Paylaş
Bugünkü yazıma geçtiğimiz günlerde Gazetemizde yayımlanan iki haberi konu almak istiyorum.
Haberlerden ilki 28 Ekim tarihli, kaynağı ise DHA. Haber şöyle başlıyor:
“İstanbul’da park yüzünden tartıştığı biri çocuk üç kişiyi silahla vurarak yaralayan saldırgan yakalandı. 30’un üzerinde suç kaydı olduğu anlaşılan bu kişi emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edildi ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.”
30’un üzerinde suç kaydı bulunan bir sabıkalının nasıl olup da hâlâ aramızda dolaşabildiğine inanamıyorum. Zira bana göre bu kişi ya hastadır ve tedavi edilmesi gerekir ya da suç işlemeyi huy edinmiştir ve bu huyunu sürdürecektir. Bu konuda ne yapılması gerektiğini söyleyecek kadar bilgili değilim. Ama yetkili makamların sorunları kökten çözebilecek öneriler sunabileceğinden eminim.
İkinci haberimizin tarihi 30 Kasım. Kaynak ise yine DHA. Başlık “Sakarya’da Dehşet: Minibüsün kapılarını kapatıp cinsel saldırıya kalkıştı.” Olay Sakarya’da 22 yaşında bir üniversite öğrencisinin başına geliyor. Gece evine gitmek için bindiği minibüsün sürücüsü, genç kıza cinsel saldırı girişiminde bulunuyor. Şoför tarafından bir de dövülen genç kız, arbede sırasında kaçıp polise şikayetçi okuyor. Ve sonuçta, söz konusu şoförün aralarında cinsel istismarın da bulunduğu 30 suç kaydı bulunduğu; altı gün önce cezaevinden çıkıp minibüste şoför olarak çalışmaya başladığı anlaşılıyor.
Bu haber bana 17 yaşındayken başıma gelen, hiç hatırlamak istemediğim, bir olayı hatırlattı. Biz o zaman Feneryolu’nda oturuyorduk. Ben henüz nişanlanmıştım. Soğuk ve yağmurlu bir kış günüydü. Nişanlım Özer Yelçe, Kızıltoprak’ta ailesi ile beraber oturuyordu. O gün hasta olduğu için işe gidememişti. Ben de öğle yemeğinden sonra babamdan izin alarak nişanlıma ‘geçmiş olsun’ demek için yola çıktım. O zamanlarda Bağdat Caddesi şimdiki gibi tek yön değildi. Bir süre dolmuş bekledim sonra boş gelen bir araca bindim. Bir durak sonra ineceğim için, benden sonra binecekleri rahatsız etmemek adına öne oturdum. Şoför, ben biner binmez direksiyonunu kırdı ve yolun karşı tarafındaki sokağa saptı. Nereye gittiğimizi sordum ve araçtan inmek istedim. Şoför ısrarla bir müşteri alacağını söyleyerek beni indirmedi ve arabanın süratini artırdı.
O şoför beni son süratle Fenerbahçe Burnu’ na götürdü. Soğuk ve yağmurlu bir gün olduğu için etrafta hiç kimse yoktu. Şoför arabayı daha durdurmadan uzanıp benim kapımı kilitledi ve üzerime saldırdı. Elimdeki şemsiye ile vurdum ona, yüzünü de oldukça derin çizikler oluşuncaya kadar tırmaladım. Adam korktu ve kapıyı açtı. “Sizi gideceğiniz yere kadar götüreyim” dedi ve yere düşen eldivenlerimi bana verdi.
Arabadan iner inmez plakasına baktım ve bakkala giden çocukların alacakları şeyleri tekrarlayarak yürüdükleri gibi plakayı tekrarlaya tekrarlaya Fenerbahçe Meydanı’ na geldim. O dönemde Fenerbahçe’den Kadıköy’e giden dolmuşlar vardı. Şansıma sıradaki şoför dedemin apartman komşusuydu. Onu görünce içim biraz rahatladı.
Nişanlımın evine gittiğimde kapıyı kayınvalidem açtı. Onu görür görmez ağlamaya başladım. Bir süre hıçkırmaktan konuşamadım. Ağladığımı duyan Özer, yatağından kalkıp yanımıza geldi. Ben biraz kendime gelip olanları anlattığımda hem çok üzüldü hem de çok sinirlendi. Hemen giyindi ve birlikte Kadıköy Emniyet Müdürlüğü’ ne gittik.
Özer, o dönemde, Milliyet Gazetesi’nin Spor Servisi’ nde çalışıyor ve ismen tanınıyordu. İfademizi verdik ve Selamiçeşme’ de, nişanlımın bir arkadaşı tarafından işletilen, bir restorana gittik. Yemeğimizi yedikten sonra eve dönmek için bir taksi çevirdik. Ben o kadar korkmuştum ki olanlardan, aracı kullanan şoförü beni kaçıran kişiye benzettim. Bunu nişanlıma da söyleyince, kendisi taksi parasını öderken benim plakaya bakıp ona işaret etmemi söyledi.
Evet, aynı arabaydı… Ama ben daha bunu bildiremeden, şoför nişanlımı indirmeden arabayı tekrar çalıştırarak uzaklaştı. Çünkü o da beni tanımıştı… Özer elimdeki şemsiyeyi adamın omzuna vurup kontak anahtarını aldıktan sonra eve geldik. Hemen Emniyet Müdürlüğü’ nü aradık ve bu bilgileri verdik. O gece babam ve nişanlım bütün gece o şoförü aradılar ama bulamadılar.
Ertesi gün öğle saatlerinde Emniyet Müdürlüğünden arayarak bizi çağırdılar. Bana bir camın arkasına dizilmiş sekiz kişiyi işaret ederek zanlının hangisi olduğunu söylememi istediler. Ben hemen tanıdım onu. Zaten yüzü gözü çizik içindeydi.
Sonraki bir ayı neredeyse her dakika ağlayarak geçirdim. Mahkeme günü geldiğinde Adliyede o şoförün evli ve çocuklu olduğunu öğrendim. Üstelik karısı ikinci çocuğuna hamileydi. Ağabeyi yanıma gelerek benden şikayetçi olmamamı rica etti. Ben zaten şoförün eşi için o kadar üzülmüştüm ki şikayetçi olmamaya razı geldim. Zaten amacım kimseyi cezalandırmak değildi; yalnızca aynı olayın başkalarının da başına gelmesini engellemek istiyordum. Ama olay ‘kamu davası’ kapsamına girdiği için, ben şikâyet etmesem bile davanın devam edeceğini öğrendim.
Benim ilk duruşmadan sonraki duruşmalara katılma zorunluluğum yoktu. Bu yüzden olayı takip etmedim. Okulumu bitirdim, evlendim ve bir kızım oldu. Bir gün eşimle birlikte Altıyol’ da bir sinemaya gittik. Çıkışta bir taksiye bindik ama yolumuzu bir adam kesti. “Dört yıl hapis yattım ve daha dün çıktım. Bunun bedelini ödeteceğim size.” diyerek tehdit etti bizi. O zaman kim olduğunu anladım onun. Ne yazık ki geçen dört yılda kendi suçunu kabullenememiş, hatasından ders çıkarmayı bilememişti.
O dönemdeki İstanbul Emniyet Müdürü kuzenimin kayınpederiydi. O şoförü çağırıp kendisiyle konuştu, ona nasihat etti. Ve bu defter kapandı.
Edebiyat öğretmeni olan annem o zamanlar Erenköy Kız Lisesi’nde görev yapıyordu. Öğrencileriyle benim hikayemi paylaştığında benzer olayların onlardan bazılarının da başına gelmiş olduğunu, ancak hiçbirinin konuyu ailelerine açma cesaretini gösteremediğini öğrendi. Bu çok acıydı… Bir çocuk ailesinden başka kime güvenebilirdi?
Aradan bunca yıl geçti ama değişen bir şey yok. Erkekler ne yazık ki hâlâ öğrenemediler kadınlara değer vermeyi, onlara saygı göstermeyi…
Umarım bunları öğrendikleri günü görebilirim…
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz günler dileğiyle…
Paylaş