Talat Bulut’la ilgili taciz iddialarına takipsizlik kararı veren erkek savcıya itiraz eden Alçı, "taciz iddiasının bulunduğu dosya, onca şahit varken, bir kadın savcıya verilse, takipsizlik alır mıydı?" diye sordu ve Batıyı örnek göstererek, ülkemizdeki taciz ve tecavüz davalarının kadın savcı ve hakimlere verilmesini önerdi.
Şahsi görüşümü yazarak mevzuya dahil olmak istedim. Anladığım kadarıyla Nagehan Hanım, Talat Bulut davasının takibini yapan savcının kadın olması durumunda takipsizlik kararı çıkmayacağından emin. Hemcinsim olan meslektaşımın sorusunu anlamlı bulmakla birlikte kendisine katılmadığımı söylemek isterim. Zira maalesef ülkemizde özellikle taciz ve tecavüz olaylarında erkeği koruyan ve kollayan bir anlayış var. Ve bu anlayışı zaman zaman kadınlar erkeklerden daha hararetli savunuyor.
İster geleneksel, ister dini olsun katı bir kültürde yetişmiş bir kadın savcı veya hakimin taciz olaylarında kadının lehine karar verebileceğine inanmayacağım gibi özgür, eşit, adil kültürde yetişen bir erkek savcı veya hakimin de kadının aleyhine karar verebileceğine inanmıyorum. Eğitim şart... Lakin adaleti sağlayan bir alanda hukukun üstünlüğünü kavrayamamış bir insanın cinsiyetinin çok önemli olmayacağı kanaatindeyim.
Dönüp dönüp bizi yaralayan ve öldüren taciz-tecavüz sorununu ortadan kaldırmak için öncelikle biz kadınlar birlik olmalıyız ve dik durmalıyız ama erkekleri çözümün dışına itemeyiz.
Farkındaysanız biz daha tacize karşı tepkilerimizde birlik sağlayamıyoruz. Tacizcinin kimliğinden önce hangi cemaat veya hangi parti mensubu olduğunu konuşuyoruz. Sosyal medyada taciz haberlerini takip ederseniz takipçilerin tacizciye değil de birbirine hakaret ettiğine tanık olacaksınız. Bazen durum öyle bir trajikomik hale geliyor ki, sırf yaşam tarzından dolayı tacizci bir grubun veya tarafın sorumluluğunda kalabiliyor. Birkaç gün sonra karşı grubun yaşam tarzına sahip bir erkeğin taciz haberi oluyor. Garip anlamsız ve yorucu bir kısır döngünün içine girmişiz.
Birlikte bir şeyler yapmamız için önce ivedilikle bu durumdan kurtulmamız gerektiğini hatırlatmak isterim.
Sırf hemcinsimiz diye her şeyi tacizden mi sayacağız?
Nagehan Hanım ülkemizin aydın sınıfı olarak kadın köşe yazarlarımızı yaşadıkları tacizi anlatmaya davet ediyor. Hangi sektörden olursa olsun yaşadığı tacizi anlatan kadınlara saygım sonsuz, hiçbir itirazım yok lâkin her taciz itirafına saygı gösteremeyeceğim.
Okuldan sonra eğitim sektörünün cazibesine kapılan Kuralay bilim hayalinden de vazgeçmez ve “Mucitler Atölyesi”ni kurar. Eğlenceli Deneyler, Şaşırtan Deneyler, Eğlenceli Zeka Soruları olmak üzere 3 kitabı yayımlanır Kuralay’ın. Bugün sizlere bir kadını tanıtacağım. 1974 Ordu doğumlu olan Ayşe Devrim Kuralay meraklı ve araştırmacı bir çocukluktan sonra “Ben bilim kadını olacağım” der ve Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü'nü bitirir. Okuldan sonra eğitim sektörünün cazibesine kapılan Kuralay bilim hayalinden de vazgeçmez ve “Mucitler Atölyesi”ni kurar. Eğlenceli Deneyler, Şaşırtan Deneyler, Eğlenceli Zeka Soruları olmak üzere 3 kitabı yayımlanır Kuralay’ın.
Sizi Ayşe Hanım’ın Mucitler Atölyesi’yle baş başa bırakıyorum.
Mucitler Atölyesi 2010 yılında kuruldu. Çocuklara yönelik ağırlıklı olarak bilim ve sanat aktiviteleri düzenleyen bir kuruluş. Kurumumuz meraklı, bir şeyleri karıştırmayı ve araştırmayı seven, yeni deneyimler yaşamaktan mutluluk duyan 4 -14 yaş arası tüm çocuklara açıktır. Amacımız bir yandan çocuklarımızın meraklarını giderirken, bir yandan da yeni meraklar oluşturmaktır.
Konuyla ilgili çok şey yazılabilir elbette ama söze gerek bırakmayan bazı hikayeler vardır.
Bugün size tanıtacağım Beyza ve annesinin hikayesi, kadının gücünün bir aileyi nasıl arada tuttuğunun canlı örneğidir.
Beyza’yla söyleşimizi yazıya dökerken bir hayli zorlandım. Zira anlattığı her detay çok önemliydi. Biraz uzun bir yazı oldu ama emin olun ayırdığınız zamana değecek.
……
İstanbul doğumluyum. İki kardeşim ve birlikte büyüdüğüm annem var. Birlikte büyüdüğün diyorum çünkü annem çok küçük yaşta evlenmiş ve ilk çocuğum. Anlaşma bazında çok problemli bir ailede büyüdüm, üç dört yaşlarımda anne-babamın kavgalarıyla uyanırdım.
Anne ve babamın yaşam tarzları çok farklıydı. Annem dindar bir kadındı ve hafızdı. Babam ise evde alkol alan bir insandı. Annem babamın mezelerini hazırlar, namazını kılardı. Babamın aldatma mevzuları her zaman gündemdeydi.
Küçük yaşta ailevi sorunlara şahit olduğum için farkında olmadan krizleri yönetme, sorunlara çözüm üretme ve insanlara liderlik ve yardım etme gibi misyonu edindim. Çocukken mahalledeki çocuklara liderlik yapardım. Onları annelerinin izin vermediği uzak parklara gizli götürür, yeri geldiğinde kullanılmayan oyuncakları satarak dondurma masraflarını karşılar, sürekli bir şey organize ederdim.
Doğuştan kas hastasıyım, tanım ilkokul 4. sınıftayken konuldu. Annem inançlı bir kadın olduğundan benim durumumu lütuf olarak değerlendirdi. Bilinçaltımda yanlış bir algı oluştu ve “Madem durumum bir lütuf tedavi olmak istemiyorum” dedim.
Bunun üzerine “aslanları ve kedicikleri”, Trans ölümleri ve Kerimcan Durmaz’la ilgili yazılarımdan alıntı yaparak beni karalamaya ve kendilerini aklamaya çalışmışlardı.
Televizyonlarda hemcinslerimin çıkıp, din adına mini etekli bir şekilde yaptıkları masum (!) danslarından rahatsız olmamı şiddetle eleştiriyorlar ve anlayamadıklarını yazıyorlardı. Gerçi anlamalarını beklemek hata olurdu; neticede din, kendilerine böyle öğretilmişti. Bugün hiç birinin itirafını ciddiye almıyorum.
(İster Adnan’cı ister Fethullah’çı olsun, kısa yoldan makam ve para uğruna her türlü rezilliğe göz yuman bir insanın bir günde pişman olup itirafçı olmasını kabul edemiyorum.)
Bizde meşhurdur; her cemaatin “Müslümanlık” tanımı farklıdır ve hocaları ne diyorsa odur. Kur’an’ı gözüne soksan aksine inandıramazsın. Bu, uydurulmuş bir cemaat için de böyledir. Ortak savunmaları ise; Kur’an’ı sıradan insanların anlayamayacağı ancak birilerine tabi olurlarsa anlayabilecekleridir.
Annem, ikiz kardeşim Hanife ve ben birlikte yaşıyoruz. Bir de evi otel gibi kullanan Bulut isminde bir kedimiz var 😊 Gözlemlediğim kadarıyla bizi diğer dindar ailelerden ayıran en büyük özelliğimiz evimizde eleştiri kültürünün etkili olması. Bunu da hayatımızın hiçbir döneminde bizi kendi gibi düşünmeye zorlamayıp manevi baskı oluşturmadığı için rahmetli babama borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Babam, bize göre çok daha İslami bilgi sahibiydi ama biz ona bilmişlik tasladığımızda dahi önce bizi dinler sonra düşüncesini söylerdi. İtiraz kültürünün saygısızlık olmadığını bilen aydın bir Müslümandı.
Annemiz ciddiyeti seven Osmanlı kadınıdır. İtirazı ve eleştiriyi sevmez, hele ki anneye yapılanı hiç sevmez. Ona göre anneler her zaman haklıdır, anneler çocuklarına istediğini söyleyebilir, çocuklar annelerine kırılmaz ve annelerin kararlarını - davranışlarını sorgulamazlar. Biz bu anlamda annemizin ideal evlat tanımına uymadığımız için (bunun sorumlusu olarak babamı görüyor) zaman zaman sorunlar yaşıyoruz.
Genellikle Hanife ile ben aynı düşüncede oluruz. Annem de bu duruma “Siz iki kişisiniz, ben tek kalıyorum.” diyerek sitem eder. Bugüne kadar ne “Anneye muhalefet edilmez.” diyerek yanlışa doğru dedik ne de birlikte yaşamaktan vazgeçtik. Annemize taraf olmanın her zaman aynı şeyi düşünmek olmadığını anlatmaya çalıştık ve çalışıyoruz da.
Annem, her anne gibi güçlü ve cesur bir kadın aslında. Sadece çocukları tarafından onaylanmadığı zaman güçsüz olmayacağını kabul etmesi gerekiyor.
Ailemden örnek verdim zira bugün siyaset dünyasında yaşananları gözlemlediğimde çok benzerlikler buluyorum. Belki böyle bir ailede büyüdüğümden “taraf olma” çağrısını anlamsız bulurum her zaman. Birlikte yaşamak için veya birini sevmek için illa taraf olmanın gerekliliğine inanmıyorum çünkü bir insanın ömrü boyunca haklı taraf olması mümkün değildir.
Günümüz siyasetinde çoğunluk, “taraf olmayı” rüzgârın estiği veya eseceği yöne göre tutum almak olarak algılıyor. Kimse rüzgârda ezilenlerle ilgilenmek istemiyor. “Kurunun yanında yaş da yanar.” atasözünü “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” buyuran Peygamber sözüne tercih ediyor.
Seçim arefesindeyiz, gerginlikler had safhada. Kavgasız ve adil bir seçim olmasını temenni ediyorum. Türkiyemiz için en iyisi olsun. İster gerekçeli ister gerekçesiz olsun herkesin vereceği oya saygı duyuyorum.. Dileyen dilediği taraf olabilir kabulüm, ben kendi doğrularımın tarafıyım, böyle kabul görmek istiyorum.
Seçimlerden sonra bu köşede buluşmaya devam eder miyiz bilmiyorum. Ama nerede olursam olayım rüzgârın yönüne göre hareket etmeyeceğimi ve sizi sevdiğimi bilmenizi istiyorum…
Bu seçim, arkadaşlarımızla en çok tartıştığımız konulardan biri; CHP’nin, din ve başörtü söylemleri oldu.
Ben bugünden sonra CHP iktidar olursa başörtü sorunu olmayacağını, bunu aştığını düşünüyorum fakat arkadaşlarım aksini düşünüyor. Elbette arkadaşlarımı ikna etmesi gereken ben değilim, Cumhuriyet Halk Partili siyasetçiler ve teşkilatlardır.
Bu da -açık söyleyeyim- “Benim annemde, ninem de başörtülüdür.” söylemleriyle veya seçim için çekilen tanıtım videolarında başörtülü kadın profili koymakla olmaz. Muharrem İnce’nin annesinin başörtülü olması kimse için bir karar verme ölçüsü değildir. CHP’nin yerelde iktidar olduğu belediyelerdeki tutumudur ölçü. Zira bu gözler 2012 yılında CHP’nin çarşafa rozet taktığını görmüştür.
Geçtiğimiz günlerde Kemal Bey’e, katıldığı bir radyo programında “Başörtüsü konusunda ne demek istersiniz? Okullarda, kamuda başörtülü kişiler var. Keşke bu sorunu CHP çözseydi.” sorusu soruldu.
Kemal Bey’in cevabı "Bu sorunu ben çözdüm. … Sayın Abdullah Gül'e sorabilirler.” oldu.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Kemal Bey, asgari ücret artışı ve emekli ikramiyeleriyle ilgili açıklamalarıyla iktidar partisini yönlendirmiş olabilir, amenna. Lâkin “Başörtü sorununu ben çözdüm.” iddiasını kabul etmek mümkün değil. Kemal Bey siyaset meydanı programına konuk olduğunda sorunla ilgili kamuoyuna yaptığı açıklamaları araştırmış ve gündeme getirmiştim. Kendisi o dönemde kamuda başörtü serbestliği kapsamana sadece temizlik görevlilerini alıyordu maalesef. CHP içindeki bazı kadın siyasetçilerin başörtüyle ilgili sert açıklamaları da tuzu biberiydi.
CHP’yi dünle vurmak değil niyetim... Kemal Bey “Biz geçmişte bu sorunla ilgili üzerimize düşeni yapamadık ama bugünden sonra böyle bir sorunun ülkemizin gündemine girmesine asla izin vermeyeceğiz.” dese hiçbir itirazım yok.
Ama “Bu sorunu ben çözdüm.” açıklaması olmadı. Abdullah Gül’e sormaya da hacet yok, zira o dönemi yaşayanlardanım.
Tayyip Bey de aynı gün İstanbul mitinginde “Atları faytonların boyunduruğundan kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmak için bir çalışma başlatacaklarını” söyleyince “Ayşe,” dedim kendime “senin yazın üzerine bu açıklamayı yapmış olabilir. İşte fırsat! Aylardır gündeme getirmeye çalıştığın ama sesini bir türlü duyuramadığın sorunu tekrar gündeme getir.”Gerçi arada bir kulağıma “Tayyip Bey sana yazılarından dolayı kızıyor.” sözleri geliyor. Söyleyenlerin yalancısıyım ama duyduklarım, beni söylemek istediklerimden caydıramaz. Olabilir kızabilir de zaman zaman ben de kızıyorum hatta küsüyorum kendisine. Vatandaş – yönetici arasında olur böyle şeyler, insani duygular bunlar sonuçta; mesele etmiyorum.
Mesele ettiğim durum, bir mağduriyetin giderilmesidir.
Evet, 13 Kasım 2017 tarihinde “Ülkemin Sayın Bakanları! Lütfen, bir el atın da şu sorun çözülsün artık!” başlıklı yazımı tekrar paylaşıyorum. Yazım, bazı engellilerin maaşlarının “aile gelir durumuna istinaden” kesilerek GSS borcu çıkarılmasıyla ilgili ortaya çıkan mağduriyetlerin giderilmesiyle alakalıydı.
………….
Geçtiğimiz yıllarda “2022 maaşı” olarak bilinen engelli maaşıyla ilgili olarak kanunda bir değişiklik yapıldı. Ak Parti Hükümeti, bu değişikliğe göre; “Ağır engelli olanlara diğerlerine göre üç kat fazla maaş verilmesine ve gelir durumu düşük ailelerin 18 yaşından küçük engelli çocuklar için de ailelerine maaş verilmesine” karar verdi.
Yine, yapılan bir değişiklikle engelli kişinin maaş alabilmesi, ailesinin genel gelir durumuna endekslendi. Bir ailede çalışanların gelir durumu asgari ücretin üçte birinden bir fazla olursa engellinin maaşı kesildi.
Engelli kişi maaş aldığı süre içinde aileden birinin maaşı yükselmiş oldu diyelim, kişi kurumu haberdar etmediği zaman cezalı duruma düşüyor, maaşı kesiliyor ve geriye dönük borçlanmış oluyor. Tam yüzde 50 fazlasıyla geri isteniyor para.
İş makinesinin sebep olduğu iddiası ortaya atıldı lakin kasıtlı olarak yapılığı anlaşıldı. Kadına, hayvana, çocuğa daha doğrusu kendinden fiziken güçsüz olana uygulanan şiddet haberlerinin yorgunluğunun ve birikiminin isyanıydı küçük köpeğin ölümüne gösterilen tepki. Ocak 2108’de çıkarılan yasa ile hayvana işkence eden kişilere hapis cezası getirildi ama vahşet haberlerinde bir düşüş görünmüyor. Elbette ceza almaları önemli ama bir o kadar önemli olan kamuoyunun tepkisi.
Şiddete karşı “Bana ne?”ci bir tavır takınmadığımız sürece netice alabiliriz. Çocuğu hayvana işkence eden ve bunu gülümseyerek seyreden anneleri – babaları uyararak gerekirse şikâyet ederek geleceğimiz için bir şeyler yapmış olabiliriz. Eşi veya sevgilisi olması sebebiyle kadını, kendisinin tapulu malı gibi gören erkeğe karşı çıkacağız ki kimse bir canlı üzerinde hak iddia edemesin. Toplumun ortak tepkisi, kınaması ve dışlaması inanıyorum ki birçok şeyi düzeltebilir.
Aksi takdirde kötülüklere şahit olmaya devam edeceğiz. “Nereye gidiyoruz?” diye sorup endişe edeceğiz. Bir çift siyah göze çaresizce bakacağız. Lanet edeceğiz; ta ki bir dahaki vahşete kadar.
Siyasetçisinden savcısına, sanatçısından yazarına kadar herkesin tepki göstermesi sevindirici lâkin bu tepkiler genele yayılması (?)
Örneğin; yıllardır gündeme gelen “Atların dramı” var. Yıllardır konuşuluyor, tartışılıyor ama netice alınamıyor. Özellikle İstanbul-Adalar’da; her yıl 400’den fazla at, fayton kazaları, bakımsızlık, kötü muamele, uygunsuz yaşam koşulları, sakatlanmalar ve mezbahaya gönderilmeleri sonucunda acı çekerek yaşamını yitirdiği iddia ediliyor. Bir atın ortalama ömrü 20 yılken bu atlar 2 yıl içinde ölüyorlar.
Hayvanseverler “FaytonaBinmeAtlarÖlüyor” etiketiyle kampanyalar düzenliyor, takip ediyorum ama yetkililerden bir ses çıkmıyor.
Neden; hayvanseverlerin fayton sahiplerine karşı yürüttüğü mücadelenin, ticari taksicilerin Uber’e yürüttüğü mücadele kadar ederi yok ülkemde?
Gidene ağlamak, yapana beddua etmek, kalanlara kurtuluş dilemek vicdanımızı daha ne kadar rahatlatacak?