Paylaş
Onu tanıdığımda yalnızca onaltı yaşındaydım, o ise yirmiüç. İkimiz de çocuk sayılırdık. Tanıştığımızdan on gün sonra evlenme teklif etti bana. “Henüz çok erken, ama zamanı gelince olur” diye cevap verdim ona. Ertesi yıl nişanlandık. Öğrenci olduğum için, bir yıl boyunca yüzüğümü boynumda taşıdım. Ben liseyi bitirir bitirmez de evlendik. Yıl 1970’di. Yani tam kırkbir yıl önce...
Onun yanında büyüdüm... Öğrenimimi onun yanında tamamladım. Sonra kaslarım erimeye başladı. Her geçen gün yeni bir kas kaybettim, ama gücümü hiç kaybetmedim. Her durumda yanımda olan harika bir eşe sahiptim çünkü. Günü geldi elim kolum oldu, günü geldi ayaklarım ve bacaklarım. Onun yanında herkes kadar normal bir insandım ben, engelli değil...
Ben çok şanslıydım. Kırkbir yıl beni mutlu etmek için uğraşan çok güzel bir insanla aynı yastığa baş koydum. Giderken içimdeki bir şeyleri de birlikte götürdü. Ne olduklarını tam tarifleyemediğim bir şeyleri... Ama geride çok güzel şeyler de bıraktı, herkese nasip olmayacak güzel şeyler...
Evet, Özer Yelçe benim eşimdi; kızımın da babası. Bize bıraktığı güzel isim her zaman gurur kaynağımız olacak ve göğsümüzü kabartacak. Bundan sonraki yaşamımızda hep bu isme layık olmaya çalışacağız.
Sizler bu yazıyı okurken ben eşimi son yolculuğuna uğurluyor olacağım. Eninde sonunda hepimizin çıkacağı bir yolculuk bu. Ben bunun güzel bir yolculuk olduğuna, gittiği yerde mutlu olacağına inanmak istiyorum ve ben de aynı yolculuğa çıkana kadar “hoşçakal” diyorum ona. Umarım hakkını helâl etmiştir. Çünkü inanamayacağınız kadar çok hakkı var üzerimde. “Mekânın cennet olsun” biricik eşim.
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Paylaş