Paylaş
Güneydoğu Anadolu bölgesini mesken tutan göçerler ilkbaharın gelişiyle onbinlerce hayvandan oluşan sürülerini de alarak Viranşehir, Siverek, Batman, Karacadağ gibi sıcak yerlerden ayrılıp Ağrı, Van, Bingöl, Bitlis, Erzurum, Muş'un serin yaylalarının yolunu tutarlar. Kış bastırmadan hemen önce tüm hazırlıklarını yapan ve peynir, tereyağı, çökelek gibi ürünler üreten göçerler, ilk yağmurlarla birlikte Karacadağ'dan ve gittikleri yaylalardan inerek kışı geçirecekleri köy ve ilçelere geri dönüyorlar. Kimisi kamyonet tutuyor. Kimisi yaya olarak geliyor. Dört mevsim kahvaltı masalarımızda olmazsa olmaz dediğimiz ürünleri ne kadar zor şartlarda bize ulaştırdıkları yeterince açık değil mi? Özellikle hayvancılık noktasında verdikleri mücadelenin hak ettiği karşılığı alması için desteğe ihtiyaçları var. Düşünsenize, onbinlerce hayvanı önünüze katıp çoluk çocuk yüzlerce kilometre yol gidip dağları ovaları aştığınızı. Bu çetin şartlara kaçımız dayanabilirdik?
İşte, zengin bir doğada zor şartlarda yaşamaya çalışan göçerler ile birlikteyim.
Yüzyıllardan bu yana sabahın fecri saatinde güne uyanan göçerleri yerinde görmek için Karacadağ yaylalarına doğru yola koyuluyoruz. Yukarılara çıktıkça şehir merkezindeki sıcak hava yerini serinliğe bırakıyor. İlk denk geldiğimiz köyde yol kenarında çocuklar bize el sallıyor.
Karacadağ'ın yüksekliklerine doğru çıkarken, yerleşim yerlerinden biraz uzak bir yerde büyükbaş hayvan sürüsüne denk geliyoruz. Gözlerimiz sürünün çobanını ararken yöresel kıyafetiyle bir kadına rastlıyoruz. Koyunlara çobanlık yapan bir göçer kadını.
Berivan adlı göçer kadın köyün diğer kadınları gibi imece usulü sırayla çobanlık yapıyor.
"Tek başına korkmuyor musun?" diye soruyoruz. Verdiği cevap ise anlamlı:
"Korksam da korkmasam da yapmak zorundayım. Korkarsak aç kalırız" diyor.
"Akrep ve yılanlarla aile olduk..."
Tek geçim kaynaklarının hayvancılık olduğunu belirten Berivan, zor yaşam koşullarına, her gün rastladıkları akrep ve yılanlara rağmen Karacadağ'da yaşamaya mecbur olduklarını anlatıyor.
"Akrep ya da yılan gördüğümde yolumu değiştiriyorum. Onlar bana karışmıyor, ben de onlara" diyor.
Henüz 30’lu yaşlarda ve 8 çocuk sahibi. Kendisi okumamış, ama çocuklarının mutlaka okumasını istiyor ve bunun için elinden ne gelirse esirgemeyeceğini anlatıyor.
Berivan ile vedalaşıp daha yükseklere çıkmak için yola koyuluyoruz. Az ötemizde yol kenarında yöresel kıyafetleriyle bir kadın bize el kaldırıyor. Bilmediğimiz az ötede bulunan köye gitmek istediğini söylüyor. Alıyoruz aracımıza.
İsmi Sara, Karacadağ'ın yabancısı olduğumuzu anlayınca nereden gelip nereye gittiğimizi soruyor. "Karacadağ'a misafir geldik" deyince, duraksamadan "Başım gözüm üstüne, evimiz size açık" diyor.
11 çocuğu olan ve geçimlerini hayvancılıktan sağlayan Sara, çocuklarının ancak ikisini okutabilmiş.
"İstanbul’da okuyan 2 çocuğum dışında diğer çocuklarım evli. Onlar da şehirli oldular. Biri ev yapma bölümü mühendisi, diğeri para hesaplama bölümünü okuyor...." diyen Sara,
"Muhasebecilik mi?" diye sorduğumuzda "Evet, evet onu okuyor" diyor.
Aracımızla onun yaşadığı köye yaklaştığımızda aracın durmasını istiyor. Önce kendisi iniyor, sonra kapıyı açarak, "Misafirimsiniz, haydi buyrun evime" diyor.
Sara’nın bu misafirperverliği bizi çok sevindiriyor, ama işlerimizin olduğunu, onun için buralara kadar geldiğimizi, şimdilik kalamayacağımızı anlatıyoruz uygun bir dille.
Sara sorun etmiyor. İşaret parmağıyla köyün içindeki evini gösteriyor bize, "Şu gördüğünüz ev benim evim. İşinizi bitirin, dönüşte uğrarsınız" diyor. "Tamam" diyerek Sara’yı evine bıraktıktan sonra yolumuza devam ediyoruz.
Karacadağ'ın zirvesine çıkıyoruz
Hedefimiz Karacadağ'ın zirvesi. Karacadağ'ın 1919 metre olan zirvesine yetişmeden, dağın hemen yamaçlarında irili ufaklı çadırlarla karşılaşıyoruz.
Kıl çadırlar sıra sıra dizilmiş. Aileler, Mayıs ayı ile birlikte çıkmışlar yaylaya.
Yükseklere çıkıldıkça hava daha da serinliyor. Dağın aşağısındaki 45 dereceyi geçen sıcaklık burada yarı yarıya...
Hafif esen rüzgar bedenimizi serinletiyor.
Bizi, ilk çadırın önünde oturmuş bir çocuk karşılıyor. Araç sesini duyan diğer aile üyeleri de çadırdan çıkıyorlar.
Bu yükseklikte bizi görünce biraz şaşırıyorlar. Bulunduğumuz yerde 5 ayrı kıl çadır aralıklarla dizilmiş.
Diğer çadırlarda kalan kadın ve çocuklar da sesimizi duyunca yanımıza geliyor. Çadırlarına buyur ediyorlar.
Çadıra girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken zeminin toprak olması. Toprağın üzerine hasırlar ve kilimler serili.
Yorgan, yastık ve döşekleri bir kenara üst üste dizmişler.
Davetsiz misafir olduğumuz bu göçebe aileler, bizi ağırlamaktan memnunlar. Kimisi soğuk su, soğuk ayran, kimisi çay, kimisi de közde kahve ikram etmek için birbirleriyle yarışıyor.
Atalarımızdan kalan bir gelenek
Çadırın sahibi Zara’ya burada yaşamanın zor olup olmadığını soruyoruz, aldığımız cevap şaşırtıyor bizi.
"Karacadağ'daki yaylalara çıkmak atalarımızdan kalan bir gelenek. Bizden önce dedelerimiz bu dağlarda ilkbaharla birlikte çadır kurarak hayvancılık yapıyordu. Şimdi de biz. Buralar yazın serin ve doğası çok güzeldir."
Genç kızlar ise açıkça söylemeseler bile büyüklerinin kıl çadırda yaşama yaptıkları güzellemeye mimikleriyle tepki gösteriyor. Şehir yaşamı onlara daha cazip geliyor.
Her şeylerini doğadan karşılıyorlar
Sohbet koyulaşınca çaylar geliyor. Ve sohbete başlıyoruz aile üyeleriyle.
İlkbaharla birlikte Karacadağ'a çıktıklarını ve 5 ay kadar dağda yaşadıklarını belirten Zara, şunları anlatıyor: “Köyümüz, evimiz, tarlamız ve hayvanlarımız var. Hayvanlarımız daha iyi süt elde etmek ve serin yerde tutmak için yılın 5 ayı dağda çadırda yaşıyoruz. Gübresiz, tamamıyla doğal organik bitkiler yiyen hayvanlarımızın sütü, peyniri ve tereyağları şifalı ve lezzetli oluyor. Çocuklarımız bu şartlara uyum sağlayamıyor. Biz de ilk geldiğimiz dönemlerde böyle olduk. Sonra alışınca değişiyor.”
Çadırın çevresinde yılanlar var
Çocuklardan biri, yılanlarla yaşamak hiç de zor değil diye espri yapıyor. Nasıl yani? Yılan var mı burada, diye biz de Gülbin adındaki genç kıza espri yapıyoruz. Var tabi bu çadırda, bir de diğer çadırda bizimle yaşayan 2 yılan var. Bir anda bağdaş kurduğumuz yerde, ayaklarımızı toplamaya başlıyoruz. Çadırda mı şu an diye soruyoruz: “Evet, hemen arkanızdaki çuvalın gölgesinde olabilir” diyor. Tebessüm ederek, çuvalın altına bakakalıyoruz.
Sular kuyudan karşılanıyor
Yaylalarda içme suları ve hayvanlara verilen sular kuyulardan çıkarılıyor ve eşeklerle çadırların bulunduğu alanlara taşınıyor.
Akrepler, yılanlar, kartallar, tilkiler ve kurtların kol gezdiği 1919 rakımlı Karacadağ'ın zirvesinde bulunan kıl çadırlarda hayatlarını idame ettiren 30 kişilik ailenin yaşam öykülerini dinlemeye devam ediyoruz.
Zara yaşını bilmiyor. 10 çocuğu var. 5'i kız, 5'i erkek. Hepsi de bekar. En büyük çocuğu 28, en küçüğü 5 yaşında.
"Kendimi bildim bileli Karacadağ'a gelir ve burada yaşarız" diyen Zara, çocukluğundan beri ailesiyle birlikte Karacadağ'a gelerek burada hayvancılık yaptıklarını, burada kaldıkları süre içinde tereyağı ve peynir yapıp bunları satarak elde ettikleri para ile kışı geçirdiklerini anlatıyor.
Ürettiklerimizi yok pahasına satın alıyorlar
Aynı çadırlarda kalan başka bir kadın ile tanışıyoruz. Zerya.
O da çocukluğundan bu yana Karacadağ'a gelenlerden. Buraların yabancısı değil.
10 çocuk sahibi. Erkek çocuklar, dağın alt yamacında koyunları otlatıyorlar.
Ürettikleri tereyağı, süt ve peyniri değerinin altında satmak zorunda kaldıklarını belirterek, "Biz burada emeğimizin hakkını alamıyoruz. Peynirimiz, hayvanımız, sütümüz ve tereyağımız ucuza gidiyor. Bu işten kazanan insanlar var. Biz onlara çalışıyoruz. Gelip bizden ucuza alıyorlar, şehirde yaşayanlara pahalı satıyorlar. Buranın havası, dağ yaşamı, çiçeği, ağacı çok şifalı. Bizim ürünler ucuza alınıyor, pahalıya satılıyor. Bizi biraz düşünsünler” diyor.
Kolayca erişebildiğimiz ürünlerin arkasındaki hikayelere kulak vererek ne şartlarda önümüze geldiğinin farkındalığıyla bu emekleri veren insanlara hak ettikleri değeri vermek bizim üzerimize düşen...
Paylaş