RTÜK, kararına gerekçe olarak “… Çocukluğun saflık ve masumiyetine tezat görüntüler içinde sahnede arzı endam eden kızlar, yaşlarına uygun olmayan kıyafet ve makyajlarla dans gösterilerini tamamlamıştır. Yayın kuruluşunun en büyüğü 11 yaşında olan çocukların istismar edilmesine aracılık ettiği değerlendirilmiştir.” dedi.
“Yaşları 7 ile 11 arasında değişen çocuklar” tanımıyla “arzı endam eden kızlar” tanımı aynı cümle içinde birbiriyle tezat düşüyor öncelikle. Çocuk ne yaparsa yapsın, ne giyerse giysin çocuktur; yaptıkları onu çocukluk sınıfından çıkarmaz.
Söz konusu programla ilgili AK Partili üyelerin “millet tahrik oluyor” sözleri medyaya yansımış ve akabinde yalanlanmamıştı. Bu sözler üzerine RTÜK’ün sunduğu gerekçe hafızalarda cezaya kılıf olarak hazırlanmış bir metin olarak kaldı.
Toplumun bir kısmı dans gösterisinden rahatsız oldu mu bilmiyorum lâkin çocuk istismarı söz konusu olacaksa çok daha ciddi sorunlarımız var diye düşünüyorum.
Ailelerin izni ile yarışma programına katılan çocukları bir televizyon kanalı nasıl istismar eder anlamış değilim. Yarışma programlarına katılanlar için kılık kıyafet yönetmeliği mi uygulanacak?
RTÜK geçtiğimiz yıllarda da “O ses Çocuklar” yarışmasıyla ilgili TV8’e yüklü miktarda ceza kesmişti. Gerekçe olarak da “…çocukların ses ve ruh hallerinin bozulabileceğini, bunun da çocuk istismarı anlamına geldiğini” sunmuştu.
Bu tablo bana “RTÜK, Acun’un çocuk istismarcısı olduğunu düşünüyor” izlenimi verdi açıkçası. Acun’un savunuculuğunu yapıyor değilim ama gerek yetenek yarışması, gerek ses yarışmasıyla vatandaşa bu kadar değen programlar yapan bir insana yüklü cezalar kesip çocuk istismarcısı durumuna düşürmek olmuyor.
Şu soruların cevabını da merak etmiyor değilim;
Henüz resmi bir adaylık açıklaması olmadan Gül ve Erdoğan tarafları diye bir ayrışmaya girilmesini kendimce doğru bulmuyorum açıkçası. Bu şekilde olmamalıydı.
Bu tür ayrılıklarda en çok üzülen ve etkilenen kesim tabandır, gerisininki yalandır. Geçmişte şahit olduğum üzere emin olduğum tek şey, sizin adınıza karşınızdakine küfreden veya hakaret eden adamın yarın çıkıp size de aynı şeyi yapacağıdır. Bazıları için “taraf olma”nın anlamı budur çünkü.
Baştan söyleyeyim, yazımı kimsenin tarafı olarak kaleme almıyorum. Elbette gönlümden geçen bir isim var ama olayların akışını sağlıklı bulmadığım için dile getirmeyeceğim. “Yarın kim güçlü olur?”un hesabını yapıp ona göre mevzilenmeyeceğim. Dolayısıyla, bu mevzulara ne bugün ne de yarın girmeyi düşünüyorum.
Müsaadenizle konuyla ilgili genel bir değerlendirme yapmak istiyorum. Öncelikle, hemen hemen bütün yazarların yaptığı bir hatayı geçmişe haksızlık etmemek adına düzeltmekle başlamalıyım sanırım... Gül ve Erdoğan ayrılığı üzerine “Hayata beraber başladığı dostlarla yollar birer birer ayrıldı.” deyip tarihi süreci Ak Parti’den başlatmak olmaz.
Birlikte yeni bir başlangıç yaptılar ama Tayyip Bey’le Abdullah Bey’in birlikteliği Ak Parti’nin kurulması ile başlamadı. Geçmiş dönemde, parti içinde kendini anlatamadıklarını düşündüler ve bir oluşuma girdiler. Kimine göre davaya ihanetti , kimine göre doğru olan davranıştı.
Yenilikçi olarak ilk adımın atıldığı kongrede ben de delegeydim ve yeni oluşuma Hayır oyu vermiştim. Bugün geriye dönüp o kongrede neden RED oyu verdiğimi düşündüğümde vardığım sonuç, “Bölünmek ve eksilmek korkusu” oluyor.
O gün gittiği için Tayyip Bey’e gönül koyanlardandım. Birlikte siyaset yaptığım insandı, gidince boşluğu dolmayacak gibi gelmişti. Gidenlerin bıraktığı boşluklar kolay dolmuyor elbette ama hayatın kendisi böyle değil mi? Siyasetin de aktörleri insan…
O dönemde “Kalsalardı ne olurdu?” sorusunu çok sordum kendime. Yıllar sonra biraz daha olaylara dışarıdan bakmayı başarabildiğim zaman ise yanlış bir sorgulama yaptığımı gördüm. İster dava, ister evlilik, ister başka birliktelikler olsun insanların zamanla fikirleri değişebilir, görüş ayrılığına düşebilirler. Böyle bir durumda yapılacak şey ya her şeye rağmen yola devam etmek ya da ayrı bir yola girmektir.
Tayyip Bey’in asgari ücretin 2002 yılından günümüze gelen süreçteki artışıyla ilgili açıklamış olduğu rakamların değerlendirmesini ekonomistlere bırakıyorum.
Kişi başına düşen milli gelirin artması elbette sevindirici yalnız pratik hayatta ki karşılığına baktığımızda tablo çok iç açıcı görünmüyor.
Öncelikle, bir vatandaş olarak son zamanlarda hükümetin asgari ücret, emekli maaşı, engelli maaşı gibi ödemeleri sadece gelir bazlı hesaplamasının adil bir bakış açısı olmadığını düşünüyorum.
Hayat pahalılığı dediğimiz şey asgari ücretten daha çok ve hızla artmaya devam ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’ndan alınan Eylül 2017 fiyatlarına göre yapılan araştırmada çalışan tek kişi için yoksulluk sınırı 2.600,79 TL; dört kişilik bir aile için ise rakam 5.336,22 TL olarak tespit edilmiştir.
Bu rakamları da bir kenara bırakalım.
Karahasanoğlu, Harmancı’nın ifadelerine kısmen sahip çıkarak, Harmancı’ya tepki gösteren laikçi medyaya ve jet hızı ile öğretmeni görevden alan bakanlığa çattı.
Medyaya yansıyan taciz olaylarından Beden Eğitimi ile ilgili olanları eleyerek köşesine taşıyan Karahasanoğlu “… Medyada yer alan, “Okulda cinsel taciz” haberlerini şöyle bir irdeledim. Maalesef tablo, çok vahim. Beden eğitimi derslerindeki öğrencilere cinsel taciz eylemlerinin, diğer derslere oranla, daha yoğun şekilde işlendiği çok net görülüyor. Beden eğitimi dersleri artık masaya yatırılmalı.” dedi.
Okullarda ve yurtlarda yaşanan taciz olaylarının beden eğitimi derslerinde daha yoğun yaşandığını söylemek için ciddi bir “algıda seçicilik” gerekiyor elbette.
Bu arada hazır elimiz değmişken yatılı yurtlardaki erkek çocuklara tecavüz olaylarını da masaya yatıralım. 12 yaşındaki erkek çocuğunun rızasını alarak (!) onunla cinsel ilişkiye giren öğretmenlerin durumunu da konuşalım.
Harmancı’nın hedefinde kız öğrenciler veya İmam Hatip dışındaki okullar yok. Hedefinde sadece, Beden Eğitimi öğretmenleri ile kız çocuklarının babaları var. Ve anladığım kadarıyla Harmancı şöyle bir sınıflandırma yapmış; Beden Eğitimi öğretmenleri fırsatçı, kız babaları sorumsuz, kendisi ise yüksek sorumluluk sahibi bir Müslüman (!)
O öğretmenlerin, o babaların hiç mi onuru yok yahu? Bir kendini bilmez çıkıp –sözde- din adına koskoca bir camiaya bir kara leke çalacak ama suçlu olmayacak.
Ve Ali Bey, bu tablo karşısında “Sen kim oluyorsun da öğretmenlerimize ve babalarımıza bu şekilde konuşabiliyorsun?” demiyor; aksine bu durumdan da laikçi medyayı ve hükümeti sorumlu tutuyor.
Bir de anlamadığım madem laikçilerin tepkisinden bu kadar rahatsız oluyorsunuz, önce siz ses çıkarın. Bir kere de “Böyle bir çirkinliği kabul etmiyoruz!” deyin. Ortalığı öyle birbirine katın ki, kimsenin söyleyecek sözü olmasın.
Osmanlı’dan günümüze doğru baktığımda cemaatler açısından en zor dönemin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki yasakların ve 28 Şubat sürecinin olduğunu düşünürdüm; ta ki bugüne kadar…
Bugün anlıyorum ki, o dönemler aslında cemaatlerin altın yıllarıymış.
Hep siyasi erk tarafından bitirilme korkusu yaşayan cemaatlerin bir gün kendi kendilerini bitirecekleri kimin aklına gelebilirdi ki?
90’lı yıllarda Gülen grubu hariç (kendilerini diğer cemaatlerden üstün gördükleri için devlet erkânının dışında kimselerle ilişki kurmazlardı) cemaatler insanların dini sohbet yapmak için bir araya geldiği topluluklardı.
Zor imkânlarla Kur’an Kursu açıp çocuk, genç ve yaşlı insanlara dini bilgileri öğretmek için gayret gösteren temiz insanlardı. Cemaatlerin o dönemlerde ortak sorunu devletin kendilerini rahat bırakmamasıydı. Tek dertleri de “din”di…
Ne tecavüz haberleri duyardık, ne de cemaatler arası kavgalara şahit olurduk. Mütevazılık önemliydi, özellikle de ilim sahipleri için.
Aradan yıllar geçti, cemaatlerin ortak sorunu ortadan kalktı.
Devlet onları rahat bıraktı ama en emin oldukları varlıktan tokat yediler. ŞEYTAN’ın tuzağına düştüler. Şeytan’ı sadece alkolde, kumarda vs. arayan cemaat fena hazırlıksız yakalandı.
Amerika ve İsrail’in tehditleri karşısında boyun eğmeyenlere selam olsun!
BM'deki oylamadan önce konuşma yapan Venezuela BM Daimi Temsilcisi Moncada, Filistin'e sahip çıkarak söylediği “Buradan ABD hükümetine sesleniyorum. Dünya satılık değildir. Artık Birleşmiş Milletleri provoke etmeyi sonlandır.” sözleri göstermiştir ki, dünyayı kurtaracak olan dini veya etnik kimliklerin birliği değil, cesur insanların vicdan birliğidir.
Amerika’nın, adaleti parayla satın alma hamlesi boşa çıkmıştır bugün. Parayla sadece saadet değil adalet de alınmıyormuş…
Ortadoğu’yu yalanlarıyla yaşanmayacak hâle getiren Amerika yönetimi bugün kendi halkının gözünün içine bakarak aynı şeyi yapmaya devam etmektedir.
ABD'nin BM Temsilcisi Nikki Haley ABD'ye karşıt oy kullanacak BM üyelerini tehdit ederek kararlarının dünya barışı (!) için önemli olduğunu ve Amerika halkının kendilerinden bunu istediğini söylemiş ama CNN kanalının anketi kendisini yalancı çıkarmıştır.
Amerika halkının yüzde 49'u Tel Aviv'deki ABD büyükelçiliğinin Kudüs'e taşınması kararına karşı olduğunu söylemiş ve ülkesinin Ortadoğu barış sürecinde İsrail veya Filistin’in tarafında olmamasının gerektiğini ifade etmiştir.
Dünya, beş ülkenin adaletine mahkum değildir ve olmamalıdır.
“Benim oyum çobanın oyuyla bir olabilir mi?” sözleriyle isyan eden Aysun Kayacı’nın kulakları çınlasın. Kendisine tepki göstermiştik ama bugün BM’deki oy adaleti karşısında ne kadar masum kalıyor sözleri.
Herkes tepkisini ve nedenini söyledi, buna karşılık olarak Dilmen de açıklamasının gerekçesini ifade etti ama kimseyi ikna edemedi. Bana göre ikna olmak istemediler.
Ülkemizin önde gelen aydınları bu tarz olaylarda kişinin istifasını ister ama ortada Tayyip Bey’e karşı bir sevgi ifadesi olunca “Özür dile, affedelim.” dediler.
Dilmen de “Dilemem.” dedi. Ki doğru olanı yaptı.
Katılırsınız veya katılmazsınız ama kendince sebeplerini açıklayarak yapmış olduğu bir açıklamaya istinaden bu linç kampanyası veya özür diletme çabası niye?
Neden “Hadi canım sen de… Ne alaka?” tepkisi yetmiyor.
Dilmen’in sözlerine karşılık eleştiriyi de anlarım ama muhalefet liderinden yazarına özür dilemeye davet etmek nedir?
Tayyip Bey, daha önce “Kimsenin benim adıma racon kesmesine gerek yok.” dedi mi? Dedi. Eee, bırakın o zaman kendisi için söylenilen bu sözlere bir tepki verecekse kendisi versin. İster özelden ister kamuoyuna açık şekilde…
Nedir bu yahu? Oldu olacak “Cumhurbaşkanı nasıl sevilir? Nasıl eleştirilmelidir? Kimlerle kıyas edilemez?” vs. kitabını yazalım.
Okur şöyle diyor; “Yazınızla ilgili iki konuya değinmek istiyorum müsaadenizle: Birincisi, siteyi kuran adam, kadının talebinden bahsederek bir çözüm bulmaya çalışmış gelen talebe. 45 yaşındaki kadın eş bulamamaktan şikâyet etmiş çünkü dikkat ederseniz. Orada konu bekâret vs değil. Evlenmek isteyen ama uygun eş bulamayan kadınların bekâr ölmesi mi daha iyi yoksa ikinci eş olarak, bu sayede çocuk sahibi olarak hayatlarını devam ettirmeleri mi? Allah'a sorsaydınız size ne cevap verirdi? İkinci olarak, bir arkadaşınızın patronundan bahsetmişsiniz ve tehlikeye dikkat çekmişsiniz. Dürüstçe olmalı demişsiniz, katılıyorum. Bu patronun ve çocuklarının durumu için çözüm öneriniz nedir, ne yapılırsa sorun olmaktan çıkar?”
Öncelikle belirteyim; İkinci eş bulmak için kurulan sitenin mantığına karşı olmakla birlikte kapatılmasını da doğru buluyorum.
İlgili yazımda şikâyetçi olduğum hususu sanırım anlatamadım. Kaç yaşında olursa olsun bir kadının evliliği sevgi ve aşk üzerine yapması gerekliliğini savunuyorum. Belli bir yaşa gelmiş kadının bekârlığının bir acziyet olarak sunulmasına karşıyım.
Kadınlar için “ideal evlilik yaşı” tespit edip bu yaşı geçenler için oluşturulan ikinci eş olma gibi bir formülü reddediyorum ve reddedeceğim.
Bugüne kadar köşemde Murat Başoğlu dışında kamuoyuna mal olmuş kişilerin ilişkileriyle ilgili yorumda bulunmamaya özen gösterdim. Her ilişki kendi içinde çözümlenebilir…