Namaz ibadetinde hassas biri olarak konuyu yazmak istedim. Tartışmalardan duyduğum rahatsızlığı anlatmak istedim. Dilerim yetkililer sesimi duyar.
Çok enteresan bir durum var. Şöyle anlatayım size. 28 Şubat süreci dâhil, dışarıda olduğum sıralarda cami-mescit bulamadığım zamanlarda nerede isem, o kurumun görevlisine rica ederdim “Namazım geçiyor bir köşede kılabilir miyim?” diye. Bir alışveriş merkezi hariç hiç olumsuz cevap almadım. Saygı duyarak yardımcı oldular.
Şimdi ise, böyle durumlarda “Namaz kılabilir miyim?” demeye çekiniyorum. Çünkü namaz bir üstünlük işareti olarak algılanıyor. Rica ettiğim insanın gözünde , ibadetini yapmak isteyene yardım etme samimiyeti değil, ben buna yardımcı olmazsam işimden olurum korkusunu görüyorum.
Çok acı…
“Can”dan önce hiçbir şeyin değeri yok, anlamı da…
Dualarımız kardeşlerimizle!
Geçen gün “Entelektüel mi, Aydın mı?” konulu yazıma istinaden gelen bir soru “Jean-Paul Sartre, pek katıldığınız bu kitaptaki düşünceye göre entelektüel midir, aydın mıdır? Neden ? ”
Ali Şeriati; İslam dünyasının, Sartre; Fransız aydınlarının temsilcisi olarak kabul edilmiş iki özel insandır.
Birçok ayrı noktaları olsa da Sartre ve Şeriati’yi birleştiren “ortak bir vicdan ve sorumluluk” duygusu vardır. Onları, çağlarının ötesinde yaşatan işte bu vicdandır. Yaşadıkları dünyaya “Bana ne?” deyip sırtlarını dönmedikleri için bugün konuşuluyorlar.
Aydın olan insanların, ideolojilerini/düşüncelerini tümüyle ret veya tümüyle kabul etme zorunluluğumuz yoktur.
“Aydın insanlara daha çok ihtiyacımız var.” iddiasını ortaya koyarken entelektüel olanları dışlamak değil kastım.
Toplum olarak içinde bulunduğumuz karmaşadan bizi çıkaracak aydın insanların varlığının gerekliliğini vurgulamak istiyorum.
Toplumumuzda aydın insanların var olduğuna da inanıyorum. Ama herkes her şeyi o kadar çok biliyor ki, onlar bu durumda susmayı tercih ediyorlar.
Ortalıkta hâkim olan aşırı kışkırtıcı bir dil var ve onlar bu dili bilmiyor.
Diyeceksiniz ki: “ ‘Yeni Türkiye’den sonra bir de ‘Yeni Muhafazakarlar’ nereden çıktı başımıza?”
Aslında “Yeni Muhafazakarlar”,“Yeni Türkiye”den çok önceleri vardı. Sadece adlandırılamamıştı.
Kimdir bu “Yeni Muhafazakarlar?”
Hani, bizim mahallenin “Bunlar halkı anlamaz. Ellerinde kadeh, boğaza nazır villalarında otururlar.” dediği ve eleştirdiği meşhur insan tiplemesi vardır.
Sazan mıyım? Zannetmiyorum!
Neden mi bekliyorum?
Çünkü yaşanan onca şeye rağmen “paralel yapı”nın bitmesi adına kendini destekleyen insanlara açıklama yapmanın insani ve vicdani bir sorumluluk olduğunu düşünüyor ve inanıyorum.
Ayrıca “paralel yapı” ile başlatılan savaş tehlikeli hâl almaya başladı. Cemaatle sadece gönül bağı olan insanlar rencide edilmektedir.
Ayşe’nin çocukluk hayali , öğretmen olup kendi köyünün okulunda öğretmenlik yapmaktır ama ilkokulu bitirince babası “kızının okuyup yoldan çıkmasından korktuğu için” okutmaz.
Ayşe çok güzel bir genç kız olur. Okumadığına göre arkadaşlarının yaptığını yapması gerecektir. Yani evlenecektir.
Öğretmen olma hayallerini, evlilik hayalleriyle değiştirir. Artık güzel ve mutlu bir evlilik yapma hayalleri kurar. Kendini seven bir eşi olsun ister, akşam olunca eve çiçeklerle gelen bir eş.
Ayşe’nin talibi çok olur. Babası, yaşı küçük olduğu için evlendirmek istemez ama Ayşe, bir komşusunun söylediği söze kızar ve görücü usulüyle tanıştığı birine “Evet.” der. Ailesi evleneceği kişiyi istemez ama Ayşe, ailesini ikna eder.
Bir aile, kızlarını arıyordu.
Kızları daha on beş yaşında. Kız minibüsle evine giderken, bir genç “taksi arıza yaptı” bahanesiyle minibüsü durduruyor. Yardım için minibüsten birisi iniyor, iner inmez başına silah dayıyorlar. Dört şehir eşkıyası, minibüse zorla binip, araçta bulunanları ve şoförü silahla tehdit ederek kızı kaçırıyorlar.
Annesi diyor ki; “ Bize ‘Çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin.’ dediler, ben de kızıma çığlık atmayı öğrettim. Öğrettim de ne oldu? Kızım çığlık ata ata gitti, zorla götürdüler.”
İşin kötü tarafı da şu; kızı kaçıran gence yardım eden, çocuğun aile bireyleri. Çocuklarına engel olacakları yerde yardımcı olmuşlar anlayacağınız.