'),t.viewport.prepend(t.loader),n.css({width:"horizontal"==t.settings.mode?100*t.children.length+215+"%":"auto",position:"relative"}),t.usingCSS&&t.settings.easing?n.css("-"+t.cssPrefix+"-transition-timing-function",t.settings.easing):t.settings.easing||(t.settings.easing="swing"),m(),t.viewport.css({width:"100%",overflow:"hidden",position:"relative"}),t.viewport.parent().css({maxWidth:h()}),t.settings.pager||t.viewport.parent().css({margin:"0 auto 0px"}),t.children.css({float:"horizontal"==t.settings.mode?"left":"none",listStyle:"none",position:"relative"}),t.children.css("width",g()),"horizontal"==t.settings.mode&&t.settings.slideMargin>0&&t.children.css("marginRight",t.settings.slideMargin),"vertical"==t.settings.mode&&t.settings.slideMargin>0&&t.children.css("marginBottom",t.settings.slideMargin),"fade"==t.settings.mode&&(t.children.css({position:"absolute",zIndex:0,display:"none"}),t.children.eq(t.settings.startSlide).css({zIndex:50,display:"block"})),t.controls.el=r('
'),t.settings.captions&&k(),t.active.last=t.settings.startSlide==v()-1,t.settings.video&&n.fitVids();var e=t.children.eq(t.settings.startSlide);"all"==t.settings.preloadImages&&(e=t.children),t.settings.ticker?t.settings.pager=!1:(t.settings.pager&&E(),t.settings.controls&&C(),t.settings.auto&&t.settings.autoControls&&T(),(t.settings.controls||t.settings.autoControls||t.settings.pager)&&t.viewport.after(t.controls.el)),d(e,f)},d=function(e,t){var n=e.find("img, iframe").length;if(0!=n){var i=0,o=function(){++i==n&&t()};e.find("img, iframe").each((function(){var e=r(this);if(e.is("img")){var t=new Image,n=!1;return r(t).on("load",(function(){n||(n=!0,setTimeout(o,0))})),t.src=e.attr("src"),void setTimeout((function(){t.width&&!n&&(n=!0,setTimeout(o,0))}),0)}e.on("load",(function(){setTimeout(o,0)}))}))}else t()},f=function(){if(t.settings.infiniteLoop&&"fade"!=t.settings.mode&&!t.settings.ticker){var e="vertical"==t.settings.mode?t.settings.minSlides:t.settings.maxSlides,i=t.children.slice(0,e).clone().addClass("bx-clone"),o=t.children.slice(-e).clone().addClass("bx-clone");n.append(i).prepend(o)}t.loader.remove(),b(),"vertical"==t.settings.mode&&(t.settings.adaptiveHeight=!0),t.viewport.height(p()),n.redrawSlider(),t.settings.onSliderLoad(t.active.index),t.initialized=!0,t.settings.responsive&&r(window).bind("resize",W),t.settings.auto&&t.settings.autoStart&&B(),t.settings.ticker&&H(),t.settings.pager&&L(t.settings.startSlide),t.settings.controls&&P(),t.settings.touchEnabled&&!t.settings.ticker&&I()},p=function(){var e=0,n=r();if("vertical"==t.settings.mode||t.settings.adaptiveHeight)if(t.carousel){var o=1==t.settings.moveSlides?t.active.index:t.active.index*y();for(n=t.children.eq(o),i=1;i<=t.settings.maxSlides-1;i++)n=o+i>=t.children.length?n.add(t.children.eq(i-1)):n.add(t.children.eq(o+i))}else n=t.children.eq(t.active.index);else n=t.children;return"vertical"==t.settings.mode?(n.each((function(t){e+=r(this).outerHeight()})),t.settings.slideMargin>0&&(e+=t.settings.slideMargin*(t.settings.minSlides-1))):e=Math.max.apply(Math,n.map((function(){return r(this).outerHeight(!1)})).get()),e},h=function(){var e="100%";return t.settings.slideWidth>0&&(e="horizontal"==t.settings.mode?t.settings.maxSlides*t.settings.slideWidth+(t.settings.maxSlides-1)*t.settings.slideMargin:t.settings.slideWidth),e},g=function(){var e=t.settings.slideWidth,n=t.viewport.width();return 0==t.settings.slideWidth||t.settings.slideWidth>n&&!t.carousel||"vertical"==t.settings.mode?e=n:t.settings.maxSlides>1&&"horizontal"==t.settings.mode&&(n>t.maxThreshold||nClara Zetkin komünist bir aktivist ve kadın hakları savunucusuydu. 1910 yılında Kopenhag’da toplanan Uluslararası Emekçi Kadınlar Konferansı’nda “Dünya Kadınlar Günü” fikrini önerdi. Zetkin’ in önerisi, konferansa katılan 17 farklı ülkeden 100 kadın tarafından oy birliği ile kabul edildi.
İlk uluslararası etkinlikler 1911’de Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’ de düzenlendi. Dünya Kadınlar Günü'nün 100. yıldönümü 2011 yılında büyük organizasyonlarla kutlandı. Özetle, Dünya Kadınlar Günü kadın hakları hareketinde bir odak noktası oldu.
Bugün neredeyse tüm dünyada ses getiren eylemlere sahne olan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün kökeni, 19. yüzyılın sonlarında sanayileşmenin getirdiği ağır çalışma koşullarına ve kadınların oy hakkı gibi temel haklardan mahrum bırakılmış olmasına dayanıyor. 8 Mart 1857’ de ABD’nin New York kentinde tekstil işçisi kadınlar, daha iyi çalışma şartları talebiyle greve çıktı. Ancak, polis müdahalesi ve çıkan yangın sonucunda birçok kadın yaşamını yitirdi.
Bu trajedinin ardından, kadınların hak mücadelesi yıllar içinde büyümeye devam etti. 28 Şubat 1909’da, New York’ta 15.000 kadın işçi, daha iyi çalışma koşulları ve eşit haklar talebiyle büyük bir yürüyüş düzenledi. Kadınların mücadelesini destekleyen Amerikan Sosyalist Partisi, bu günü "Ulusal Kadınlar Günü" ilan etti.
Bu olaydan yıllar sonra, yukarıda da anlattığım gibi, 26-27 Ağustos 1910’da Danimarka’nın Kopenhag kentinde düzenlenen Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Almanya Sosyal Demokrat Partisi üyesi Clara Zetkin, “Kadınlar Günü” ile ilgili önerisini sundu. Zetkin’in önerisi kabul edilerek, kadın hakları mücadelesini simgeleyecek bir gün belirlenmesi kararlaştırıldı.
1917’de Sovyet Rusya’da kadınlar oy hakkı kazandıktan sonra 8 Mart Ulusal Bayram oldu. Kadınlar Günü, 1967’de feminist hareket tarafından benimseninceye dek, ağırlıklı olarak sosyalist hareketler ve komünist ülkeler tarafından kutlandı. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1977 tarihinde aldığı karar ile de; diğer ülkeler, kendi geleneklerine ve tarihlerine uygun bir günü uluslararası Kadın Hakları ve Uluslararası Barış Günü ilan etmeye davet edildi.
Birleşmiş Milletler’in Dünya Kadınlar Günü’nü kabul etmesi ile, bu özel gün resmiyet kazanmış oldu. BM, bu tarihten itibaren, her yıl için özel bir tema belirlemeye başladı. Belirlenen ilk tema “Geçmişi Kutlamak, Geleceği Planlamak” idi. Bu yılın teması ise, “Eylemi Hızlandır” (Accelerate Action).
Dünya Kadınlar Günü, özünde kadınların süregelen toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda farkındalık yaratılmasını amaçlayan; kadınların toplumda, siyasette ve ekonomide kat ettikleri mesafenin kutlandığı özel bir gün. Kadınlar için 8 Mart; hak, eşitlik, özgürlük ve dayanışmayı temsil ediyor. Her 8 Mart’ta çeşitli etkinlikler düzenlenerek bu mücadele dile getiriliyor.
Özgül Öğrenme Güçlüğü ya da bozukluğu, normal veya normalin üstünde zekâya sahip olduğu halde; konuşma, dinleme, okuma, yazma, mantık yürütme ve matematik becerilerinin kazanılması ve uygulanmasında zorlukların belirgin olduğu nörogelişimsel bir bozukluk.
Özgül Öğrenme Güçlüğü; çocuğun potansiyel öğrenme kapasitesi ile gerçekleştirdiği akademik performans arasında farklı alanlarda (okuma, matematik, yazma ve henüz belirlenmemiş diğer beceriler) bazı uyumsuzluklar içeriyor. Bu uyumsuzluklar, çocuğun yaşı ve doğuştan gelen zekâ seviyesi ile örtüşmüyor ve kültürel veya eğitsel eksiklikler gibi dışsal nedenlerle de izah edilemiyor.
Öğrenme ve algılamayla ilgili bu sorun, hayat boyu devam ediyor. Ancak, Özgül Öğrenme Güçlüğü’ nü hastalık olarak ele almak doğru değil. Beyin fonksiyonlarındaki bu aksama, farklılık ya da özel bir durum olarak kabul ediliyor.
Özgül Öğrenme Güçlüğü, dil becerilerinde (heceleme ve okuma gibi) veya çözümleme becerilerinde zorluk yaşayan çocukları etkiliyor. Okul çağındaki çocuklardaki görülme sıklığı %5-14, yetişkinlerde görülme sıklığı ise %4 olan bu bozukluk, erkek çocuklarda kız çocuklara göre daha yaygın. Genelde,
olarak üç başlıkta ele alınan Özgül Öğrenme Güçlüğü; çoğunlukla çocukların ilkokula başladıkları dönemde, okuma yazmada yaşanan zorluklarının ortaya çıkması ile fark ediliyor. Ancak okul öncesi dönemde de bu bireylerde dil gelişimi, dikkat, motor gelişim konularının yanı sıra; sosyal ve duygusal alanda da bir takım sorunlar yaşanabiliyor. Bu belirtilerin aileler ve uzmanlar tarafından doğru değerlendirilip ele alınması, tanı ve uygun tedaviye başlanması açısından büyük önem taşıyor.
Özgül Öğrenme Güçlüğü ile ilişkili belirtiler, araştırmacılar tarafından 1800’lü yılların ikinci yarısında tanınmaya başlandı. Başlangıçta beyin hasarı sonucu okuma, dili kullanma ve kendini ifade etme becerilerinde kayıp ile giden nörolojik bir tablo olarak tanımlanmış ve bunun sonradan kazanılan bir sorunlu durum olduğu varsayılmıştı. Alman Profesör Kussmaul, 1877’de görme ve konuşma sorunu olmayan ve zihinsel kapasiteleri yeterli olduğu halde okuyamayan kişiler için ‘kelime körlüğü’ terimini kullanmış; ardından gelen araştırmacılar da benzer terimleri benimsemişlerdi. İleriki yıllarda da bozukluğun sadece sonradan meydana gelen hasarla değil, doğuştan gelen nedenlerle de olabileceği belirtilerek; “konjenital kelime körlüğü” terimi kullanılmıştı.
İlk kez 1925 yılında Dr. Samuel Orton; dinleme, konuşma, okuma ve yazmayı dilin çeşitli bileşenleri olarak düşünmüş ve bunlara ait gelişimsel sendromlar tanımlamıştı. Bu sendromları da; “gelişimsel okuyamama”, “gelişimsel kelime sağırlığı”, “özgül yazma güçlüğü” ve “okuma gecikmesi” olarak adlandırmıştı.
Öğrenme güçlüğü terimi ilk kez 1960’lı yıllarda kullanılmaya başlandı. Bu terim ile nörolojik, duygusal ya da davranışsal bozukluklardan kaynaklanan; konuşma, dil, okuma-yazma, aritmetik becerilerden bir ya da daha fazlasında gecikme veya bozulma olması ifade ediliyordu. Öğrenme bozuklukları; psikiyatrik bozuklukların tanı sınıflandırma sistemlerinde ilk olarak 1980’de, “özgün gelişimsel bozukluklar” kategorisinde sınıflandırıldı. Alt grupları ise; “gelişimsel okuma bozukluğu”, “gelişimsel aritmetik bozukluğu”, “gelişimsel dil bozukluğu”, “gelişimsel artikülasyon bozukluğu” ve “karma gelişimsel bozukluk” olarak tanımlandı. Sonrasında da aynı tanımlama, tanı sınıflandırma sistemlerinde güncellenerek, günümüze dek devam etti. Yani bugün de geçerliliğini, aynı ana hatlarla, korumayı sürdürüyor.
Geçtiğimiz günlerde Çağın Göz Hastanesi’nden aldığım bir iletiden öğrendiğime göre, günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız baş ağrıları çoğu zaman göz sağlığı ile ilişkiliymiş. Oysa ki pek çoğumuz, baş ağrısının sadece yorgunluk, stres ya da migren gibi genel sebeplerden kaynaklandığını düşünüyoruz. Ancak, göz sağlığı ile bağlantılı baş ağrıları genellikle göz ardı ediliyor ve bu durum birçok bireyin yaşam kalitesini ciddi şekilde olumsuz etkileyebiliyor.
Baş ağrısı göz sağlığı ile ilgili olduğu zaman, genellikle, gözlerdeki zorlanma ve rahatsızlıklardan kaynaklanıyor. Göz sağlığımız, görme fonksiyonlarını etkileyebilecek birçok farklı durumu içeriyor. Bu durumlar; göz kaslarının aşırı çalışmasına, görsel odaklanma sorunlarına veya göz içindeki basınç (göz tansiyonu) artışına yol açabiliyor. Göz sağlığına dair yaşanan bu sorunlar da baş ağrılarını tetikleyebiliyor. Bu durum, kişi üzerinde hem fiziksel hem de psikolojik baskı oluşturuyor.
Miyopi, hipermetropi veya astigmatizm gibi görme bozuklukları; gözün ışığı doğru şekilde odaklayamaması sonucunda ortaya çıkıyor. Göz, görüntüleri doğru şekilde algılayabilmek için daha fazla çaba harcamak zorunda kalıyor. Bu sürekli çaba, göz kaslarının aşırı çalışmasına neden oluyor ve baş ağrısı yaratabiliyor. Özellikle gözlük veya lens kullanmayan ya da yanlış numara kullanan kişilerde, bu gibi rahatsızlıklara daha sık rastlanabiliyor. Oysaki gözlük ya da lens kullananlar için, kullandıkları numaraların doğruluğu büyük önem taşıyor. Uygun olmayan gözlük numaraları ya da yanlış lens seçimi, gözün sürekli olarak odaklanmaya çalışmasına yol açıyor. Bu da göz kaslarının gerginleşmesine ve baş ağrılarının oluşmasına neden olabiliyor. Ayrıca lenslerin düzgün takılmaması veya bakımlarının yapılmaması da gözde rahatsızlık oluşturabiliyor ve baş ağrılarına yol açabiliyor.
Teknolojinin hayatımızın her alanına entegre olmasıyla birlikte; bilgisayarlar, tabletler ve telefonlar gibi ekranlara uzun süre bakmak göz kaslarını yoruyor. Dijital göz yorgunluğu genellikle sokakta, alında hissedilen baş ağrılarıyla kendini gösteriyor. Ayrıca gözlerde kuruluk, bulanık görme ya da gözlerde batma gibi rahatsızlıklar da bu ağrılara eşlik edebiliyor.
Göz içi basıncının normalden yüksek olması, Glokom adı verilen bir durumu ortaya çıkarabiliyor. Glokom, gözde baskı hissine, görme kaybına ve baş ağrılarına yol açabiliyor. Bu hastalık çoğu zaman belirti vermediği için, erken teşhis oldukça büyük önem taşıyor. Zira göz içi basınç arttıkça, görme sinirlerinde kalıcı hasar meydana gelebiliyor ve bu durum ilerleyen dönemlerde kalıcı görme kaybına neden olabiliyor. Baş ağrılar, özellikle göz çevresinde yoğun bir baskı hissi ile birleştiğinde, glokom habercisi olabiliyor. Bu da derhal bir göz doktoruna müracaat edilmesi gereğine işaret ediyor.
Konverjans yetmezliği; göz kaslarının, özellikle de medial rektus kasının, yakın mesafedeki nesnelere odaklanırken gerektiği kadar etkili bir şekilde kasılamaması durumunu gösteriyor. Normalde bir nesneye yakın mesafede odaklanırken, gözler doğal olarak birbirine yaklaşıyor. Ancak konverjans yetmezliği yaşayan kişilerde, bu kaslar yeterince güçlü çalışmadığından, gözler paralel kalamıyor Bu durum, bulanık görmeye ve göz yorgunluğuna neden oluyor; özellikle yakın mesafelere odaklanmaya çalışırken de baş ağrıları gibi şikayetlere yol açabiliyor.
Baş ağrıları, göz kaslarının yeterince uyumlu çalışmaması nedeniyle, gözlerdeki gerilme ve yorgunluktan da kaynaklanabiliyor. Genellikle uzun süre yakın odaklanma gerektiren aktivitelerden sonra, baş ağrıları daha belirgin hale gelebiliyor
Presbiyopi yaşlanmaya bağlı olarak yakın mesafedeki nesnelerin net bir şekilde görülmemesi durumunu ifade ediyor. Bu durum hipermetropi ile benzer semptomlar gösteriyor olsa da, sebepleri farklı. Hipermetropide gözün ön kısmı (kornea) ile arka kısmı (retina) arasındaki mesafe kısa ya da göz merceği düzleşmiş oluyor. Ve bu da genellikle genetik bir durumdan kaynaklanıyor. Presbiyopi ise, göz merceğinin esnekliğinin yaşla birlikte azalması nedeniyle meydana geliyor. Esneklik kaybı kişilerin yakın mesafedeki nesnelere odaklanmasını zorlaştırıyor. Presbiyopinin belirtileri arasında; özellikle yakın okumalar veya detaylı işler sırasında gözlerdeki zorlanmaya bağlı olarak baş gösteren ağrılar, gözlerde yorgunluk, genel bitkinlik hissi ve yakın mesafede bulanık görme yer alıyor. Ve unutmayalım ki, uzun süre yakın odaklanma gerektiren aktiviteler baş ağrılarının daha da şiddetlenmesine yol açabiliyor.
Kadın ve Demokrasi Vakfı (KADEM), medeniyetimizin önemli yapı taşlarından biri olan ve sosyal yapının şekillenmesinde büyük rol oynayan vakıflardan ilham alarak, 2015 yılında kuruldu. Toplumda kadınların birikimlerini ve yeteneklerini daha verimli kullanabilecekleri uygun zeminler oluştuk amacıyla çalışan Vakıf; bireysel ve toplumsal farkındalığı yüksek, özgüven sahibi ve nitelikli bireyler yetiştirmeyi hedefliyor.
KADEM, ilk çalışmalarına başladığı 8 Mart 2013 tarihinden bu yana, kadının onuru ile yaşayabileceği güvenli bir toplum ve âdil bir gelecek inşa edebilmek için çalışan; “varoluşta eşitlik, sorumlulukta adalet” ilkesini savunan bir sivil toplum kuruluşu. Kuruluş; kadın hakları ve aileyi ilgilendiren konularda uygulanabilir ve kalıcı çözümler üreterek, adalet merkezli bir söylem oluşturma amaçlı çalışmalar yapıyor.
Toplumsal hayatın her alanında kadının temsilini güçlendirmeyi hedefleyen KADEM’ in üzerinde çalıştığı temel odak noktaları ise:
KADEM’ in DEĞERLERİ’ ne gelecek olursak;
KADEM’in “İnovasyonda Kadın Projesi”, kadınların girişimcilik yeteneklerinin artırılması ve nitelikli istihdam oluşturma potansiyeline sahip girişimlerin desteklenmesi amacıyla düzenleniyor. Bu proje ile, kadın girişimciler; biyoteknolojiden yazılıma, yapay zekâdan sağlık, gıda ve tarım teknolojilerine kadar geniş bir yelpazede destekleniyor. Proje kapsamında girişimcilik kamplarına katılan kadın girişimci adaylarına; fikirden plana ve plandan teşebbüse uzanan süreçte nakdi ve ayni destekler sağlanıyor.
2015 yılından bu yana yedi kez “ İnovasyonda Kadın Girişimcilik Kampı” gerçekleştirilmiş bulunuyor. Girişimciler kamp süresince fikirlerini nasıl geliştirecekleri, sektörde nasıl yer bulacakları konusunda bilgi sahibi oluyorlar. Kamp sonunda en başarılı girişimcilere nakit ödüller veriliyor. Mentörlük ve tecrübe paylaşımı ile, girişimcilere bir hafta süren kapsamlı eğitimler sunuluyor.
Bu eğitimler arasında:
gibi eğitimler bulunuyor.
Türk Sanat Müziği’nden hoşlanıyor musunuz? Eğer hoşlanıyorsanız, “Kimseye Etmem Şikâyet” adlı eseri mutlaka dinlemişsinizdir. Peki, ya hikâyesini biliyor musunuz bu güzel eserin?
Henüz 13 yaşındayken zorla evlendirilen bir kız çocuğunun haykırışları yatar bu şarkının dizelerinde. Bu çocuk, II. Abdülhamit döneminin Nafıa ve Ziraat Nazırı Köse Mehmed Raif Paşa’nın kızı İhsan Raif’tir.
İleride tanınmış kadın şairlerimizden biri olacak İhsan Raif Hanım 1877’de Beyrut’ta dünyaya gelir. İlk çocukluk yılları Adana’da geçer. Çocuklarının eğitimine çok önem veren baba Raif Paşa, onlara özel hocalardan müzik, edebiyat ve Fransızca dersleri aldırır. İhsan Raif’in edebiyata ilgisi daha o yıllarda başlar.
Ziraat Nazırı Köse Mehmed Raif Paşa ve ailesi İstanbul’a gelişlerinde, bugün Şişli Kaymakamlığı olarak hizmet veren Taş Konak’ta yaşamaya başlar. O günlerde henüz 13 yaşında olan İhsan Raif ve ablası Belkıs bir gün birlikte oynarlarken birdenbire odalarının kapısı açılır ve içeriye o güne kadar hiç görmemiş oldukları bir adam girer. Bu kötü niyetli adam İhsan Raif’i kaçırmak ister, ancak çocukların çığlıklarıyla koşarak kaçar. Kısa bir süre içinde eve giren bu adamın reji memuru Mehmet Ali olduğu ve küçük kızı kaçırabilmek için evdeki hizmetkârlardan yardım aldığı anlaşılır. Raif Paşa bu olayı temizlenmesi gereken bir namus meselesi olarak görür ve İhsan Raif’i, kızının ve diğer aile fertlerinin itirazlarına ve yalvarmalarına aldırmadan, evlendirmeye karar verir. Böylece, 13 yaşındaki küçük kız hiç acımaksızın Mehmet Ali ile evlendirilir ve bir sürgün havasında İzmir’e yollanır.
“Kimseye etmem şikâyet; ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…”
Kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu olan Kadın Emeğini değerlendirme Vakfı (KEDV); dar gelirli kadınların yoksullukla mücadeledeki uzmanlıklarına ve hem ailelerini hem de toplumu geliştirme-dönüştürme güçlerine duyduğu inançla, onlarla ilkeli bir ortaklık anlayışıyla çalışıyor. Tüm projelerini onların ve çevrelerinin sinerjisiyle geliştiriyor ve bu doğrultuda yerel yönetimler ve toplumdaki diğer aktörlerle işbirliği yapıyor.
KEDV, eşitsizliklerin ve yoksulluğun var olmadığı bir toplum oluşturmayı hedefliyor. Bunun başarılmasının temelinde; tabandaki kadınların aktif vatandaşlıklarının ve katılımcı liderliklerinin yerel, ulusal ve bölgesel düzeylerde uygulanması ve içinde yaşadıkları topluluklar ile toplumları dönüştürme becerilerinin güçlendirilmesi yer alıyor. KEDV, bu bağlamda; Türkiye’deki kadınların ve kadın örgütlerinin hem ekonomik, politik ve sosyal değişimin öncüleri hem de güçlü, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir toplumu oluşturacak hareketlerin yerel, ulusal ve uluslararası liderleri olmaları için tabandan güçlendirilmelerini hedefliyor.
KEDV bu hedefe ulaşmak için 3 ana program altında yürütüyor çalışmalarını:
Hepimizin bildiği gibi 6 Şubat 2023’ te meydana gelen depremler; Türkiye' de en az 50 bin kişinin ölümüne, 100 binden fazla kişinin de yaralanmasına yol açtı. Bu afetten 9,1 milyon kişi doğrudan etkilendi. 3 milyon kişi evini terk etmek zorunda kaldı. Yaklaşık 300 bin bina hasar gördü ya da tamamen yıkıldı.
KEDV’ de, doğal olarak, bu süreçte deprem bölgesindeki çalışmalarına ağırlık vermiş bulunuyor. Ancak bu konuyu bir başka yazıda ele alacağım.
Kadın Emeği değerlendirme Vakfı’nın da üyesi bulunduğu Oxfam Konfederasyonu, 2015 yılından bu yana her yıl Küresel Eşitsizlik Raporu hazırlıyor ve yayımlıyor. Oxfam, daha eşit bir dünya için adaletsizlikle mücadele eden insanları kapsayan küresel bir hareket. Binlerce ortağı ve müttefiki ile 79 ülkenin farklı bölgelerinde faaliyet gösteriyor. İnsanlarının daha iyi hayatlar inşa etmeleri, dayanıklılıklarını artırmaları ve kriz zamanlarında yaşamları ve geçim kaynaklarını korumaları için topluluklara destek veriyor.
Oxfam, süreklilik gösteren çözümler istediğinden, insanları fakirliğe ve adaletsizliğe mahkum eden eşitsizliklerle savaşıyor. Ve bunu yaparken sadece semptomları değil, sistemlerin kendisini ele alarak; gerçek, uzun ömürlü değişim için mücadele ediyor.
Oxfam, sosyal adalete yönelik küresel bir hareketin parçası olarak adil ve sürdürülebilir bir dünya kurabilmeyi amaçlayarak yürütüyor çalışmalarını.
Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL); ülkemizin doğa, tarihsel ve kültürel varlıklarını korumak amacıyla 1990 yılında, benim de tanıma şerefine nail olduğum, Prof. Dr. Metin Sözen ve arkadaşları tarafından vakıf statüsünde kuruldu.
1975, dünyanın pek çok yerinde koruma ve yaşatma bilincinin ilk defa kuramsal düzeyde ortaya atıldığı, “ortak miras” kavramının ilk kez dillendirildiği bir yıl oldu. Öğrencilik yıllarından itibaren Anadolu’nun doğal ve kültürel zenginliğinin ardına düşen Metin Sözen de, yarım yüzyıl boyunca sürdüreceği koruma serüveninin ilk somut sonuçlarını işte o dönemde aldı. 1975’lerde Batı Karadeniz’in Safranbolu kasabasında başlatılan koruma-yaşatma çalışmalarının kentin UNESCO Dünya Mirası Listesine girmesiyle sonuçlanması, Metin Sözen ve arkadaşlarını hedeflerinden birine ulaştırmış oldu.
Bu süreç, Prof. Dr. Metin Sözen ve çalışma arkadaşlarının 1990 yılında ÇEKÜL Vakfı’ nı kurmalarının yolunu açtı. ÇEKÜL Vakfı çatısı altında devam eden koruma-yaşatma hareketi, pek çok farklı ölçekte kente yayılmaya başladı.
Kuruluşundan itibaren doğa-kültür-insan arasındaki yaşamsal uyumun savunucusu olan ÇEKÜL; “Doğa ve Kültürle Varız” sloganıyla yaşama geçirdiği proje ve programlarla, en küçük yerleşmeden ülke bütününe açılan bir yaklaşımı benimsiyor.
Ülkemiz’ in dört bir tarafındaki küçüklü büyüklü kentte, koruma hareketini koruma seferberliğine dönüştürerek tarihi dokunun çağdaş kentle ilişkilendirilmesine; kentlere kültür öncelikli bir gelecek vizyonu kazandırılmasına öncülük ediyor.
Doğal doku kaybolmaya başladığında insanın yaşam alanının da tükendiği, kültürel mirasını da yitirmeye başladığı bilinciyle hareket ederek; toprağı, yeşili korumak ve çoğaltmak için İstanbul’da başladığı ağaçlandırma çalışmalarını Anadolu’nun her karışına yaymak için çalışıyor.
ÇEKÜL Vakfı bu yıl Sevgililer Günü’nde sevgimizi kalıcı kılacak ve doğaya değer katacak anlamlı bir hediye alternatifi sunuyor.
Dünya Tütüne Hayır Günü (WNTD – World No Tobacco Day (Dünya Sigarasız Günü, Dünya Tütünsüz Günü ya da Dünya Sigarayı Bırakma Günü); Dünya Sağlık Örgütü (WHO – World Health Organization) üye devletlerince 1987 yılından bu yana her yıl, dünya genelinde anılan önemli bir gün. Üye devletlerin çoğu bu özel günü her yıl 31 Mayıs tarihinde anarken, Türkiye’ de “Dünya Sigarayı Bırakma Günü” olarak 9 Şubat seçilmiş bulanıyor.
Dünya Sigarayı Bırakma Günü’ nün amacı, sigaranın insan sağlığı üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı küresel farkındalık yaratmak. Tütün kullanımını azaltmak için başlatılan bu gün, dünya çapında büyük bir mücadelenin simgesi haline gelmiş durumda. 2024'te DSÖ tarafından yayımlanan raporda, sigara kullanımındaki küresel düşüş ve alınan önlemler vurgulanmış bulunuyor.
2025 yılı Dünya Sigarayı Bırakma Günü kampanyası, tütün, nikotin ve bunlarla ilgili endüstrilerin zararlı ürünlerini renkli ambalajlar, cezbedici kokular ve göz alıcı pazarlama teknikleriyle özellikle çocuklar ve gençler için cezbedici hale getirmede kullandıkları sinsi stratejilere dikkat çekiyor. Dünya Sigarayı Bırakma Günü’ nün bu yılki sloganı, “Cazibesinin maskesini düşür”; hashtag #TütünÇıplakKaldı (Unmask the appeal #TobaccoExposed)
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre dünyada 1,3 milyar kişi tütün ürünü kullanıyor. Tütün ürünü kullananların %80’i genellikle yoğun tütün endüstrisi müdahalesi ve pazarlamasının hedefi olan düşük ve orta gelirli ülkelerde yaşıyor. Bu ülkeler aynı zamanda tütün ürünü kullanımına bağlı hastalık ve ölüm yükünün de en yüksek olduğu ülkeler. Tütün ürünü kullanımı hane halkı harcamalarını, gıda ve barınma gibi temel ihtiyaçlardan tütün ürünlerine yönlendirerek yoksullaştırmaya da sebep oluyor. Ülkemizde 15 yaş üzeri nüfusta tütün ürünü kullanmayanlar toplumun yaklaşık % 70’ini oluşturuyor. Tütün ürünü kullanmayanların toplumun çoğunluğunu oluşturuyor olmasına karşın, tütün ürünü kullanımının yoğunluğu ve görünürlüğü oldukça yüksek.
Dünyada her gün 22 bin kişi olmak üzere yılda 8 milyondan fazla kişi tütün ürünü kullanımına bağlı hastalıklar sebebiyle yaşamını yitiriyor. Bu ölümlerin 7 milyondan fazlası doğrudan tütün kullanımının sonucu iken, 1,2 milyondan fazla kişi de tütün ürünü kullandığı için değil tütün ürününün dumanına maruz kaldığı için hayatını kaybediyor.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyadaki çocukların yarısı tütün dumanıyla kirlenmiş havayı soluyor ve her yıl 65 bin çocuk pasif etkilenimin yol açtığı hastalıklar sebebiyle yaşamını yitiriyor. Hamilelik döneminde tütün ürünleri kullanmak, bebekler için ömür boyu sürecek çeşitli sağlık sorunlarına yol açıyor. Özetle, tütün ürünleri pasif etkilenim yoluyla kullanmayanlar için de ölümcül zararlar veriyor. Elektronik sigara, nargile, ısıtılmış tütün ürünleri gibi her türlü tütün ürünleri zararlı. Bu ürünler, içeriliklerindeki kanserojen maddeler nedeniyle ciddi sağlık sorunları yaratıyorlar.
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de en yaygın kullanılan bağımlılık yapıcı madde olan tütün ürünleri; kanser, kalp damar hastalıkları, KOAH gibi pek çok önlenebilir hastalık ve erken ölüm sebepleri arasında ilk sırada yer alıyor.