Paylaş
İktidarın 48 kanunu
Yeni bir kitap değil, 1998'de yayınlanmış. Ancak, aynı Machiavelli'nin Prens'i gibi, belki yüz yıllarca geçerli olacak çok ‘değerli’ bilgiler içeriyor.
Güç simsarı olmanın ve olduktan sonra iktidarı korumanın en hain yollarını anlatıyor. Sanat, bilim ve siyasette güç odağı olmuş ‘heybetli’ kişiliklerden anekdotlarla...
ROBERT Greene'nin ‘The 48 Laws of Power’ kitabını okuyuncaya kadar Henry Kissinger'in su katılmamış bir Makyavelist olduğunu asla düşünmemiştim. Gerçi ABD eski Dışişleri Bakanı'nın çok geniş kesimlere yayılan derin nüfuzuyla bir firma olduğu biliniyor ama, güç simsarlığına giden yolda izlediği yöntem bir Makyavelizm şaheseri.
Greene'nin 48 yasasından biri de Kissinger yöntemi; yani rekabet eden güç odakları arasına yerleşip sınırsız iktidara ulaşmak.
Kissinger 1968 başkanlık seçimleri döneminde, Cumhuriyetçi aday Richard Nixon'ın ekibini telefonla arıyor ve o sırada Paris'te devam etmekte olan Vietnam barış görüşmeleriyle ilgili çok gizli bilgiler ele geçirdiğini söylüyor. Nixon ekibi Kissinger'i havada kapıyor.
Ne var ki Kissinger Demokratların adayı Hubert Humphrey'e de yanaşıyor ve yardım öneriyor. Nixon kampından bilgi istiyorlar, o da veriyor. ‘Ben Nixon’dan yıllardır nefret ederim' diyor. Aslında her iki tarafa da ilgi duymuyor; tek istediği başkanlığı kim alırsa alsın kabinede yüksek bir pozisyon elde etmek. Ve iki kampı da öyle iyi idare ediyor ki, ister Nixon seçilsin, isterse Humphrey, Kissinger gelecekteki siyasi kariyerini garantiye alıyor. Sonunda Nixon seçiliyor ve Kissinger kabineye giriyor. 1972 yılındaki ikinci seçim zaferinden sonra çok daha sadık bakanlara yol verilirken, hiçbir zaman Nixon'ın adamı gibi görünmediği halde Kissinger kabinedeki yerini koruyor. Hatta Watergate badiresini de atlatıp bir sonraki başkanın kabinesinde de hizmet veriyor.
Kissinger her devrin adamı olarak kalıyor. Çünkü bakanlığı döneminde bir başka yasayı daha uyguluyor: Patronuna karşı asla ondan daha kararlı ve güçlü bir adam gibi görünmüyor. Bir karar alması gerektiği zaman kendine güvenmeyen adamı oynuyor ve çözüm yolunu çok iyi bildiği halde başkanın önüne birkaç seçenek koyuyor. Ve kendi tercihi olan çözüm yolunu seçtiriyor. Böylelikle Nixon, bakanı tarafından kuklaya çevrildiğini asla anlamıyor.
HIRSIZLIK SERBEST
Kitapta yer alan 48 yasayı didaktik bir şekilde sıralamak istemiyorum. Asla patrondan daha güçlü ve yetenekli görünmemek, dostlara güvenmemek, ona buna çelme takmak, herkese karşı farklı maske takmak, hep eksik konuşmak, insanları diken üstünde tutmak, başkalarının eserini sahiplenmek gibi sinsice yöntemler var.
Bu yasaların en önemlilerinden biri de şu: Her işi tek başına yapmak asla iktidara götürmez. Ya bir ekip oluşturup en tepeye kendi ismini yazacaksın, ya da en iyisi ekibin yarattıklarını sahipleneceksin.
Örneğin Rubens'in yaptığı gibi. Resimleri çok tutulduğu için siparişlere yetişemeyen büyük usta, atelyesine gizlice ressamlar alır ve seri üretime geçer. Aynı anda birçok tuvalde resimler yapılmaktadır. Bir müşteri geldiği zaman ise ortalıkta görünen sadece Rubens'tir.
PARYAYA BAĞIMLILIK
Bir başka yasa da, patronu kendi varlığına bağımlı kılmak. Yani patron size umutsuzca ihtiyaç duyacak, siz olmadan işlevsiz hale gelecek. Uygulaması şöyle:
Fransa Kralı Xl. Louis'nin yıldız falına zaafı vardır ve saray astrologuna büyük hayranlık duymaktadır. Günün birinde astrolog saraylı hanımlardan birinin sekiz gün içinde öleceği kehanetinde bulunur. Falcının dediği çıkınca kral deliye döner; ya bu falcı kadını öldürdü, ya da öyle bir güce sahip ki, günün birinde beni de tehdit edebilir, diye düşünür. Bir akşam falcıyı odasına çağırır. Uşaklarına da şu emri verir: ‘Ben işaret verince falcıyı yakalayın ve pencereden aşağı atın.’ Falcı gelince kral son bir soru daha sorar: ‘Madem ki astrolojiden bu kadar iyi anlıyorsun, sen ne zaman öleceksin, onu da bil bakalım.’
‘Sizden tam üç gün önce, majesteleri’ diye yanıt verir falcı. Kral beklenen işareti asla vermez. Falcıya yıllar boyu gözü gibi bakar, hediyelere boğar ve saray doktorlarını adamın hizmetine verir. Astrolog kral öldükten sonra yıllarca yaşar.
Sözde kehanetinde yanılmış ama, büyük bir iktidar ustası olduğunu kanıtlamıştır.
BENITA Ferrero-Waldner, Avusturya'nın ilk kadın dışişleri bakanı olma onuruna erişti. Ancak Avrupa Birliği, Viyana'ya yönelik izolasyon politikasını ciddi ciddi uyguladığı takdirde muhtemelen tek başına bakanlık yapmak zorunda kalacak. Avrupalı meslektaşlarıyla aynı masayı paylaşması pek mümkün olmayacak.
Viyana'nın dışişleri bakanı çok yalnız kalacak
Jörg Haider liderliğindeki aşırı sağcı Özgürlükçü Parti'nin iktidar ortağı olduğu kaolisyonda görev alan Waldner'den çok şey bekleniyor. Avusturya basınındaki haberlere göre umutlar kadın cazibesine bağlanmış durumda.
Aslında AB'deki diğer 14 meslektaşı Waldner'in yabancısı değil. Bir önceki hükümette Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olan Waldner, o dönemin Dışişleri Bakanı, şimdiki Başbakan Wolfgang Schüssel'in yanında bütün konsey toplantılarında yer alıyordu.
Bir İspanyol'la evli olan ve BM'de protokol şefliği, Paris'te de elçilik müsteşarlığı görevinde bulunan 51 yaşındaki Waldner'in en büyük kozu akıcı Fransızcası. Haider'e en büyük tepkiyi gösteren AB üyesi Fransa olduğu için şimdi ilk hedef Paris. Yeni dışişleri bakanı önce Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ı yumuşatmaya çalışacak. Avusturya'yı parya konumundan kurtarmak için bütün Batı'yı turlayacak. Ancak başarılı olacak mı, orası biraz şüpheli. Çünkü bayan bakanın biraz sinirli ve fevri olduğu söyleniyor. ‘‘Avrupa, Avusturyasız da olur’’ diyen Belçika Dışişleri Bakanı Louis Michel ile sinirlenmeden nasıl başa çıkacağı çok merak ediliyor. Viyanalı diplomatların çoğunluğuna göre Waldner doğru bir tercih değil. Bu nedenle de Waldner'in Avusturya'nın çıkarlarını Güney Amerika, Afrika ve Orta Asya nezdinde temsil etmekle yetineceği tahmin ediliyor.
Tanrılar oy vermemizi isteselerdi adayları da gönderirlerdi
GEÇENLERDE Amerikan Fox Televizyonu'nda şöyle bir tartışma vardı: ‘‘Başkanlığa talip olan adayların tamamı iktidar yeteneğinden yoksun olabilir mi?’’ George W.Bush ve Al Gore da dahil başkan aday adaylarının durumu malum. Hiçbirinin yeterince rüzgarı yok. Bu nedenle de Amerikan medyası bu sorunu çok sık gündeme getiriyor. İşte Fox'taki de böyle bir tartışmaydı. Seçim kampanyasıyla ilgili bir kitap yazan gazeteci Jim Hightower da programın bir bölümüne katıldı. Hightower'ın kitabının adı; 'If the Gods Had Meant Us to Vote, They Would Have Given Us Candidates.' Yani, tanrılar oy vermemizi isteselerdi, adayları da gönderirlerdi diyor Hightower ve Demokratları yerden yere vuruyor. Demokratların dev şirketlerden büyük mebağlarda bağış almaya başladığı 1970'lerden beri Demokrat olmaktan çıktığını söylüyor. Hightower'a göre büyük şirketlerin siyasi sistemden elini eteğini çekmesi için mutlaka bağışları yasaklayan yasa çıkarılması gerekiyor.
Çağdaş Demokrat Partilileri ‘Wall Street Demokratı’ diye tanımlayan Hightower şunları söylüyor: ‘Adamlar sadece Wall Street’ten bahsediyor. Orta sınıfın giderek çökmesi kimseyi ilgilendirmiyor. Globalleşmeyi eleştiren tek ses yok. Şirket birleşmeleri de eleştirilmiyor. Bunların arasında halkın mutfak masasına inebilen tek adam yok.''
İnternet'te dil renkleri
İNGİLİZ dilbilimci David Graddol'un British Council için hazırladığı ‘İngilizce’nin Geleceği' başlıklı rapora göre İnternet'teki İngilizce kullanımı keskin bir şekilde azalmaya başladı. İnternet'teki en yaygın ortak komünikasyon dilinin etkisini giderek yitireceği ve yüzde 40'lık kullanıma kadar düşeceği görüşünde Graddol. Yurtdışında faaliyet gösteren şirketlerin kendi ana dillerinde yürüttüğü iletişim sayesinde oluşan dil adacıklarının o ülkede girdap etkisi yarattığını belirten Graddol, ‘Bu tür iletişim faaliyetleri Almanca, Fransızca ve Japonca bilenleri derhal çekiyor ve yeni dil toplulukları oluşuyor’ diyor. Graddol'un verdiği rakamlara 1995 yılında İnternet'teki homepage'lerin yüzde 84'ü İngilizce'ydi. Ancak dört yıl gibi kısa bir sürede İngilizce kullanımı yüzde 62'ye düştü.
Paylaş