Paylaş
Biliyorum, çoğunuz ne demek istediğimi anlayamadınız. Hatta belki böyle bir damgalamayı yapmış olanlar bile anlayamadılar. Çünkü çoğu zaman ne yaptıklarının farkında değiller.
Bu konuyu kendimden bir örnek vererek açıklamak istiyorum.
1972 yılında Çayırova’da bir fabrikada genel müdür sekreteri olarak işe başladığımda henüz 20 yaşında bir üniversite öğrencisi ve çiçeği burnunda bir anneydim. Hastalığım yeni yeni başlıyordu. Ama ben tüm dikkatimi işime, okuluma ve bebeğime yöneltmiş olduğumdan bunun farkında bile değildim. Bir gün yandaki fabrikadan bir evrak getirdiler. Evrağı getiren kişi aynen şöyle dedi:
-“Bu fabrikada topal bir kız varmış, bu evrağı ona getirdim.”
Ben o zamanlar topal olduğumun farkında bile değilim. İster cahillik deyin, ister çocukluk ama anlamadım işte beni aradıklarını. Benim öncelikle bir ismim vardı, sonra da bir ünvanım. Hadi onları bilmiyorlardı diyelim, peki topallıktan başka bir vasfım yok muydu benim? Uzun boyluydum, çok inceydim, belime kadar uzanan düz ve gür saçlarım vardı, oldukça da güzel sayılırdım. Ama evrağı gönderen her kimse, beni yalnızca topal olarak görmüştü. Diğer bütün vasıflarımı hiçe saymış, beni engelimle damgalamıştı.
İlk ve son defa o gün üzüldüm engelli olduğum için. Ama aynı gün karar verdim: Bir daha kimse üzemeyecekti beni bu konuda. Ve üzemedi de... Engelimin ya da engellerimin benden götürdüklerini değil bana getirdiklerini görmeye çalıştım hep. Bunu yapabildim çünkü kararlı olduğum kadar şanslıydım da. 23 yıllık çalışma hayatımda birlikte çalıştığım üstlerimden hiçbirisi engellerimi vasıflarımın üstüne çıkartmadı. Aslında belki de beni engelli olarak görmediler bile. Ama tüm engelliler benim kadar şanslı değil. Çoğu daha işe girmeden engeli ile damgalanıyor. Üst kademe bir yöneticilik görevine bir engellinin getirilme olasılığı hemen hemen yok gibi. Bir önceki yazımda fırsat eşitliğinden söz ederken bunları da dile getirmek istemiştim.
Yazımı bir zamanlar Can Dündar’ın köşesinde okumuş olduğum kısacık bir hikaye ile sonlandırmak istiyorum.
“Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna astığı testilerle dereden
su taşırmış evine. Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış. diğeri ise hiç kusursuz
ve çatlaksızmış; ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır,
ulaştırırmış eve. Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarım, diğeri
dolu olarak varırmış. İki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla
doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış. Tabi ki kusursuz, çatlaksız
testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş. Fakat zavallı, çatlak, kusurlu
testi çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok
üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak
kenarında adama şöyle demiş: 'Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle,
sular eve gidene kadar akıp gidiyor.' Adam gülümseyerek dönmüş testiye; 'Göremedin mi?
Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok.
Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlaklığını biliyordum. Senin tarafına çiçek
tohumları ektim ve sen hergün o yolda ben su taşırken, onları suladın. 2 senedir o güzel
çiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı
evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim' diye cevap vermiş.”
Mümkünse etrafımızdaki kişileri oldukları gibi kabullenelim. Onlardaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görelim. Hele hele onları engelleri ile damgalamaktan kesinlikle kaçınalım.
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Paylaş