Paylaş
‘İyi insan yüzü’ var. Sağlam adam, güvenilir adam duruşu var.
Okuyunca siz de göreceksiniz. Çünkü o gerçek anlamda bir mahalle çocuğu. Bir yanıyla efendi bir tarafıyla acayip fırlama. O kadar sevimli ki beş dakikada yakın akraba gibi hissediyorsunuz.
İlker Ayrık başarılı bir tiyatro oyuncusu ve hocasıyken önce dizilerle sonra ‘Ben Bilmem Eşim Bilir’ yarışmasıyla neredeyse bütün Türkiye’nin en sevilen isimlerinden birisi oldu.
Ama sempatik olan sadece kendisi değil, yarışmada onlar son derece sıkı bir ekip.
Yarışmayı birlikte hazırlıyorlar ve arada o kadar eğleniyorlar ki, bize de seyrederken, gülmekten ve hoş vakit geçirmekten başka yapıcak bir şey kalmıyor.
İlker Ayrık her ne kadar “Sıradanım” diye bas bas bağırsa da aslında hiç de öyle biri değil. Tam tersine bence sağlam değerlere sahip bir sanatçı.
İyisi mi okuyup kendiniz karar verin!
Seni seviyoruz, doğal buluyoruz. Sende bir şeytan tüyü de var; kızamıyor insan. Hep mi böyleydin?
- Yolda görenler de öyle söylüyor. “Evin yaramaz çocuğu gibisin!” diyor. Çocukluğumda da böyleydim.
O zaman Balıkesir yıllarına dönelim. Nasıl bir aile? Nasıl bir çocukluk?
- Sıradan bir Balıkesirliyim. Küçük şehirde, doludizgin, süper şahane bir mahalle hayatım oldu. Benim sırrım da bu.
Nasıl yani?
- Mahalle hayatı gerçektir. Bakkal Fatma Teyzemiz vardı, onun bakkalının önünde oturur, çekirdek çitlerdik.
Gelen geçene mi bakardınız?
- Gelen geçen yoktu ki. Yol üstünde bir mahalle değildi 26 Evler. Gelen geçen, sen, ben. Biz bizeydik ve sahiciydik. Top da oynardık, bakkalın camını da kırardık. Yemediğimiz halt kalmadı. Aslında ‘mahalle hayatı’ diye tanımlanan her şey, İlker Ayrık denen adamın özeti.
SIRADAN VE OLAĞANÜSTÜ
Say onları...
- Taşrada büyüyen herkes bilir bunları. Bire kere, herkesin evinde yemek yersin, herkes de senin evinde yer. Mahalledeki çocukların hepsi bir yerdedir. Ya arka tarafta dut ağacının altında, ya top sahasında, ya Fatma Teyze’nin bakkalının önünde ya da birilerinin bahçesinde. Yamuk yapamaz mahallede kimse. Yazıyı olmayan kurallar vardır. Bir arkadaşının annesi, kendi çocuğu gibi, yaptığın hatanın terbiyesini sana verir. Annene de şikâyet edemezsin çünkü annen de ağzına s.çar. “Sen kimin oğlusun?” der mesela, “Mukaddes’in” dersin. “Olur bu yaptığın şey evladım!” der. Susar oturursun. Annene şikayet etsen, “İyi yapmış! Az bile demiş bilmem ne teyzen!” der. Senin annen de, bir başkasına ayar verir. Mahallenin çocukları, bütün o annelerin çocuklarıdır. Herkes birbirini sever, kollar. Öyle bir sahiplenme.
Bugünkü kişiliğini, o günlere borçlusun yani...
- Tabii tabii. O çok sıradan mahalle hayatına. Sıradan olduğu için olağanüstü.
Nasıl bir aile?
- Küçük, tatlı bir aile. Üç kardeşiz. Abim, ablam ve ben. Annem şeker bir kadındır. Taklit, hoş sohbet, muhabbet ne ararsan var. Hayata hep asılmıştır. Güçlüdür. Babam, ben 9 yaşındayken öldü. Kalp.
9 yaşında babayı kaybetmek büyük travma...
- Evet. Ama yıllar sonra anlıyorsun. O gün, öyle olduğu için onu yaşıyorsun. O an, “Benim babam öldü, beni nasıl bir hayat bekliyor?” gibi bir düşüncen olmuyor. O an, o senin gerçeğin.
Ölüm haberini aldığın anı hatırlıyor musun? Ya da cenazeyi? Ne gibi izler kaldı sende?
- Hiçbir şeyi gizlemediler. Bizim zamanımızda öyle gizli saklı bir şey yoktu. Düğün de, cenaze de, sünnet de, hastalık da, sağlık da ortada yaşanırdı. Herkes acıdan payına düşeni yaşardı.
HER ACI KİŞİYE ÖZELDİR
Peki sen, 9 yaşında bir çocuk olarak bu kadar büyük bir acıyla nasıl başa çıktın?
- Her acı, kişiye özeldir. Tarif edemezsin. Yaşadığın en büyük mutluluğu da, en büyük acıyı da aslında anlatamazsın. Dolayısıyla, ben bu tür duygularımı ne anlatmaktan ne de paylaşmaktan hoşlanırım.
Baban öldükten sonra, annen üç çocuğa nasıl kol kanat gerdi? Size nasıl baktı? Annen ne kadar önemli senin hayatında?
- Çok önemli. Ama bunu da sonradan idrak ediyor insan. Babam 48 yaşındaydı öldüğünde. Eve taziyeye gelen herkes “Ay çok da gençmiş!” diye konuşuyordu. Ama 9 yaşındaki bir çocuk için, 48 pek de genç değil. Dolayısıyla kafan, “Genç değil ki. Baba bu. Koca adam. Demek ki kaybedilebiliyor” diye çalışıyor. Babam öldükten sonra, annemin yaşadıklarını, bize yansıttıklarını, yansıtmadıklarını kavrayabilmek için bir 25 senen geçmesi gerekti. 48 yaşındaki bir ölümün çok erken olduğunu anlamam için de. Üç çocukla kalmış bir kadının nelerle mücadele ettiğini fark edebilmem için de. Biz buna büyümek diyoruz. Ne yapsam, annemin hakkını ödeyemem, büyük kadındır.
Babasıyla top oynayan bir çocuk görünce için burkulmuştur...
- Elbette. Babasını kaybetmiş her çocuk yaşar bunu. Kayıtsız kalamazsın. Ama bir tarafıyla da her ölüm, her cenaze, her doğum çok sıradan. Bizim başımıza gelince, olağanüstü zannediliyor.
Ne zaman hikayeni anlatsan, hep ‘sıradan’ bir adam olduğunu söylüyorsun. Özel bir şey yok diyorsun. Oysa ne hikâyen ne başarın sıradan. Sıra dışı bir insansın...
- Yok hayır. Bence bu ülkede, kavramların yeri değişmiş, ‘sıradan olmak’ olağanüstü hale gelmiş. Artık böyle bir memlekette yaşıyoruz. İşimi iyi yapmak istemem kadar sıradan bir duyguyu, olağanüstü karşılıyor olmak, işini iyi yapmak istemeyen binlerce insanla karşılaştığımız için...
Herkes işini şişirerek yaptığı için mi seninki olağanüstü yani?
- Evet aynen öyle! Hani adama dürüst olduğu için övgüler düzerler, oysa zaten olması gereken budur, ekstra bir övgüyü hak etmiyordur.
Balıkesir dönemi ne kadar sürdü?
- 18’ime kadar.
Taşralı olmak değerlerini sağlamlaştırdı mı?
- Bana göre öyle. Televizyondan izleyen herkesin, bana “Bizim evin çocuğu” demelerini buna borçluyum, Balıkesir’de geçen çocukluğuma. Televizyona çıktığında cam odada yaşadığın zannedilir ya, ben zurna gibi mahalle çocuğuyum! Gerçek bu. Kavgam da, sevdam da böyle gelişti. Bir mahalle çocuğu kadar gerçeğim. Oyunlarımı da, mahallede hep kazanmak için oynadım. Dokuz kiremitten tut da, misketine kadar. Kimse kaybetmek için oynamaz ki. Yenersin, hareket çekersin, ertesi gün bir daha oynarsın, yenilirsin. Ama pes etmezsin. Top kimdeyse, kadroyu o belirler, bu kadar basit. Üç korner, bir penaltıdır. Mahallenin yazısız kuralları vardır. Onlara eşek gibi uyarsın.
OĞLUM, BUDUR GELECEĞİN
Annen Makedon...
- Evet, anne tarafım muhacir. 56’da geliyorlar. Babamla, annem, dayımla yengemin düğününde birbirlerini görüyorlar. Babam da Arnavut kökenli. Lakabı da Arnavut Vehbi.
Ooooo! Sen de inatçı mısındır?
- 10 meselenin 9’unda sen ne istersen onu yaparım. İtiraz etmem. Ama bir tanesine kafayı takarım. Bunu da belli ederim, o benim istediğim gibi olacak. Yer yarılsa da.
Kısa pantolonlu çocukken hayallerin neydi? Ünlü olmak gibi dertlerin var mıydı?
- Yok ya, o günlerde öyle şeyler yoktu. Ünlü olmak, son 10 yıldır lügatımızda var. Ben o dünyanın çocuğu değilim. Ben endüstri mühendisi olmak istiyordum.
O neden?
- Hiç bilmiyorum. Küçük şehirdeki çocuk, hangi mesleği neden istediğini bilmez ki. Bir yerden duymuşumdur, belki sevdiğim bir abimden. Belki o gaz vermiştir. Endüstri mühendislerinin hâlâ ne iş yaptığını bilmem.
Oyunculuk peki? Nereden esti?
- Her mahallenin, her ailenin bir komiği vardır ya, ‘minder komiği’, ben de öyleydim. Ama kendi jenerasyonumda. Benden önce annemmiş. Fıkralar anlatan, taklitler yapan komik bir adamdım. Lisede, tiyatro ekibine dâhil oldum. Çıktık oyunu oynadık, selamda, bir baktım alkış koptu. İşte o an karar verdim. “Budur oğlum İlker senin geleceğin!” dedim.
Sonra?
- Ver elini İstanbul. Anneme, “İstanbul’a gitmek istiyorum” dedim, “Oyuncu olacağım.” Kimse de itiraz etmedi. “Adam gibi bir meslek seç oğlum kendine de” demedi. İstanbul’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde kurslara başladım. Yıl 97. Halk Eğitim Merkezi’nde tiyatro eğitimi almak, biçki dikiş kursuna gitmek gibi bir şey. Ama ben kraliyet akademisinde eğitim alıyormuş gibiydim. Olağanüstü bir disiplinle devam ettim. İki sene orada kursiyer olarak öğrenim gördüm...
Müjdat Gezen benim süperkahramanım
Konservatuar filan?
- Denedim, olmadı. Sınavları kazanamadım. Ama tabii ne çalışılır, nasıl çalışılır bilmiyordum. O iki yıldan sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne girdim. Bak Müjdat Hoca’ya çok şey borçluyum.
‘Baba yarısı’ mı oldu senin için?
- E tabii, kahramanım o benim. Süper kahramanım.
Kaç yıl devam ediyor ilişkiniz?
- Gerçek ilişkiler bitmez. Hâlâ ediyor. Dört sene öğrencisi oldum, üzerine altı sene asistanlığını yaptım. Tiyatrosunda oynadım, yazdığı oyunu oynadım, yazdığı oyunu yönettim. Dersine vekâlet ettim, sinema filminde beraber başrol oynadık. Şimdi de okulunda hocayım. Hâlâ danışırım, konuşurum.
Parlama hikâyen ne?
- ‘Geniş Aile’deki ‘Mürsel’ karakteriyle başladı. Sonra bu yarışmayla en üst seviyeye çıktı.
‘Ben Bilmem, Eşim Bilir’i sunma teklifi geldiğinde ne hissettin?
- Korktum. Yapabilir miyim, yapamaz mıyım diye. “Üç gün müsaade edin düşünmem gerekiyor” dedim. Çünkü “Onu da yaparım, bunu da” bana çok uyan bir şey değil. Müjdat Hoca’nın üç öğüdü vardır: 1- Sigara, alkol kullanma 2- Öğlenleri yarım saat-bir saat uyu 3- Önemli bir işe imza atmadan kendine 24 saat müddet ver. Düşündüm ve kabul ettim ve bugünlere geldik.
Rekabet arttıkça yarışmacıların gerçek kimyası ortaya çıkıyor
Yarışmada çiftlerin aslında gerçek kişilikleri ve kimyaları mı ortaya çıkıyor?
- Yarışmaya gelen insanlar, senin üst kat komşum, ötekinin alt yan komşusu. Normal insanlar. Ama biz, bir araba veriyoruz. Bu araba da, bir ailenin hayatını, bazen kısmen, bazen tamamen değiştirecek kadar kıymetli bir hediye. Tabii ki içlerinde kazanma duygusu oluyor. Bu duygu arttıkça da, gerçek kimyaları ortaya çıkıyor. Stüdyoya geldiklerinde, önce bir televizyon programı edasında oluyor, kadınlar nasıl göründüklerine dikkat ediyor, erkekler orada olmanın keyfini sürüyor. İki oyun sonra, mücadele sertleşiyor. “Yerim ya stüdyosunu! Burada bir araba var. Tamam göründük, ettik, fena mı olur yani, bu 60 bin TL’yi alsak” diyorlar. O noktada işler değişiyor. Anadolu’ndan gelen yarışmacılar daha çabuk adapte oluyorlar. Çünkü onlar, kafadan daha nasıl göründükleriyle ilgili değiller...
Çiftler kaybedince üzülüyor musun?
- Üzüldüklerim de var çünkü tuttuklarım oluyor. İnsanım ben, makine değil. Tek yapmam gereken adil olmak. Taraf tutmak ya da tutmamak hakkım saklı.
İlker Ayrık kısa sözlük
Tırt çıktın: Başarısızsın!
Seni kunduuuuz: Tatlı çakal manasında. Mesela, biri tanışma hikâyesini anlatıyor, romantik bir numara çekmişse, “Seni kunduuuz!” diyorum.
Çok da lülü: “Çok da umurumdaydı!” anlamında...
İtin köpeğin olsun: “Lafı mı olur...” manasında.
Kadının hırsı hiç ama hiç bitmiyor
Ün, şöhret ne ifade ediyor?
- Fotoğraf makineleri, cep telefonlarına girdiğinden beri fotoğraf çektirmekten başka bir şey ifade etmiyor! Bu, sadece bana da olmuyor, bütün ünlü insanlara oluyor. Habire fotoğraf çektiriyoruz. Çünkü kamu malı oluyorsun.
Şikayetçi misin?
- Yok canım. Araba aldığında, “Bunun dört koltuğu var, istemiyorum” diyebilir misin? Bu da, pakete dâhil.
Kaçıncı yarışma oldu?
- Bugün 122. bölümü çekiyoruz.
500 bin çift başvurmuş, bir milyon insan eder. Dile kolay! Ne öğretti bu yarışma sana?
- Sosyolog değilim, sosyolojik ahkâmlar kesecek halim de yok. Ama kadın-erkek ilişkilerine dair bildiğim pek çok şey onaylanmış oldu.
Ne gibi?
- Kızlara soruyorum, “Eşinin-sevgilinin en pis huyu ne?” “Bir anda parlaması” diye geliyor cevap çoğunlukla. Aslında, erkeğe müsaade etmek gerekiyor, birkaç dakika şovunu yapsın. Çünkü bu, o adamın fabrika ayarlarında var. O, bunu yapacak, bağırıp, çağıracak, eğer müdahale etmezsen de, şovu biter bitmez pişman olacak. Ama kadının fabrika ayarlarında da, o üç dakikaya müsamaha etmemek yok. Benzer şeyler yarışmada da oluyor. Erkek, bir hırsla başlıyor fakat oyun ilerlerken, hırsı yavaş yavaş eriyor. Ama kadının hırsı hiç ama hiç bitmiyor...
Vazgeçmeyen, pes etmeyen kadın yani...
- Hem de nasıl! Kadının kimyası böyle. Ama kadınlar da, aslında yarışmadaki diğer kadınlarla yarışıyor. Böyle bir durum var. Nasıl kadınlar, erkekler için değil de başka kadınlar için makyaj yapıyor ve giyiniyorsa... Bu yarışmada da başka kadınlarla yarışıyorlar. Kadının derdi kadınla yani! Erkek, iddiasını karısına göre yapıyor, kadınsa iddiasını diğer kadına göre yapıyor. Diğer kadın, “Benim kocam beş yapar” dediyse, öbürü “Benim kocam altı yapar!” diyor. Mukayesesi böyle. Kendi kocasının kapasitesini düşünüp söylemiyor, öbür kadınla yarışıyor.
Vakit olsa da depresyona girsek!
Kafadaki topuz, samuraylara özenmekten mi?
- Yok ya, benden çıktı fikir. 80’ler’ dizisinde, saçlarım uzun, kesemem. E bir de bu yarışmada atlıyorum, zıplıyorum, terlerim merlerim, uğraşmayalım, topuz olsun, dedim. Gündelik hayatta da takım elbisenin altına spor ayakkabı giyiyordum, böyle bir şey çıktı ortaya.
Çabuk depresyona girer misin?
- Yok girmem. Ama çok moda. Keşke biraz vaktimiz olsa da depresyona girsek!
Türkiye’nin bugünkü halini nasıl değerlendiriyorsun?
- Herkes kadar endişeliyim.
En büyük korkun ne hayatta?
- Mahcup olmak.
Seni en çok ne utandırır?
- Birini mahcup etmek. Çünkü güven, çok pis bir duygu. Bir şey ne kadar güzelse, onun içinde o kadar çirkinlik de var. Başarı ne kadar büyükse, başarısız olma riski de o kadar büyük. Ne bir eksik ne var fazla. Dolayısıyla, güven ne kadar fazlasıyla, onu kaybetme duygusu da o kadar fazla.
Allah utandırmasın o zaman...
- Amin!
Öküz gibi evlenme teklifi
Eşinle ortaokul arkadaşıymışsınız...
- Evet. O zamandan aşıktım Sanem’e...
İlk gördüğünde ne vardı üstünde hatırlıyor musun?
- (Gülüyor) 15 yıl sonra Sanem’e anlattığımda çok şaşırmıştı. Okul jilesini, eteğinin boyunu, boynuna taktığı şeyleri hep hatırlıyorum. Sürekli eli boynundaydı, kapatırdı. Ben de zaten o kimselere benzemeyen haline aşık olmuştum.
Sen uzaktan mı kesiyorsun?
- Yok tanışıyoruz ama ona sırılsıklam âşık olduğumdan haberi yok. Bir türlü açılmadım. Sonra da koptuk gittik. 15 sene sonra, ortak bir arkadaşımızla İstanbul’da karşılaştık. Tabii ilk sorum “N’apıyor Sanem?” oldu. “O da artık burada” deyince, “Bizi buluştursana” dedim.
Tekrar bir araya gelince ne oldu?
- Kalabalık bir grupta bir araya gelecektik. Ben daha erken gitmiştim, kapıdan girince şöyle bir baktım ve dedim ki, “Bu iş bitti. Ben bu kızla evleneceğim!” Zerre tereddüt yok. Şalteri indirdim. Hayatımın kadını bu. Ana hattı kestim ben. Ama Sanem’in hâlâ haberi yok!
FERİT BEBEK BİR AYLIK
Bir kadını etkilemek için ne tür numaralar yaparsın?
- Oyun, plan-mlan yapmam, topu gelişine göre oynarım. Ama 15 yıl sonra bir araya geldiğimizde, baktım, top orta sahada dönüyor. Kimsenin atak yaptığı, yapacağı yok. Bir süre Facebook’tan filan haberleştik. Sonra bir gün aradım, “Bugün yapmak istediğim tek şey, seni görmek” dedim, “İstanbul dışındayım” dedi. Bir süre sonra o aradı, bu sefer de ben şehir dışındaydım. Derken bir gün buluştuk. Adı konmayan, sözsüz bir flört başladı aramızda. O günle bugündür birlikteyiz.
Nasıl evlenme teklifi ettin?
- Öküz gibi! Romantik bir adam değilim ben. Bir gün canım sıkkındı, “Benimle bir duble rakı içer misin?” dedim. Birlikte Suzan Kardeş’e gittik, Balkan müzikleri dinlemeye, arada kan çekiyor. Güzel bir geceydi. Millet ayakta, dans ediyor, sallanıyor, ediyor, kalabalık, Sanem de önümde duruyor. O güne kadar da, “Evlensek şöyle olur” diye sohbet etmişiz ama hepsi o kadar. Refleks olarak, eğildim ve kulağına, “Baksana ben sana evlenme teklif ettim mi?” dedim. Gayri ihtiyarı. “Yooo” dedi. “O zaman şimdi ediyorum, benimle evlenir misin?” dedim. O da “Oluuur” dedi. Sanem, çok detaycıdır. Restoran gittiğimizde, bir masa seçmek için bile ince eler, sık dokur. Bu hikayeyi marjinal yapan, evlilik teklifimi bu kadar çabuk kabul etmesi. Uyanığım ya, “Peki ne zaman evlenirsin?” dedim. “Sen ne zaman istersen!” dedi. “Bu yaz” dedim, “Tamam” dedi. Ama tabii bu beni kesmedi, mekânda bir şahit aradım, olur ya vaz geçer, ablası Pınar’ı çağırdım. “Hayırlı olsun!” dedi. Üç buçuk ay sonra da evlendik. Dört yıldır mutlu bir evliliğimiz var.
Şimdi de minik bir oğlunuz...
- Evet. Ferit. Bir aylık dünya tatlısı bir şey.
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Paylaş