12 Ağustos 2001
DNA testi sayesinde büyük esrarları çözmesiyle ünlü İngiliz genetikçi, şu anda yeryüzünde yaşayan, anne tarafından en uzak iki akrabayı tespit etmeyi başardı. Biri Cook Adaları'nda yaşayan bir balıkçı; diğeri ise Galler'de okul hademesi. Her ikisi de 140 bin yıl önce yaşamış bir kadının soyundan geliyor. Bizler de dahil olmak üzere, şu anda yaşayan bütün dünyalılar ise balıkçıyla hademeye göre daha yakın akrabayız. Hepimiz tarih öncesinde yaşamış yedi kadının torunlarıyız.
BEŞ bin yıl önce İtalyan Alpleri'nde rahmetli olan Buzadam Ötzi'nin halen yaşayan akrabalarını bulan da o, 9 bin yıllık Cheddar Adamı iskeletini torunuyla buluşturan da o. Ekaterinburg'un köylerinden birinde bulunan kemiklerin, Rus Çarı İkinci Nikola ve ailesine ait olduğunu yüzde yüz kesinlikle tespit eden de aynı kişi. Oxford Üniversitesi Moleküler Tıp Enstitüsü'nden genetikçi Bryan Sykes.
Sykes, DNA ve insan evrimi alanında önde gelen otoritelerden. İnsan genetiğinde mitokondrial DNA'nın (mtDNA) izini sürüyor. Mitokondrial DNA, hücre çekirdeğindeki DNA'nın aksine, sadece anneden çocuğa geçiyor. Erkek çocuklar da bu DNA'yı anneden alıyor, ancak bir sonraki kuşağa devretmiyor. Mitokondrialar, yaşayan her hücrede barınan ve oksijenin işlemden geçmesini kolaylaştıran minik yapılar.
Bu yapıların içindeki DNA'nın, insanın görüntüsü ya da evrimi üzerinde herhangi bir etkisi yok. Ancak çok geniş kitleler üzerinda araştırma yapıldığı takdirde, anne tarafından akrabalıklara ilişkin bir harita çıkarılmasına yardımcı oluyor.
İşte Cook Adaları'nda yaşayan balıkçı Teri Tupuaki ile Galler'deki küçük bir kasaba okulunda hademelik yapan Gwyneth Roberts arasında, 140 bin yıl öncesine dayanan çok çok uzak akrabalık ilişkisi de bu mtDNA testi sayesinde ortaya çıkıyor. Polinezya yerlilerinden Afrikalı kabile mensuplarına kadar binlerce kişiden kan örneği alıp test eden Sykes, araştırmaları sonunda, şu anda dünya üzerinde yaşayan herkesin yedi ayrı kadının soyundan gelen akrabalar olduğu sonucuna varıyor. Ve araştırmasının sonuçlarını ‘‘Havva'nın Yedi Kızı’’ adlı kitaba aktarıyor.
SADECE AVRUPA DEMİŞTİ
Uzak ve yakın akrabalıklar, mtDNA'da kuşaklar boyu meydana gelen mutasyonlar sayesinde belirleniyor. Örneğin şu anda yaşayan iki kişinin mtDNA'sı tek bir mutasyonla farklılık gösteriyorsa, ikisinin anne tarafından ortak atası (ata deyince erkek gibi duruyor ama, aslında kadın) yaklaşık 10 bin yıl önce yaşamış olarak hesaplanıyor. İki mutasyonlu farklılık, 20 bin yıl önceki ortak ataya işaret ediyor. Bu böyle katlanarak gidiyor. Hesaptan kolaylıkla anlaşılacağı gibi, Teri ile Gwyneth'in mtDNA'larında 14 mutasyon bulunuyor.
Araştırmanın ilk sonuçları geçen yılın nisan ayında açıklandığında bütün Avrupalıların, Afrika kökenli yedi ayrı kadının soyundan geldiğini öğrenmiştik. Ancak o tarihten bu yana çalışmalarına devam eden Sykes sonunda herkesi akraba çıkardı.
Afrika'dan çıkıp Ortadoğu üzerinden Avrupa'ya, oradan yeryüzüne yayılan kadınların soyundan gelen sürpriz akrabalar, farklı iklimlerin farklı renklerin insanları. Sykes bir Polinezyalı ile Edinburgh'lu bir öğretmende ortak DNA tespit ediyor. Sonra da bir Koreli'yle Norveçli balıkçı arasında. Bir Afrikalı'yla bir İngiliz çiftçide de ortak DNA buluyor. İskoçya'nın ıssız bir adasında yaşayan iki balıkçının ortak atalarının da Sibiryalı olduğu anlaşılıyor. Ancak tuhaf bir durum; biri Finlandiya, diğeri ise Brezilya üzerinden Sibiryalı çıkıyor.
Kızlardan ikisi, BB ve JLo'nun aynısı
BUGÜN dünya üzerinde yaşayan bütün insanların yedi kadının soyundan geldiği tezini ortaya atan İngiliz genetikçi Bryan Sykes, bu kadınların hepsine birer isim vermiş. Ursula, Xenia, Tara, Helena, Katrine, Valda ve Jasmine. Sykes, efsane kahramanlarını andıran bu kadın isimlerini kişileştirmek için, kimini ünlü aktrislerle özdeşleştiriyor, kimine de kişisel özellikler yüklüyor. Örneğin Helena, Brigitte Bardot endamına ve gülümsemesine sahip. 42 yaşında ölmüş. Velda da aynı Jennifer Lopez. Ayrıca annesi fazla horlarmış. Parnassus Dağı'nda doğan Ursula esmer ve güçlü, yapılı bir kadınmış. Xenia 25 bin yıl önce yaşamış. Tara flüt çalar, Katrine kurtlarla avlanırmış. Jasmine ise tarım devriminin başlamasına katkıda bulunmuş. Sykes bu öykülerin tamamen kurmaca olduğunu itiraf ediyor, yaşadıkları yer ve zamanla ilgili bilgilerin de tartışmaya açık olduğunu belirtiyor.
220 pounda herkesin atasını buluyor
OXFORD Üniversitesi'nden Bryan Sykes, genetik alanındaki bilimsel çalışmalarıyla sadece insanoğlunun soyağacına ışık tutmakla kalmıyor, bulgularını paraya dönüştürmeyi de çok iyi başarıyor. Sykes'e başvurarak, Havva'nın yedi kızından hangisinin soyundan geldiğinizi tespit ettirmeniz mümkün. Bunun için ‘‘www.oxfordancestors.com’’ sitesine girmek ve 220 pound ödemek gerekiyor. Bir çekle birlikte, yanak derisinden keseleyerek alınmış minik parçaları gönderiyorsunuz.Sykes bu örnek üzerinde mtDNA testi yapıyor ve binlerce yıl önceki büyük-büyük-büyük annenizi buluyor.
Çeki aldıktan sonraki 28 gün içinde de hangi soydan geldiğinizi bildiren resmi sertifikayı yolluyor. Sykes'in bu işte çok usta olduğu kesin. Çünkü, İngiltere'nin Cheddar Gorge bölgesinde bulunduğu için Cheddar Adamı denilen 9 bin yıllık iskeletin bugün yaşayan torununu ortaya çıkarmıştı. Aynı bölgeden DNA örnekleri topladıktan sonra, 42 yaşındaki tarih öğretmeni Adrian Targett'in Cheddar Adamı'nın torunu olduğunu tespit etmişti.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2001
Meksika Hazinesi ne zaman dövize sıkışsa, gözünü ABD'deki eski vatandaşlarının gönderdiği dolarlara dikiyordu. Az değil, yılda yaklaşık 8 milyar dolar akıyor kuzeyden güneye. Şimdi Meksika'daki Vicente Fox yönetimi ‘‘Godfathers’’ adı altında yeni bir program başlatıyor. Hedef artık dövizi değil, ABD'deki iş sahibi Meksikalıların yatırımlarını ülkeye çekmek. Oysa kısa zaman öncesine kadar, eski vatanında yatırım yapmak isteyen girişimciler teşvik edilmek bir yana neredeyse geri püskürtülüyordu.
GEORGE Lopez, Meksika'nın Ciudad Juarez sınır kasabasında karın tokluğuna çalışan, 16 yaşında sıskacık ve yarı görmez bir delikanlıyken, binlerce vatandaşının yaptığını yapıyor. O da umudu kuzeyde arayan diğer Meksikalılar gibi ABD'ye kaçıveriyor.
40 yıl sonra Rio Grande'yi yeniden geçiyor. Ama bu kez Mr.Lopez olarak ve eski kasabasında kurduğu yeni fabrikanın patronu sıfatıyla.
George Lopez'in The Wall Street Journal'de yer alan etkileyici başarı öyküsü, 1957 yılında California'daki bir garajda kurduğu kağıt baskı atelyesinde başlıyor. Monarch Litho şirketi zaman içinde öyle büyüyor ki, ABD'nin en büyük baskı sanayi kuruluşları arasında giriyor. Nike'ın Tiger Woods'lu posterlerinden General Motors'un tanıtım broşürlerine kadar birçok baskı ürünü Lopez'in fabrikalarından çıkıyor.
‘‘Retinitis pigmentosa’’ hastalığı nedeniyle artık tamamen görmeyen Lopez, 1997 yılında 18 milyon dolarlık yatırımlaMonach Litho de Mexico'yu kuruyor ve Ciudad Juarez kasabasının en büyük işvereni konumuna geliyor. ABD'deki yıllık net kazancı 60 milyon dolar olan şirket şimdi Meksika'da da büyümeyi hedefliyor.
George Lopez, son dönemlerde ABD ile Meksika arasındaki yeni ekonomik yakınlaşmanın simgesi olarak görülüyor. Bu iki ülke, Kanada'yı da içeren Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) çerçevesinde ekonomik entegrasyona doğru ilerliyor. Ve bir zamanlar geleceğini Amerika'da arayan Meksikalı göçmenler, şimdi bu entegrasyon süreci içinde, yatırımlarını kıyı bucakta kalmış köy ve kasabalarına yönlendirmeye teşvik ediliyor.
Çünkü ABD'den gelen dolarların yastık altına değil, üretim çarkına girmesi, binlerce insana yeni iş imkanı yaratması gerekiyor.
ABD'deki Meksikalı göçmenler bir yıl içinde ülkelerindeki yakınlarına yaklaşık 8 milyar dolar gönderiyor. Meksika'daki Vicente Fox yönetimi ise bu paranın en azından dörtte birini yatırım şeklinde ülkeye çekmeyi planlıyor. ABD'de yaşayan 18 milyon Meksikalı'ya, eski vatanlarının ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmak üzere yeni bir rol veriliyor.
Yatırım potansiyeli gerçekten göz alıcı. ABD'de yaşayan Meksikalılar ülkenin en büyük göçmen grubu olmakla kalmıyor, aynı zamanda azınlıklar arasında en büyük iş topluluğunu oluşturuyor. Meksikalılara ait 500 bin şirketin yıllık net geliri toplam 30 milyar doları buluyor.
ENTEGRASYON OLMASA DA
Poster imalatçısı George Lopez hiç kuşkusuz, Almanya'da başlayan başarı öyküsünü Türkiye'ye kadar taşıyan tekstil imparatoru Kemal Şahin kadar büyük bir işadamı değil.
Kemal Şahin Almanya'da beş bin mark sermaye ile işe başlayıp 17 yılda, 8 ülkede 27 şirket, 52 işletme kurdu, 300 de mağaza açtı, 1.7 milyar mark ciro yaptı. Şahinler Holding'in Avrupa'daki kolu Santex dünyanın en büyük tekstil şirketleri arasında yer alıyor ve sattığı ürünlerin yüzde 70'ini Türkiye'de üretiyor.
Tek örnek olarak Lopez'in gücü o kadar önemli görünmeyebilir. Ancak ekonomik entegrasyon sürecinde ABD'den gelecekbinlerce Lopez'in Meksika ekonomisine yeni bir dinamizm aşılayacağı kesin.
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmediği sürece Almanya ile ekonomik entegrasyonu söz konusu değil.
Ancak Almanya'da 55 binden fazla Türk işletmesi var. Türk işverenlerin cirosu 50 milyar markı aşıyor. Toplam yatırımları 12.4 milyar marka ulaştı. Türk işletmelerinin 1300'ü inşaat, 4 bin 100'ü el sanatları, 10 bin 900'ü de hizmet sektöründe faaliyet gösteriyor. 4 bin 400'ü toptancılık, 19 bin 900'ü perakende ticaret, 13 bin 400'ü de gastronomiyle uğraşıyor.
Almanya'da üretim yapan Türk şirketlerinin sayısı ise sadece 1200.
Üretim çok sınırlı olsa da, bu tabloda, Türkiye'ye döviz girdisinden öte yarar sağlayacak bir hayat var gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2001
New York'taki medya dünyası son günlerde bir kitaba kilitlenmiş durumda. Kitabın adı, ‘‘Tina ve Harry Amerika'ya Gidiyor’’. Kahramanları, çok yakın geçmişe kadar New York'un en güçlü ve parlak çifti olarak görülen Tina Brown ile eşi Harry Evans. İngiltere'den ithal bu iki ünlü yayıncının ihtiraslı yaşam öyküleri, hiç duyulmamış sırları bu kitapta ortalığa seriliyor. Son zamanlarda başarısızlıkları nedeniyle çaptan düşen çifte için için kin besleyen bütün medya şahsiyetleri Brown ve Evans'la ilgili kötü anılarını kitabın yazarına anlatmış.
HOŞ görünümü ve başarılı kariyeriyle baş döndüren Tina Brown, bir gün konyak üreticisi J&F Martell'in genel müdürü Andrew Smith'le bir toplantıda buluşuyor.
New York'un en başarılı medya yöneticisiyle yapacağı toplantıya heyecan içinde giden Smith, o dönemde Vanity Fair'in genel yayın yönetmeni olan Brown'ı karşısında kıllı bacaklarıyla görünce dehşete kapılıyor. ‘‘Vanity Fair gibi prestijli bir dergiden bakımlı bir hanımefendi beklerken kıllı bacaklarla karşılaştım. Üstelik bir de naylon çorap giymişti. Yamyassı olmuş, yol yol kılları berbat görünüyordu’’ diyor.
Judy Bachrach'ın kaleme aldığı, Simon&Schuster'in yayınladığı kitapta bu tür pis ve kötü niyetli ayrıntılar var. Yazar Bachrach Vanity Fair'de çalışıyor. Yani, Tina Brown'ın 1999 yılında çok sükseli bir şekilde yayın hayatına soktuğu Talk dergisinden bir önceki iş yeri.
Bachrach, Tina ile Harry'nin ülkenin en korkunç çifti olduğunu, çünkü rakip kuruluşlarda çalışıp, birbirleriyle düello yapan kalemleri kontrol ettiklerini yazıyor. Tina'nın işindeki başarısını, ünlüler, yıldızlar ve iş adamlarıyla kurduğu ilişkiler sayesinde yakaladığını anlatıyor. ‘‘Yüksek topuklu Stalin’’ diye anılan Tina'yla birlikte çalışanların, ağır hakaretlere uğradığını ve kadının şerrinden kaçıp tuvaletlerde ağladığını anlatıyor.
Güçlü çiftin rakip yayın organlarında birbirlerinin çıkarlarını gözettiği de kitapta yer alıyor. Örneğin Evans New York Daily News adlı tabloid gazetenin editörüyken, Disney'in Başkanı Michael Eisner'in şirket içinde yaşadığı sıkıntılarla ilgili bir yazıyı alıp baştan sona değiştiriyor. Çünkü Disney, Tina Brown'un yayınladığı Talk dergisinin sahiplerinden biri. Evans, tamamen değiştirdiği yazıda Michael Eisner'i Tarzan'a benzetiyor ve ‘‘O hala ormanlar kralı’’ diye başlık atıyor.
Bu tür iktidar oyunlarıyla ilgili ayrıntılar tamam da, neden önemli olduğu pek anlaşılamayan bazı unsurlar da var kitapta. Örneğin 47 yaşındaki Tina Brown'ın yıllar önce Dudley More ve Martin Amis ile aşk yaşamış olması. Ve o günlerde Sunday Times genel yayın yönetmeni olan Harry Evans'a ilk görüşte aşık olduğunu söyleyip, ‘‘Tanrım o bütün zamanların en seksi genel yayın yönetmeni’’ demesi ve sonra da kendisinden 25 yaş büyük olduğu halde evlenmesi. Evans'ın da Sunday Times'ta çalışan Barones Sheri de Borchgrave ile aşk yaşamış olması.
YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞ
Tina ile Harry'nin 1984'te başlayan Amerika macerası gerçekten çok etkileyici bir öykü. Tina Brown'ı, ilk sayısında Hillary Clinton'ı kapak yaptığı Talk dergisinin yayın hayatına atıldığı 1999 günlerinden tanıyoruz. Dergiye muhteşem bir partiyle start veren Tina Brown'ın parlak kariyeri dünya basınına günlerce konu olmuştu.
Tina'nın eşi Harry Evans, Rupert Murdoch'un satın almasından sonra Sunday Times'ı bırakıyor, ABD'nin ünlü Random House Yayınevi'ne başkan sıfatıyla transfer olup büyük güç ve iktidara kavuşuyor.
Tina kariyerine İngiltere'nin ünlü Tatler dergisinde editör olarak başlıyor ve tirajı beş katına çıkarıyor. Sonra ABD'de Vanity Fair'de de aynı başarıyı gösteriyor. 1993 yılında Vanity Fair'den ayrılıp The New Yorker'ın genel yönetmenliğine geçiyor. The New Yorker'ı cinsellikle salçalamaya kalkınca eleştirilere hedef olmakla birlikte, bazı okurlar 74 yıllık derginin yaşadığı değişimi beğeniyorlar. Ancak derginin hisse fiyatları ağır ağır düşüşe geçince 1998 yılında Talk dergisini çıkarmak üzere burayı da terkediyor.
Bachrach şöyle yazıyor: ‘‘Tina lüks bir otomobil gibiydi. Çok güzel bir dizayna ve parlak bir cilaya sahipti. Onu kullanmak pahalı bir işti, yuttuğu her doları hakediyordu. Ancak bir zaman sonra motor problemleri çıkarmaya başladı.’’
Şimdi Talk dergisi, hayli kalabalık olan dergi piyasasında kimlik sahibi olabilmek için mücadele veriyor.
Evans ise Random House'dan sonra US News dergisinin editörlüğünden de ayrılıyor ve şu anda sadece The Week dergisinin Amerika baskısında danışman olarak görev yapıyor. Yani şöhret basamaklarını çok hızlı tırmanan çift kariyerlerinde inişe geçiyor.
Bir dönem Tina ile Harry'nin ayağına basmamak için dikkat kesilen medya bu düşüşle birlikte tırnaklarını çıkarıyor. Hatta bir dönem Tina Brown'la çok sık birlikte görünen Hillary Clinton'ın bile onun için ‘‘Tina gazeteciliğin abur cuburudur’’ dediği söyleniyor.
Bachrach'ın kitabı da intikama son noktayı koyuyor.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2001
Mutluluk araştırması yapan psikolog ve ekonomistlerin vardığı ortak nokta şu: Mutlu olmak için ille de çok zengin olmak gerekmiyor. Ekonomik gelişme mutluluk dozunu artırıyor, ancak bu mutluluk paranın satın alma gücünden kaynaklanmıyor. Ekonomik gelişme, demokrasi, insan hakları ve adaleti de beraberinde getirdiği için insanlar daha mutlu olabiliyor.
Mutluluk paradan çok, devlete ve siyasete duyulan güvenle yeşeriyor. Örneğin İskandinavlar mutluluğu bu güvende buluyor. Onlar tabii ki zengin, ancak aynı oranda varlıklı diğer uluslardan çok daha mutlular. Bu arada daha az zengin olduğu halde, çok zengin uluslardan daha mutlu olan uluslar var. Örneğin İrlandalılar.
BİR insanın dünyadaki mutlu bireyler sınıfına dahil olabilmesi için, kişi başına düşen milli geliri 10 bin dolar düzeyinde olan bir ülkede yaşaması gerekiyor.
Aslında ortalama zekaya sahip kime sorsanız bu parlak rakamı telaffuz edebilir. Ancak rastgele ortaya atılmış bir mutluluk çıtası değil 10 bin dolar.
Son 20 yıl içinde yapılan bütün mutluluk araştırmaları onu gösteriyor: 10 bin dolar. Yani bugün Portekiz, Yunanistan ve Güney Kore'nin bulunduğu noktayı.
Bu arada mutluluk istatistiklerinin tamamen kişisel beyana dayalı olduğunu belirtelim.
Ancak işin tuhaf tarafı, bu ortalama gelir çıtasının üzerine çıkan ülkelerde, nedense mutluluğun dozu artmıyor. Yaşam standardının yükselmesi, mutluluğa çok az katkıda bulunabiliyor. Psikologların geniş halk kitlelerine ulaşarak yaptıkları araştırmalara göre yoksul ülkeler doğal olarak mutsuz yığınlardan oluşuyor, ancak zengin ülkeler de mutluluk denizi içinde yüzmüyor.
Örneğin ABD. Bu ülkedeki GSMH, 1975-1995 yılları arasında tam yüzde 43'lük artış göstermiş ama, Amerikalıların mutluluk oranında önemli bir kıpırdanma olmamış.
Ayrıca ulusların kültürel kimliği de mutluluğun parayla doğru orantılı olmadığını gösteriyor. Örneğin İrlandalılar, kendilerinden daha zengin olan Almanlara göre daha mutlular. Ve İskandinavya ülkelerindeki bireylerin olağanüstü mutluluğu da, eşit düzeyde zengin diğer ülkelerin mutluluk dozunu kat kat aşıyor. Uzmanlara göre İskandinavyalıların bu kadar mutlu olması, sisteme duyulan güvenden kaynaklanıyor.
KÜRESELLEŞME VE MUTLULUK
Aslında ekonomistlerin İskandinav ülkelerinden topladığı verilere biraz kuşkuyla bakmak gerek. Çünkü sosyal bilimciler kuzeylilerin o kadar mutlu olduğu görüşünde değil. Örneğin aşırı monoton ve risksiz yaşamın, hiç teklemeyen, anormal derecede ritmik işleyen düzenin İsveçlileri fena halde bunalttığını, kimbilir kaç kaynaktan okudum.
Cenova'daki zenginler zirvesi nedeniyle geçen hafta boyunca globalleşme karşıtlarını konuşup durduk. Dünya Ticaret Örgütü'nden IMF'ye, global düzenin kurallarını koyan bütün kurumlara nefret duyan bu insanlar, küresel mutluluk için kendilerini meydanlara atıyorlar. Onlar küreselleşmenin mutluluk getirmediğini, zengini daha zengin, yoksulu ise daha yoksul kıldığını düşünüyorlar. Emeğin sömürülmesine, Üçüncü Dünya'nın borç batağında çırpınmasına, çevrenin kirletilmesine ve hayvanlara zulmedilmesine içerliyorlar.
Gerçekten de küreselleşmeyle birlikte zenginler daha zenginliyor, zenginle yoksul arasındaki uçurum derinleşiyor. Ancak şunu da kabul etmek gerek; uçurum açılırken, zenginlerinki gibi katlanmasa da yoksulların geliri de azar azar artıyor.
Peki küreselleşme insanları daha mutlu kılıyor mu? Özellikle zenginliği perçinlenen uluslar daha mutlu olabiliyor mu? Yanıtı çok açık, yukarıdaki veriler aynen geçerli. Daha mutlu olamıyorlar.
Bugün herkesin kabul ettiği bir gerçek var, o da globalleşmeden dönüş olmadığı. William Greider 1997'de yayınladığı ‘‘Ready or Not’’ adlı kitabında yazmıştı: Solcular ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kürelleşmeyi kimse durduramaz. Çünkü servetini artırmak isteyen itici güçler mevcut. Çünkü Nike hissedarları, gelirini artırmak için maliyet fiyatlarını düşürmek istiyor. Bunun için de denizaşırı üretim yapılması gerekiyor. Çünkü Endonezyalı köylüler de gelirini artırmak istiyor. Bunun için kente gidip Nike fabrikasında çalışıyor.
Ne var ki, Amerika'daki Nike hissedarı da daha mutlu olamıyor; o ayakkabıyı imal etmek için çiftini çubuğunu bıkarıp kentteki atelyede çalışmaya başlayan Endonezyalı da hayatından köydekine oranla daha memnun olamıyor.
Globalleşme insanları mutlu edemiyor, çünkü insan doğası gereği hemen her zaman daha büyük servetleri özlüyor.
Esas mutluluk demokraside
DÜNYA Bankası uzmanlarından William Easterly geçen yıl yayınladığı bir araştırmada şu noktaya dikkat çekiyordu: ‘‘Zengin ülkelerde demokrasi, yoksul ülkelere oranla daha fazla, yolsuzluk ise daha az. Zenginlerin hukuk düzeni daha sağlam, bürokrasinin kalitesi daha yüksek. Bu ülkelerde kişisel özgürlükler de daha fazla, insan hakları ihlalleri ise daha az...’’ Gerçekten de kişi başına düşen milli geliri bir yana bırakıp, insan hakları ve özgürlüklerle ilgili çeşitli endeksler dikkate alındığında, mutlulukla demokrasi arasındaki ilişki ortaya çıkıyor. Psikoloji biliminin önde gelen mutluluk araştırmacılarından Ed Diener de, zenginlikle mutluluk arasındaki ilişkiyi bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarabilmek için, araştırmaları demokrasi ve insan haklarının etkisinden arındırmak gerektiğini söylüyor. Bunun için de daha detaylı inceleme gerekiyor.
MEKSİKA,G.KORE VE TAYVAN
Ekonomik gelişme, beslenme, sağlık ve barınma ihtiyaçlarının daha kaliteli bir şekilde karşılanması sağlamakla kalmıyor, diğer yandan demokrasi ve insan haklarıyla elele gidiyor. Bu durumda, ekonomik gelişmenin yoksul ülkeleri daha mutlu kılması gerekiyor. Ekonomik kalkınmanın demokratikleşmeyi hızlandırdığını gösteren birkaç örnek var. Meksika ile Güney Kore ve Tayvan'da yaşanan ekonomik büyümenin siyasal yaşama olumlu katkıda bulunduğu gözleniyor.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2001
Amerikalı iki ekonomi profesörü uzun bir araştırma sonunda çirkinlerin güzellere göre daha az kazandığını tespit etmişler. Tabii bu durum, hayatın büyük sırlarından biri değil. Araştırmanın asıl şaşırtıcı yanı, iş piyasasındaki çirkin erkeklerin, çirkin kadınlara oranla daha fazla cezalandırılıyor olması. Çirkin erkekler, hoş erkeklere göre yüzde 10; çirkin kadınlar ise alımlı olanlara göre yüzde beş daha az kazanıyormuş...
ŞİMDİ bu yüzde beş ve 10'luk oranlara bakıp da, kadınların en azından çirkinlik kulvarında erkeklere göre daha avantajlı olduğunu zannetmeyin sakın. Çünkü bu oranlar kesinlikle gerçeği yansıtmıyor. Ekonomi profesörleri David Hamermesh ve Jeff Biddle, kadınlarla ilgili acı gerçeği, araştırmanın ilerleyen satırlarına sıkıştırıyor; kadın cinsinin en berbat görünen çoğunluk kısmının iş piyasasına dahi giremediğini belirtiyorlar.
ÇİRKİNSEN YANDIN
Bunlar topluca istatistik dışı kalıyor. Şu, güzellere göre yüzde beş daha az kazanan çirkinler azınlığı oluşturuyor.
Yine araştırmaya göre en gudubet evli kadınların uğradığı tek ceza iş bulamamak değil. Bunlar kocanın da en düşük kalitelisine çatıyor; eğitimsiz, para kazanma potansiyeli olmayan erkeklerle evleniyor, böylelikle ömür boyu çirkinliğin bedelini ödüyorlar.
Yani ‘‘çirkin şansı’’ diye bir mucize söz konusu değil. Ortada istatistikler olduğu için, ‘‘çirkinliğin cezasını çekmek’’ en azından Amerika açısından bilimsel bir gerçek.
Hamermesh ve Biddle şöyle bir önermeyle başlıyor araştırmaya:
‘‘Bazı insanlar daha çok kazandıkları için mi güzel olurlar, yoksa güzel oldukları için mi daha çok kazanırlar?’’ Ve ‘‘Çok kazananlar daha güzel olur’’ kısmını derhal ihtimal dışı bırakıyorlar. Çünkü parayla daha kaliteli kozmetik, daha çok estetik operasyon mümkün olmakla birlikte, çalışan genç kuşağın bu imkanlardan yararlanma oranı düşük. Kozmetiğin insanı ne kadar güzelleştirebileceği de ayrı bir tartışma konusu.
Çirkinlerin neden daha az kazandığını sorgulamak kimsenin aklına gelmeyebilir. Ancak iki ekonomist, işverenlerin neden güzelleri tercih ettiğini de uzun uzadıya ölçüp biçmişler. Film yıldızı veya modellerde tabii ki güzellik aranacak, ancak güzel bir otomobil tamircisinin ya da güzel bir öğretmenin kime ne faydası var diye uzun süre kafa patlatmışlar. Güzel insan sırf göze hoş göründüğü için mi, yoksa özgüveni daha fazla olduğundan daha iyi çalışır, daha üretken olur diye mi işe alınır diye soruşturmuşlar. Ve işverenin güzeli seyir amaçlı değil, verimlilik açısından tercih ettiği sonucuna varmışlar. Yani tezgahtarlık ve garsonluk gibi müşteriyle birebir ilişki gerektiren işlerde çirkinlerin istenmediğini saptamışlar.
ŞİŞMANLIK DAHA AYIP
Kadınların çirkinlikten de büyük baş belası ise şişmanlık. Bir başka ekonomist, Prof. John Cawley şişman kadınların, zayıflara oranla yüzde yedi daha az kazandığını tespit etmiş. Ancak zenci kadınlarda şişmanlık faktörünün neden rol oynamadığını bir türlü çözememiş. Erkekler ve siyah kadınlar söz konusu olduğunda şişmanlık, ücreti pek etkilemiyormuş. Şişmanlık siyah kadınlara daha çok yaraştığı için olsa gerek.
Beyaz kadınlarda şişmanlığın affedilmez bir suç olduğunu Monica Lewinsky vakası da kanıtlıyor.
Amerikan medyasına bakarsanız, kadının şişmanlığını koskoca başkanla işi pişirmesinden daha büyük bir ayıp zannedebilirsiniz. Monica'nın Oval Ofis'teki fazla mesaisine bir noktadan sonra hoşgörüyle bakıyor, ancak şişmanlığına asla katlanamıyorlar.
Uçkur davası çok gerilerde kaldı ama, Amerikan medyası hala Monica'nın tombulluğuyla uğraşıyor.
Yaşasaydı büyükanne rolüne çıkacaktı
İŞ piyasasında çirkin kadın ve erkekler aynı kötü muameleyi görüyor ama, şov ve medya dünyası özellikle kadınlara daha acımasız davranıyor. Örneğin televizyondaki erkek haber sunucuları yaşlanma, şişmanlama, kelleşme ve gözlük takma hakkına sahipken, bu hak kadınlara tanınmıyor. Araştırmalara göre dünya televizyonlarında 35 yaşın üzerinde kadın haber spikerine artık pek az rastlanıyor.
Hollywood'un erkek yıldızları da ne kadar yaşlanırsa yaşlansın jön rollerinde görünmeye devam ediyor. Sean Connery, Jack Nicholson ve Warren Beatty gibi büyük aktörler bugün kendilerinden 30 yaş küçük kadın oyuncuların karşısında romantik kahramanları canlandırıyorlar. Bu aktörlerin yaşıtı olan kadın yıldızlar ise artık büyükanne rollerine çıkıyorlar. Bugün hala güzelliğin evrensel simgesi olarak görülen Marilyn Monroe bile yaşasa büyük ihtimalle yaşlı kadın rollerini oynayacaktı.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2001
Avrupa Birliği'nin 12 ülkesi önümüzdeki 1 Ocak'ta tek para birimi Euro'ya geçiyor. Ceplerdeki ulusal paraların Euro'yla takası 28 Şubat 2002 itibariyle tamamlanmış olacak. Yani yastık altı milyonlarını dolaşıma sürmek için çok az vakit kaldı. Ekonomistlerin tahminine göre, kayıt dışı ekonomi önümüzdeki günlerden itibaren lüks tüketim piyasasını canlandıracak. Pahalı saat ve mücevherler, kaliteli şaraplar, İspanya'da villalar alınacak, yüzme havuzları yaptırılacak veya paralar olduğu gibi İsviçre ve Lüksemburg bankalarına transfer edilecek.
VERGİ ödemekten hazetmeyenlerin iki seçeneği var; ya paralarını bankada bozdurup maliyeye ihbar edilme riskini göze alacak, ya da gıcır gıcır banknotlarını alışveriş rüzgarına kaptıracaklar.
Ekonomistlerin tahmini ikinci seçeneğin tercih edileceği şeklinde. İşte bu nedenle önümüzdeki günlerde Avrupa'da görülmemiş bir lüks alışveriş furyasının patlak vermesi bekleniyor.
1 Ocak 2002'den itibaren 12 AB ülkesinde Euro'ya geçiş süreci başlayacağı için, 28 Şubat sonrasında yastık altı paraları birer kağıt parçasından öte değer taşımayacak.
Euro'ya geçilecek bölgede kayıt dışı ekonominin yıllık hacmi 976 milyar doları buluyor. İşte şimdi bu paralar oluk oluk lüks tüketime akıtılacak.
Euro'nun devreye girmesiyle birlikte borsada önemli bir kıpırdanma olması beklenmiyor. Ancak lüks eşya üreten LVMH ve Gucci gibi şirketlerle, inşaat ve çimento şirketlerine ait hisselerin değer kazanacağı tahmin ediliyor.
VİLLA PATLAMASI
Yastık altı efekti daha şimdiden kendini hissettirmeye başladı. İspanyol sayfilerinde, emlak fiyatları fırlamış durumda. Özellikle kıyı şeritlerinde bir alışveriştir gidiyor. Costa del Sol polisinin bildirdiğine göre insanlar hummalı bir şekilde emlak alıp satıyor. Bitmemiş, yarım yamalak villaları alıp, birkaç hafta sonra satıyorlar.
Örgütlü suç çeteleri, uyuşturucudan elde edilen kara parayı aklamak için zaten kendi mekanizmalarını kurduğu için onlar açısından fazla sorun yok. Ancak küçük çaplı vergi kaçakçıları, elde avuçta ne varsa temizlemek için uğraşıyorlar. Bu nedenle de emlak alım-satımı en klasik yöntemi oluşturuyor.
Avrupa'da en yüksek vergilerin uygulandığı Belçika'da da lüks tüketim patlaması yaşanıyor. Yüksek vergi oranları yüzünden kara ekonomi hacminin de hayli geniş olduğu bu ülkede lüks mallar alışverişte liste başı.
İtalya'daki lüks tüketim piyasasında şu anda kaydadeğer bir hareketlenme yok. Yastık altında yüksek miktarda liret bulundurduğu tahmin edilen İtalyanların Noel öncesinde sahneye çıkması bekleniyor. Moda ve marka meraklılarının Noel hediyesi alırken butikleri talan edeceği söyleniyor.
Avrupa'nın en büyük ekonomisine sahip olan Almanya'da kayıt dışı ekonomi, GSMH'nin yüzde 16'sını oluşturuyor ve ekonominin üç katı büyüme hızına sahip. Kara piyasadaki likiditenin 42 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor. Şimdi bu paranın Lüksemburg veya İsviçre'deki bankalara yönelmesi bekleniyor. Bu nedenle Lüksemburg sınırı yakınlarında üslenen polis, araçlarda nakit araması yapıyor. Polisin verdiği bilgiye göre son zamanlarda, araçlara gizlenmiş olarak bulunan nakit para miktarında yüzde 30'luk bir artış meydana geldi.
RUS MAFYASI ALIŞVERİŞTE
Alman Markı konusunda başka bir sorun daha var. Piyasada dolaşımda bulunan markların üçte biri Almanya dışında; külli miktarda mark barındıranlar arasında Türkiye, Balkan ve eski Doğu Bloku ülkeleri başı çekiyor. Bu ülkelerdeki paraların da bir önce takasa girmesi gerekiyor.
Kasasında en fazla mark bulunduran kesim ise Rus mafyası. Şimdi Rus mafiozoların da alışveriş çarkına girip lüks tüketimin tadını çıkarması, ya da milyonlarca markı 1 Ocak'tan sonra da geçerli olacak bir para birimine çevirmesi bekleniyor.
Gangsterlerin banknotu; 500 Euro
YAKLAŞIK altı ay sonra Euro, sanal bir para birimi olmaktan çıkıp, doların en güçlü rakibi haline gelecek. Aslında Euro Ocak 1999'dan beri tedavülde, ancak 12 ülkede tek para birimi olarak resmen dolaşıma çıkmasıyla birlikte elle tutulur, gerçek bir para olacak.
12 AB ülkesinde 1 Ocak 2002'nin ilk saatlerinde 50 milyar adet bozuk para ve 14.5 milyar adet banknot tedavüle çıkarılacak. Euro'nun piyasaya sürüleceği bu güne ‘‘E-Day’’ adı veriliyor.
Böylece 300 milyon AB vatandaşı yeni bir hayata başlayacak. Tek para birimine geçen ülkeler şunlar: Almanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İtalya, İspanya, Lüksemburg, Portekiz ve Yunanistan.
Bozuk paraların bir yüzünde, Lüksemburg hariç, bütün ülkelerin ulusal sembolleri bulunacak. Bozukluklar 1 Cent'ten 2 Euro'ya kadar uzanıyor. Bunların değerleri şöyle: 1, 2, 5, 10, 20, 50 Cent, 1 ve 2 Euro.
Piyasaya 14.5 milyar adet sürülecek banknotlar ise 5, 10, 20, 50, 100, 200 ve 500 Euro olarak düzenlendi. 500 Euro, 425 dolar değerinde olduğu için şimdiden ‘‘gangsterlerin banknotu’’ olarak anılıyor. Bu paraların hepsi aynı tasarıma sahip ve arka yüzlerinde Avrupa'daki köprülerin resimleri var.
Yeni paraların banka ve mağazalara sevkiyatı riskli bir operasyon olduğu için çok sıkı güvenlik önlemleri alınacak. Örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac 1 Ocak günü bütün ordu ve polisin mobilize edileceğini açıkladı.
UBS Warburg yatırım bankası uzmanları, tüketicinin elinde kalan son DM ve frankları harcamasından belli başlı üç grubun karlı çıkacağını tahmin ediyor.
İlk sırada inşaat firmaları ile yapı malzemesi üretenler yer alıyor. Çünkü çok sayıda insanın yeni ev yaptırması, ya da evini yenilemesi bekleniyor. En şanslı şirketler arasında da, İspanyol inşaat devi Grupo Dragados, İtalyan çimento üreticileri Buzzi Unicem ve Cementir, Fransız çimento şirketi Lafarge ve yapı malzemeleri üreticisi Saint-Gobain bulunuyor.
İkinci sırada lüks mal üreten firmalar var. Satışlarında patlama beklenen şirketler; Louis Vuitton Moet Hennessy (LVMH), Tiffany, Sotheby's, Richemont, Bulgari, Follie-Follie, Swatch ve BMW.
Üçüncü sırada ise turizm sektörü bulunuyor. En çok iş yapması beklenen gruplar; Four Seasons, Bass, Grupo Sol Melia, NH Hotels ve Azkoyen.
Yazının Devamını Oku