Nick Vujicic 4 Aralık 1982’de, Avustralya’nın Melbourne kentinde gelmiş dünyaya. Onu gördüklerinde, anne ve babasının ağzından dökülen iki kelime "Aman Allahım!" olmuş. Çünkü doğan bu ilk çocuklarının kolları ve bacakları yokmuş. Annesi, “Lütfen onu geri al!” diye yalvarmış tanrıya, içinden. Onları böyle bir duruma hazırlayacak ne bir uyarı ne de zaman olmuş çünkü. Doktorlar şaşkın ve cevapsızmış. Bu sakatlığa neden gösterilebilecek herhangi bir tıbbi açıklama yokmuş. Babası Nick’in çok uzun yaşayamayacağını düşünmüş. Ancak yapılan testler onun, sadece kolları ve bacakları olmayan, sağlıklı bir bebek olduğunu göstermiş.
Doğal olarak, Nick’in anne ve babası oğullarını bekleyen hayattan hem korkuyor, hem de endişe duyuyorlarmış. Ancak ilk ve en büyük engeli, Tanrı’ya güvenerek, onlar aşmış. Aylarca dinmeyen gözyaşları, çekilen acılar ve cevap aranan “niçin”lerin ardından inançla dolmuş yürekleri. Tanrı onlara güç ve cesaret vermiş.
Nick okul çağına geldiğinde, Avustralya kanunları onun engelsiz çocuklarla aynı okula gitmesini engellemiş. Annesi kanunun değişmesi için büyük bir mücadele vermiş ve Nick Vujicic engelsiz öğrencilerle birlikte eğitim gören ilk engelli öğrencilerden biri olmuş.
Nick okula gitmeyi seviyor, hayatı diğer herkesin yaşadığı gibi yaşamak istiyormuş. Ancak öğrenim hayatının ilk yıllarında, bedensel farklığı nedeniyle, kendisini reddedilmiş hissettiği günler olmuş. Ailesinin desteği ile, böyle zamanların üstesinden gelecek değerler yaratmış, davranış biçimleri geliştirmiş. Yine de, ona yöneltilen negatif bakışlarla karşılaşmamak için, okula gitmek istemediği pek çok gün olmuş. Ailesi, bu bakışları görmezden gelmesi ve arkadaş edinmeye çalışması için yüreklendirmiş onu. Çok geçmeden öğrenciler onun da kendileri gibi biri olduğunu anlamışlar ve Nick Vujicic’in arkadaşlarının sayısı gün geçtikçe artmış.
Nick’in görünüşünü değiştiremediği için üzgün ve kızgın olduğu ya da bunun için herkesi suçladığı zamanlar da olmuş. İçinde kopan fırtınalara bağlı olarak, öz-güven sorunları yaşamış. Ama sonra, hikâyesini ve deneyimlerini başkalarıyla paylaşmaya başlamış. Amacı, her ne sorun yaşıyorlarsa onunla baş edebilmeleri için, onlara yardım etmek; onları potansiyellerinin sonuna kadar kullanmaları ve hayallerini gerçekleştirme konusunda engel tanımamaları yönünde yüreklendirmekmiş.
Nick Vujicic’in gerçekleştirmek istediği hayalleri, ulaşmak istediği hedefleri var. “Mutluyum, yaşamayı seviyorum.” diyor.
Aslında biz birbirine çok bağlı dört arkadaştık lise yıllarımızda. İçimizden biri psikolojiyi seçmişti yüksek eğitimi için. Tıpkı lisede olduğu gibi büyük bir başarı ile tamamladı üniversite eğitimini de. Hocası Prof. Hıfzı Özcan’a hayrandı. Sanıyorum Sayın Özcan da onun yeteneğinin ve azminin farkındaydı ki, mezun olduktan sonra da yanından ayırmamıştı onu.
Geçen gün Metin Sabancı Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’ni ziyarete gittiğimde, 70’li yıllara döndüm. Çok uzun yıllardan beri bizden uzakta, dünyanın öteki ucunda, yaşayan arkadaşımın o günlerde göstermiş olduğu çabanın değerini daha iyi anladım.
“1972 yılından beri Türk Spastik Çocuklar Derneği çatısı altında yaşamını spastik çocuklara vakfeden ve çabalarını vakfa dönüştüren, Onursal Başkanımız Prof. Dr. Hıfzı Özcan ve hikâyemizin diğer kahramanları ile Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı olarak 1989 yılında Acıbadem’de Erol Sabancı Spastik Çocuklar Merkezi’nde başladı çalışmalarımız.” diye başlıyor Vakıf kendini anlatmaya web sitesinde. Ve devam ediyor: “Toplumda daha fazla yer edinmek isteyen çocuklarımız ve aileleri için yurt içinde ve yurt dışında sürdürdüğümüz çabalarımız ile 1996 yılına gelindiğinde kıymetli Sakıp Bey, Türkan Hanım, Dilek Hanım ve Sevil Hanım’ın cömert çabaları ayrıca Kadıköy Belediyesi’nin desteği ile Metin Sabancı Merkezi’ni kurmayı başardık.”
Son günlerde billboardlarda “Serebral Palsi”li çocukların öğrenme güçlüklerini ifade eden afişlere rastlamışsınızdır. “Serebral Palsi” terimi, hareketi programlayan, başlatan ve düzenli olmasını sağlayan beyin ve beyincikteki bozukluklar sonucunda oluşan bir durumu tanımlıyor. Ancak bu durum, ya da rahatsızlık, ilerleyici değil. Beyin veya beyinciğin sağlam kalmış alanlarının rehabilitasyonu yoluyla, oluşmuş bulunan hasarın bir ölçüde telafisi mümkün.
Metin Sabancı Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’nde, mümkün olan bu telafi gerçeğe dönüştürülüyor. Rehabilitasyon süreci öncesi değerlendirme çalışmalarıyla, çocukların ve ailelerinin ihtiyaçları, beklentileri ve geçmiş öyküleri alınarak durum incelemesi yapılıyor. Önce özel eğitim öğretmeni, fizyoterapist, psikolojik danışman ve uzman klinik psikolog değerlendirmelerde bulunuyor. Süreç, nörolojik konsültasyon ile ailenin ihtiyacına uygun yönlendirmenin yapılması şeklinde devam ediyor. Çocuklar, yaş gruplarına göre, gelişim alanlarında desteklenerek gündelik yaşamda bağımsızlaşmaya hazırlanıyorlar.
2011-2012 öğrenim yılından itibaren de, yalnızca kendilerine eğitim verecek bir okula kavuşuyor Serebral Palsi’li çocuklar. Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı’nın iki yıldır çalışmalarını sürdürdüğü Metin Sabancı Özel Eğitim Okulu eğitim programı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın işbirliği ile hazırlanmış. Bu yıl yalnızca ana sınıfı ve ilköğretim birinci sınıfı için öğrenci alınacak. Okula her yıl yeni bir sınıf eklenerek sekiz sınıf tamamlanmış olacak. Eğitim alacak çocuklar Vakıf bünyesindeki uzman kurul tarafından seçilecek. Okulda her çocuğa ayrı bireysel eğitim programı uygulanacak. Eğitim sırasında çocukların sosyal, duygusal, fiziksel gelişimini sağlamak amacıyla özel bilgisayarlar ve donanımlar kullanılması planlanıyor.
Aslında niyetim, biraz daha farklı, umut taşıyan bir yazı yazmaktı. Ama dün Türk Telekom’dan bir telefon aldım. “Özer Yelçe ile görüşmek istiyoruz” dediler. Ne kadar şaşırdığımı anlatamam. Bir önceki yazımda da ifade etmiş olduğum gibi, daha birkaç gün önce eşimin ölüm belgesini ve veraset ilâmını kendilerine şahsen iletmiş ve adıma devrolan iki telefondan birini kapatmak istediğimi yazılı olarak bildirmiştim. Eşimi kaybetmiş olduğumu kendilerine tekrar söyledim ve niçin aradıklarını sordum. Şaka gibi, “telefonu niçin kapatmak istediğini soracaktık” dediler. Eşimin vefatını bildirmiş olmama rağmen, bu gibi telefonları bankalardan da alıyorum. Ama bu son telefon içimi çok acıttı. Ben bin bir zorluk içinde şahsen gerçekleştirmiştim işlemlerimi; biraz saygıyı hak ettiğimi düşünüyordum. Yanlış anlamayın, bir engelli olarak değil, yalnızca bir insan olarak…
İşte bu yüzden umutlarım kırıldı ve bugün, umut taşıyan bir yazı yazmak yerine, e-postama gelen bazı mesajları paylaşmaya karar verdim sizlerle.
Sayın İbrahim Büyükyüksel, geçen yazımın ardından, PTT kontuarları ile ilgili bir e-posta göndermiş. Bakın ne diyor:
“Köşe yazılarınızı birçok konuya dikkatleri çektiğiniz için ilgi ile okuyorum.
Bir dönem öğrendiğime göre ABD de, zannederim Massachusetts eyaletinde, girdiği bankada görevli kişi ile yüz yüze konuşma imkânı olamayacak düzeyde yüksek olan kontuar nedeniyle şikâyet eden engelli müşterinin başvurusu sonrası, sadece o eyalette değil, federal kanunla tüm ABD de bu tip kontuarların alçaltılması sağlanmış. Bizde yakın geçmişte PTT’nin tüm bu kontuarlarını hangi kafanın yükselttiğini sorguluyor insan… Ayakta durabilen fakat boyu normalin üzerinde olmayanlar bile arkadaki PTT görevlisinin yüzünü göremiyor... Enteresan bir ülkedeyiz ama pek ses çıkaran olmuyor... Siz hariç
Çok teşekkürler.
(Yine benzer şekilde ABD de tüm halka açık işyerlerinde rampa ile giriş olması mecburiyeti benzer bir gelişme sonrası genelleşmiş...)”
Kontuarlar konusunda İbrahim Bey’e kesinlikle katılıyorum. E-devlet şifresi almak için postaneye gittiğimde, ben de aynı sorunla karşılaşmıştım. Bu şifreyi almak için postaneye şahsen gitmek gerekiyor, noterden verilen vekâlet bile bu işlem için geçerli değil. Ancak, işin tuhafı, noter sizi bu konuda uyarmıyor. Vekâlet verdiğiniz kişi postaneye gidiyor ve orada öğreniyor bunu. Neyse, sonuçta ben şahsen gittim şifremi almaya. Ne PTT memuru gördü beni doğru dürüst, ne de ben onu. İmzayı da, benim yerime, beni oraya götüren kişi attı. Ama ben “şahsen” almış oldum şifreyi…
Çoğunuzun bildiği gibi, geçtiğimiz Mayıs ayında hayat arkadaşımı yitirdim. Sevdiğini kaybetmek çok acı veriyor insana. Ama bu acı ne kadar büyük olursa olsun, aldığımız nefesi durdurmaya yetmiyor. Nefes alıp vermeye devam ettiğimiz sürece de kendimizi dünya işlerinden soyutlamamız mümkün olmuyor. Yalnızca bir süre için erteleyebiliyor insan, yapılması gerekenleri. Ama yalnızca bir süre için, sonsuza kadar değil… Ben de, erteleyebildiğim kadar erteledikten sonra bu sevimsiz işleri, nihayet karar verdim bir ucundan başlamaya.
Yakın bir arkadaşımdan bana bir gün ayırmasını rica ettim ve geçtiğimiz Pazartesi gününü bu işlere ayırdık. O gün yapılacak en önemli işim Kadıköy Nüfus Müdürlüğü’nden “vukuatlı nüfus sureti” çıkarılmasıydı. Bu iş için Nüfus Müdürlüğü’ne şahsen müracaat edilmesi gerekiyor. Kadıköy İlçe Nüfus Müdürlüğü, Kadıköy’ün Osmanağa semtinde, Halitağa Caddesi Nakil Sokak’ta, bitişik nizam bir apartmanda yerleşik. Müdürlüğe ulaşmak için geçilen sokaklar oldukça dar ama iş muhiti olması nedeniyle de çok kalabalık. Yani trafik yoğun. Biz mecburen binanın önünde durduk. Ben araçtan ininceye, yani indirilinceye, kadar bütün sokak tıkandı. Neyse ki kimse kornaya basmadı. Binanın önünde neredeyse elli santime yaklaşan yükseklikte bir kaldırım vardı; binanın girişinde ise yaklaşık on basamak dik merdiven… Bekleme kuyruğu merdivenlerin dışına taşıyordu. Ben, birkaç kişinin yardımı ile ancak kaldırıma kadar çıkabildim. Evrakları arkadaşıma verdim ve ilgililerden benim için ricada bulunmasını istedim. Ben de kaldırımda, sandalyemde oturarak beklemeye koyuldum. Beklerken gireni çıkanı izledim. İçerde bir üst kata çıkan dönemeçli bir merdiven gözleniyordu, hani şu dupleks dairelerde rastlanan tarzdaki merdivenlerden. Giren çıkan arasında yüzü gülen tek bir kişi bile göremedim. Gelelim arkadaşıma; yetkiliye durumumu anlatmış. Herkes yalan söyler ya bu memlekette, yani herkesin yalancı olduğu varsayılır, önce pek inanmamışlar. Sonra gelip beni gördüler ve de işlemimi beni yukarıya çıkmaya zorlamadan yaptılar.
Ben, öncelikle, yetkililerin her şeye rağmen bana göstermiş oldukları kolaylık için teşekkür ediyorum. Ama bir ülkenin en çok ziyaret edilen resmi dairelerinden birinin pek çok kişi için erişilebilir olmaması çok acı. Bu ülkenin bütün vatandaşları genç ve sağlıklı değil. Aralarında benim gibi engelli olanlar, yaşlandığı için merdiven çıkamayanlar ya da geçici sakatlıklar yaşayanlar da var. Bir devlet bazı belgeleri vermek için vatandaşını şahsen karşısında görmek istiyorsa, o vakit o belgeyi veren kurumu da herkes için erişilebilir duruma getirmek zorundadır. Merak ettim ve işlemimin hangi katta yapıldığını sordum arkadaşıma. İşlemin alt katta yaptırılıp üst katta –yani o döner merdivenlerden çıkarak- onaylattırıldığını söyledi. Varın siz düşünün gerisini…
O günkü ikinci durağımız, Nüfus Dairesi’ne çok yakın olan Türk Telekom’du. Üzerinde beklediğim kaldırımdan yine birkaç kişinin yardımı ile indikten sonra, trafiğin arasından bir yol bulup ulaşmaya çalıştık Telekom binasına. Neyse ki binanın ünündeki kaldırımda rampa vardı, zorlanmadan çıktık ve binaya girdik. Evdeki iki telefondan birini kapattıracak diğerini ise üzerime geçirecektim. Danışmadaki görevli yardımcı oldu bize ve bekletmeden başlattılar işlemlerimi. Devir işlemi alt katta, kapatma işlemi üst katta yapılıyormuş. Binada asansör olmadığı için, benim her iki işlemimi de alt katta gerçekleştirdiler. Oradan oldukça memnun bir şekilde ayrılmak üzereyken bina girişindeki rampanın park eden bir araç tarafından kapatılmış olduğunu gördük. Yine birkaç kişi yardıma geldi ve kaldırımdan indirilmemi sağladı. Ben araca binerken, yani bindirilirken, yine yol tıkandı…
“Sanat ve gerçek sanatçılar engel tanımaz…” demiştim, bir önceki iki yazımda; şimdi de, “Devletimiz engel tanımıyor” diyorum. Engelimizi tanımamakla bizi de tanımamış, yani yok saymış oluyor. Eğer bu söylediğim gerçek olmamış olsaydı, Kadıköy Nüfus Müdürlüğü şimdiki binasında yerleşik olur muydu hiç?
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Ressamlar çizimleri ya da fırçaları ile gerçek ya da gerçekdışı olay ve olguları anlatır, bir öyküyü betimler ya da yalnızca soyut görselimgeler yaratırlar. Art izlenimcilik akımının en tanınmış ressamlarından biri olan Henri de Toulouse-Lautrec (24 Kasım 1864 -9 Eylül 1906), kardeş çocukları olan anne ve babasının akraba evliği nedeniyle, ne olduğu saptanamayan genetik bir hastalıkla dünyaya geldi. Kırılgan kemikleri ve asimetrik vücut yapısı nedeniyle babası ondan uzaklaşırken, annesi resme yönelmesi için ona destek oldu. Geçirdiği kazalar sonucunda 1878’de sol bacağı, 1879’da da sağ bacağı kırıldıktan sonra iyileşemedi ve sakat kaldı. Fiziksel acılarla dolu bir gençlik dönemi geçirdi. Ancak, gerçekleştiremediği fiziksel etkinliklerinin yerine resmi koyarak, genç yaşında farklı tekniklerde binlerce eser üretti. Paris’in ünlü pavyonu Moulin Rouge'u anlatan 1891 tarihli afiş çalışması ile asıl ününe kavuşan Henri’ye engeli asla engel olamadı.
20. yüzyılın en önemli ressamlarından Henri Matisse (31 Aralık 1869 – 3 Kasım 1954), renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. Paris’te hukuk eğitimi alan Matisse, ertesi yıl Saint Quentin’de bir avukatın yanında asistanlık yapmaya başladı. Aynı zamanda, sabah erken saatlerde École Quentin de la Tour’da çizim kurslarına devam etti. Ancak 1890 yılında geçirdiği apandisit ameliyatının ardından büyük ölçüde yatakta geçen bir dönem yaşadı ve bu sırada resim uğraşı giderek bir tutku haline dönüştü. 1941’de geçirdiği kolostomi ameliyatının ardından tekerlekli sandalye kullanmaya başladı ve ömür boyu başkalarına bağımlı olarak yaşadı. Matisse hayatının son dönemlerinde kesilmiş renkli kâğıtlarla gerçekleştirdiği çalışmalara yoğunlaştı. Belki de, ilerleyen yaşı ve onu neredeyse yatağa bağlayan hastalıklar eserlerini bu farklı teknikte uygulamasına neden olmuştu; ama asla onu durduramamıştı.
18. yüzyılın en önde gelen ressamlarından biri olan Francisco de Goya (1746-1828) 1786 yılında Kral III.Charles’ın ressamı ünvanını aldı; ancak 1792 yılında geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda sağır oldu. 1793 yılında, gençlik yıllarını geçirdiği Madrit’e, eski işine döndü ve aynı yıl San Fernando Akademisi için bir dizi panel çalışmaları gerçekleştirdi. Goya o yıllarda, Madrit’te bulunan soyluların hemen hemen hepsinin portresini yaptı. Son yıllarını hastalıklarla boğuşarak geçiren Goya, inzivaya çekildiği o günlerde bile, sanatından kopmadı; yaptığı resimlerle evinin duvarlarını süsledi.
Empresyonist Fransız ressam Auguste Renoir (1841-1919), on dört yaşında bir porselen ressamının çırağı oldu ve 1858'e kadar bu işle uğraştı. 1862'de girdiği stüdyoda Monet, Sisley ve Bazzile'den oluşan ve İzlenimciler olarak sanat tarihinde kendilerine önemli bir yer yapacak olan bir küme ressamla kalıcı dostluk kurdu. Sanatçı 1890’larda romatizmaya yakalandı. Romatizması ilerleyen yıllarda onu iyice zayıflattı ve 1903'den başlayarak yaşamını güney Fransa'nın sıcağında sürdürmesi gerekti. 1912'de romatizması o denli ilerlemişti ki artık koltuk değneksiz gezemiyordu. Buna karşın yaşamının son günlerine dek resim yapmayı sürdürmeye kararlıydı. Tarihe kattığı her bir parça güzelliğin kâr olduğunu düşünüyordu. Son zamanlarda parmaklarının arasına bir fırça bağlıyor, o şekilde resimleri üzerinde çalışıyordu. Bu dönemde ayrıca heykeltışarlığa da el attı ve kendi gücü yetmediğinden yanında bulundurduğu yardımcılarını yönetiyor, onların ellerini kendi elleri gibi kullanıyordu. Yani, Renoir da engeline yenilmeyenlerdendi.
Macar fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından üçüncüsü olarak dünyaya gelen Frida Kahlo (6 Temmuz 1907 - 13 Temmuz 1954), altı yaşındayken çocuk felci geçirdi. Bu hastalık sonucunda bir bacağı özürlü kaldı ve "Tahta Bacak Frida" olarak anılmaya başlandı. Bu özrüyle baş etmesini bilen Frida, gençkızlık çağında, dönemin en iyi eğitimini veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okudu. Bu okul, onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirdi. Ancak 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası bütün hayatını değiştirdi. Okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmıştı. Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçecek; omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez ameliyat edilecek ve çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesilecekti.
“Ihlamur Çiçeklerinin Kokusu” başlıklı yazımda, ben de, engellilerin engelli olmayan uzuvlarını çoğu kişiye oranla daha iyi kullanabildiklerini düşündüğümü söylemiştim sizlere. Bugün ise, engellerine rağmen evrensel sanata yaptıkları katkılar ve verdikleri olağanüstü eserlerle dünyamızın sanat geçmişinde derin izler bırakmış sanatçılardan söz etmek istiyorum. Başlamak içinse müziği seçtim sanat dalları arasından…
Çoğunuz, gelmiş geçmiş en önemli Klasik Batı Müziği bestecilerinden Ludwig van Beethoven’ın (1770-1827) duyma özürlü olduğunu duymuşsunuzdur. Beethoven, babasından dayak yiyen annesini korumaya çalışırken kulağında patlayan tokatlar yüzünden yitirmiş duyma yetisini. 20li yaşlarında başlayan işitme kaybı, 30 yaşına geldiğinde son noktasına ulaşmış; Beethoven artık hiç duyamaz hale gelmiş, yani sağır olmuş. Ancak bütün senfonilerini işitme problemi yaşamaya başladıktan sonra bestelememiş.
Herkesin hayranlık duyduğu besteci ve piyanist Beethoven, 1796 yılında ilk sağırlık belirtileri ortaya çıktığı zaman henüz yirmi altı yaşındaymış. 1819'dan itibaren, bir konuşmayı sürdürmesi imkânsız hale gelmiş. O tarihten sonra yalnızca «konuşma defterleri» aracılığıyla anlaşabilmiş başkalarıyla.
Sağır olmak, bir müzikçi için, felâketlerin en büyüğü değil midir? Ama Beethoven, sıkıntıları atlatmayı başarmış; ölümsüz eserler bestelemiş. Sessizliğe ve yalnızlığa gömülmüş, bestelediği müziği artık ancak kafasının içinde dinleyebilen bu müzikçi, insanlığa ses yoluyla olağanüstü bir kardeşlik ve mutluluk bildirisi aktarmış: Schiller'in bir şiiri üzerine bestelediği Neşeye Övgü. Bu onun ünlü 9. Senfonisi. Bu beste, bildiğiniz gibi, şu an Avrupa Birliği’nin Milli Marşı.
Müzik alanından vermek istediğim ikinci örnek tamamen başka bir dalda öne çıkmış bir isim: Gelmiş geçmiş en yetenekli caz gitaristlerinden biri kabul edilen Jean Baptiste “Django” Reinhardt (1910 - 1953). Gitar, sol el başparmağı ile sapı kavranan, diğer 4 parmakla da notaların basıldığı bir müzik aletidir. Django’nun sol elinin notalara basması gereken iki parmağı ise kesilmiş. 18 yaşındayken, yaşadığı karavanın yanması sonucu kolları ve bacakları ciddi derecede yaralanmış ve sol elinin yüzük ve serçe parmağı kullanılamaz duruma gelmiş. Doktorların tekrar gitar çalmasının imkânsız olduğunu söylemesine karşın Django soloları işaret parmağı ve orta parmağını kullanarak çalmış yaralanan diğer iki parmağını da bazı akorları çalmada kullanmış. Ve bu durum, Django’nun alanında dünyanın en ünlü cazcılarıyla birlikte çalmasına hiçbir zaman mani olmamış.
Günümüze daha yakın tarihlerden de bazı örnekler vermek gerekirse; “blues” sanatının unutulmaz besteci ve icracısı Ray Charles, güzel ve insanın içine işleyen sesleri ile Jose Feliciano ve Steve Wonder, ve nihayet günümüzde yaşayan büyük tenorlardan Andrea Bocelli sayılabilir. Yukarıda bahsi geçen sanatçıların ortak yönleri ise, glokom hastalığı nedeniyle çocukluk yaşlarından itibaren görme yetilerini kaybetmiş oluşları.
Engelsiz sanat icra eden engelli sanatçılardan söz ederken, ülkemizin yetiştirdiği büyük halk ozanı Aşık Veysel’i (1894-1973) anmadan geçemeyiz. Aşık Veysel daha 7 yaşında iken geçirdiği çiçek hastalığı sonucunda iki gözünü birden kaybetmiş. Önce saz çalmayı öğrenmiş; 1933’den itibaren de kendi sözlerini yazıp söylemeye başlamış. Âşık geleneğinin son büyük temsilcilerinden olan Âşık Veysel, bir dönem yurdu dolaşarak Köy Enstitüleri'nde saz hocalığı da yapmış. Şiirlerinde iç içe geçen yaşama sevinciyle hüznü, iyimserlikle umutsuzluğu görmezden gelmek; O’nun, “Uzun İnce Bir Yoldayım”, “Kara Toprak”, “Dostlar Beni Hatırlasın” gibi türkülerini unutmak mümkün mü hiç?..
Ben, bayramlara çok önem veren bir ailede yetiştim. Bir zamanlar bayramlar tatil olarak değil, küçüklerin büyüklerin ellerini öperek gönüllerini aldıkları, “birbirini hatırlama” zamanları olarak görülürdü. Çocuklara, tepeden tırnağa, yeni giysiler alınır; çocuklar ise bunları giyebilmek için dört gözle bayram sabahını beklerlerdi. Ben, bayram sabahını koynumda bayramlık ayakkabılarımla beklediğimi gayet iyi hatırlıyorum. Zira o yıllarda ancak bayramdan bayrama alınırdı yeni bir giysi ya da ayakkabı.
Her bayram sabahı, biz daha kalkmadan, bayram namazına giderdi babam. Öyle beş vakit namaz kılan biri değildi benim babam, ama bayram namazını bir kez bile kaçırdığını anımsamıyorum. Biz o gelmeden kalkar, hazırlanıp dönüşünü beklerdik. Kapı çalındığında hemen koşup, elini öpmek için sıraya girerdik. Babam da bize, el değmemiş kâğıt paralardan oluşan bayram harçlıklarımızı verirdi. Kahvaltıdan sonra anneannemlere giderdik. Anneannem bayram harçlıklarımızı ipek mendillerin arasında verirdi bize. Halâ saklıyorum o mendilleri… Öğle yemekleri anneannemde yenilirdi. Mutlaka bayram tatlısı yapardı anneannem, tabii bir de en sevdiğimiz yemekleri…
Babaannemler Kütahya’da oturuyorlardı. Amcamlar da… Bazı bayramlarda Kütahya’ya giderdik. İşte o zamanlar, daha da bir güzel olurdu bayram sabahları. Amcamın çocukları ile çok eğlenirdik. İster İstanbul’da ister Kütahya’da olalım, önce aile büyüklerini ziyaret eder sonra da evde oturup misafir beklerdik. Eğer Kütahya’ya gidiyor isek, gitmeden önce mutlaka anneannemi ziyaret edip elini öperdik. O da hiçbir zaman eksik etmezdi ipek mendil arasındaki bayram harçlığımızı.
Çok güzel adetlerdi bunlar, ama yok olmadılarsa bile, yok olmak üzereler. Artık bayramlarda evinde oturanlar iyice azaldı. Bayramın önünde ve arkasında kalan hafta içi günler de tatil ilan ediliyor ki, herkes rahatça seyahate çıkabilsin. Seyahate çıkamayacak kadar yaşlı ve hasta olanlar ise yalnız geçiriyorlar bayramlarını…
Önce annem yalnız bıraktı beni bayramlarda, sonra babam, şimdi de eşim… Onlarınki zorunlu bir yolculuktu, gitmezlik edemediler. Ama kızım burada. Hiçbir yere gitmedi. Bayramda beni yalnız bırakmayan bir evlâda sahip olduğum için şanslıyım. Ama üzüldüğüm bir şey var; onsuz bu ilk bayramımda, kabristana, eşimi ziyarete gidebilmek isterdim. Ancak gidemeyeceğim, çünkü bayramlarda kabristanlara araç alınmıyor. Ben bu yüzden yıllardır anne ve babamın kabirlerini bayramda ziyaret edemiyorum. Keşke kabristana araçsız girebilmekten başka şansı olmayan bedensel engelliler için bir ayrıcalık yapılabilse…
Tüm okurlarımın bayramlarını en iyi dileklerimle kutluyorum. Nice mutlu bayramlara…
Engellerimizi hissettirmeyecek, engelsiz bir yaşam dileği ile...
Ama yine de, doktorların önerilerine uymak ve belirli aralıklarla bu hastalıkların kontrolünü yaptırmak zorundayım. Herhangi bir özel sağlık sigortam yok benim. Sosyal Güvenlik Kurumu güvencesinden yararlanabileceğim hastaneleri seçmeye çalışıyorum tetkiklerimde.
Birkaç yıl önce bir arkadaşım Başkent Üniversitesi Hastanesi’ni önerdi bana. İlk kez 2009 yılında gittim oraya. O vakitler çok cüzi bir fark alıyorlardı SSK’lılardan. Tüm tetkiklerimi nerede ise hiç para ödemeden yaptırdığımı hatırlıyorum.
Geçen hafta yine gittim Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne. Randevum endokrinoloji bölümü içindi. Doktorum, daha önceki seferlerdeki gibi, güler yüzle karşıladı beni. İstediği bütün tetkiklerin üzerine “acil” ibaresini koyarak yönlendirdi beni laboratuara, tekrar tekrar yormamak için. Laboratuarın yer aldığı ana binanın önündeki rampayı çıkabilmem için, hemen, iki görevli yardıma koştu. Laboratuarda ise son derece güler yüzlü iki cici kız karşıladı beni. Kan verme saatinin geçmiş olmasına rağmen, aç olduğum ve doktorum da onayladığı için, beni kabul ettiler. Biri kaldıramadığım koluma destek verirken, diğeri de gereken kanı aldı. Canım hiç yanmadı, ertesi güne de çürük bir kol ile uyanmadım. Ardından, kemik ölçümüm ve tiroid ultrasonum yapıldı. Tüm bu işlemler iki saat içinde sona erdi. Yanlış anlamayın sakın, başkasının sırasını bana vermediler; öğle tatiline çıkmadılar…
Bu anlattıklarımın bütün hastanelerde zaten yapılması gerekli şeyler olduğunu söyleyebilirsiniz. Ama durum, ne yazık ki, öyle değil. Örneğin, Erenköy Fizik Tedavi Hastanesi’ne gittiğim bir gün asansörler çalışmıyordu. Neden biliyor musunuz? Çünkü asansörlerin kapıları boyanıyordu. Hastalar o gün yukarıya yakınlarının kucaklarında çıkarıldılar. Benim yanımda ise beni kucağında taşıyacak güçte bir yakınım yoktu. O gün hiçbir tetkikim yapılamadı.
Aslında bütün hastanelerin, özellikle de sigorta hastanelerinin duvarlarında “ENGELLİ VE YAŞLI HASTALARA ÖNCELİK VERİLİR” yazan tabelâlarla karşılaşıyoruz. Uygulama ise, yok sayılabilir. Genelde, ne hastane personeli ne de gelen diğer hastalar önemsiyor bu kuralı. Geçenlerde gittiğim Aile Hekimliği’nde oldukça uzun bir süre bekledim. Önüme geçmeye çalışan bir bayana, “lütfen, bakın çok zor oturuyorum” dediğimde; “pek alâ da oturuyorsun işte” cevabını aldım.
İşte bütün bu anlattıklarımdan ötürü, Başkent Üniversitesi Hastanesi’nde gösterilen kolaylıklar hem çok etkiledi hem de çok mutlu etti beni. Ancak SSK’lılardan alınan ücret oranı epey artmış. Sanırım bu da Sağlık Bakanlığı’nın uyguladığı politika ile. Ama kan tahlilleri için herhangi bir ek ücret alınmıyor.
Bugün, tetkiklerimin sonucunu almak için tekrar gittim Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne. Kızım da, endokrinoloji bölümünde muayene olmak üzere, eşlik etti bana. Bana gösterilen kolaylıklar ona da gösterildi. Bir buçuk saat içinde hem muayenesi, hem de kemik ve tiroid tetkiklerinin tümü tamamlandı.