Alya serpildi, süzüldü, uzun ince bir kız oldu ama yine de 20 kilo. Ağır yani. Uyuyunca bu çocuklar daha mı ağırlaşıyor nedir? Saat de gecenin 3 buçuğu. Dubai Havaalanı’na yeni inmişiz. Kafası omzumda, horul horul uyuyor. Sağ kolumla bedenini kavrıyorum, sol kolumla da, ölü eşek ağırlığında iki çantayı çekmeye çalışıyorum. Birinde bilgisayar var, diğeri ise ful oyuncak dolu, bagaja vermek istedim, "Seni asla affetmem! Bir daha konuşmam" diye Alya beni tehdit etti.
Vazgeçtim.
İki çantayı üst üste koydum, bir de Duty Free torbası var iki çantanın tepesinde, onun içi de sevgilimin siparişi olan Fotomaç, Fanatik gibi spor gazeteleri, dergiler ve cd’lerle dolu. Benim hem çocuğu hem bunları taşımam mümkün değil.
*
Hayır efendim, göründüğüm kadar sersem değilim. Tabii ki bu çocuğun bir puseti vardı. Ama uçağa binerken İstanbul’da aldılar. Evet haklısınız, Dubai’ye inince kapıda vermeleri gerekiyordu.
Ama işte, lanet olası puseti vermediler. Ben kalakaldım kucağımda çocukla. Bir tek Allah’ın kulu da yardım etmiyor. Herkesin işi gücü var, koştura koştura yanımdan geçip gidiyor.
İyi ama düşecek bu çocuk kucağımdan, aşağıya kaydıkça kayıyor. Mümkün değil onu taşırken bu çantaları da çekebilmem. Aman Allah’ım bir bu eksikti, pasaport, bilet ve cep telefonu yere düştü, telefon da parçalara ayrıldı... Dur, Alya’yı şu banka yatırayım... Yaşasın, bir yer hizmetlisi geliyor...
"Gökte ararken yerde buldum sizi..." diyorum.
Gülümsüyor.
"Yardıma mı ihtiyacınız var?"
"Evet" diyorum.
"Sizin için ne yapabilirim?"
Sorunun saçmalığı beni irkiltiyor, ne demek sizin için ne yapabilirim?! Görüntü şu: Bir çocuk, gecenin bir yarısı havaalanının içinde bir bankta uyuyor, yanında da sinir krizi eşiğinde saçı başı dağınık bir kadın, iki ölü eşek ağırlığında bir çanta ve bir Duty Free çantası duruyor. Yerde de parçalanmış telefon, pasaport, bilet...
Ve görevli, hálá, "Size nasıl yardımcı olabilirim?" diye soruyor. Birden içimdeki yılan kafasını uzatıyor, ben artık yılan Ayşe’yim, sesim alaylı bir tona bürünüyor, "Neye ihtiyacım olduğu çok açık değil mi?" diyorum. Adamın yüzünden hafif bir şaşkınlık bulutu geçiyor.
"Beyefendi, ben hem çocuğu hem bu çantaları taşıyamıyorum" diyorum.
"Anladım" diyor. Karşılıklı bakışıyoruz. Tekrar, "Beyefendi, yardıma ihtiyacım var" diyorum.
"Hálá size nasıl yardımcı olabileceğimi düşünüyorum" diyor.
"Bu havaalanında baston pusetler vardı" diyorum, "Hani yolcular geçici olarak kullanıyor, havaalanından çıkmadan da bir kenara bırakıyor... Onlardan nasıl temin edebilirim?"
"Alt katta onlar!" diyor, sorunun cevabının bilmiş olmanın mutluluğu ile.
Bakmaya devam ediyorum suratına.
"Peki ne yapmamı istiyorsunuz?" diyorum.
"Nasıl yani?" diyor.
"Beyefendi, çocuğumu burada bırakıyım, gidip alt kattan puset mi alayım?"
"Hayır bırakmayın, çocuğunuz uyanır ve sizi bulamazsa çok kötü olur, ağlar" diyor.
"Peki çantaları mı bırakayım?"
"Hayır hayır, onu da tavsiye etmem, biliyorsunuz sürekli anons yapıyoruz, çantalarınızı başı boş bırakmayın diye..."
"Peki sabaha kadar burada mı durayım?"
"Yoo, evinize gidin, çocuk burada rahat uyuyamaz, siz de yorgun görünüyorsunuz..."
"Peki nasıl gideyim?"
"Ben anlamadım sorununuzu" diyor.
"Beyefendi, üç bilinmeyenli bir denklem değil ki bu" diyorum "Benim bir pusete ihtiyacım var. Lütfen ya siz gidip getirin ya da siz çantaları taşıyın ben çocuğu taşıyayım, pusetin olduğu yere gidelim..."
"Ama siz bana bağırıyorsunuz!" diyor.
"Ama siz de anlamıyorsunuz!" diyorum.
"Siz benimle bağırarak konuşamazsınız!" diyor. Ve küsüp, çekip gidiyor. Ben bir çocuk, iki bavul ve bir poşet kalakalıyorum. İçimden ne yapmak geliyor biliyor musunuz? Avazımın çıktığı kadar, "Aptallaaaaaaaaar! Ben ülkeme dönmek istiyoruuuuuum" diye bağırmak.
*
Allah sizi inandırsın, kibar olmaya çalışıyorum bu ülkede... Hem de 5 yıldır. Fakat artık sabrımın son son son damlasındayım. İtiraf ediyorum benim Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşayan çeşitli milletten ırktan insanlarla problemim var, enerjim, ritmim, hızım, kafamın çalışma biçimi onlarla uymuyor. Kesinlikle ırkçılık gibi algılamayın, isterseniz de algılayın ama Filipinli ve Doğu Asya kökenli çalışanlarla zaman zaman sorunum oluyor. Hayır, zaman zamandan daha sık oluyor! Ben Akdenizli insanlara alışmışım, atik, hızlı, leb demeden lebleyi anlayan. Bunlar öyle değil.
Ayrıca bu 5 yılın sonunda bir şey daha anladım: Biz de Türkler acayip hızlı bir milletiz. Evet bir sürü başka meselemiz, eksiğimiz, gediğimiz var... Ama müthiş bir pratik zekamız var. Hızlıyız, çabuğuz, sorunu cart diye öyle ya da böyle çözüyoruz, insiyatif sahibiyiz, biz hepimiz kendi çapımızda bir karakteriz. Bu yazı en iyi şu cümleyle biter. Hissederek söylediğime de emin olun: Ne mutlu Türküm diyene!