, “o elinizdeki tek kaldı, başka yok”lara, “formu doldurun biz sizi ararız”lara, “aa mail attım gelmedi mi”lere, “sen benim ruh eşimsin”lere karnımız hala doymadı milletçe.
Çocuklara masallar
O kadar küçük yaşta alıştırılıyoruz ki yalana dolana; kanımıza işliyor anında. Gözlerinizi kapatın ve küçücük bir çocukken bize öğretilen yalanları düşünün sadece.
O düğmeye basarsan asansörde kalırsın.
Yemeğini bitirmezsen arkandan ağlar.
Erkek adam ağlamaz.
Biz babanla Ayşe teyzeni ziyarete hastaneye gidiyoruz, sen anneanneni üzme biliyorsun gece hastaneye çocuk almıyorlar.
Sünnetçi amca bugün kesmeyecek, sadece sargılar için ölçü alıp gidecek.
Neyse ki teknoloji çağına girdik de; en azından bugünün veletleri yemiyor artık bu numaraları. Bari onlar yırtar da; gelecekte ağzımızdan çıkan söz yeniden senet olur.
Kim bilir.
Paylaş