Paylaş
‘Camdaki Kız’ın yazarı Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
KADERİMİZ, DOĞDUĞUMUZ EVLERDE YAZILIYOR!
O, fenomen bir psikiyatrist: Dr. Gülseren Budayıcıoğlu.
Bugüne kadar üç kitap yazdı, bir kitabı da ‘İstanbullu Gelin’ dizisi oldu. Dördüncü kitabı ‘Camdaki Kız’ ise yeni çıktı. Denk gelirse mutlaka okuyun. Budayıcıoğlu, danışanlarından izin alarak, tanık olduğu vakaları hikâyeleştiriyor. Tabii okuduğunuz her satırın gerçek olduğunu bilerek okuyorsunuz. Müthiş ayrıntılar, ruh çözümlemeleri var. Çok anlaşılır ve akıcı bir dille yazıyor. Terapi koltuğundakilerin bilinçaltı, ‘Camdaki Kız’da olduğu gibi çözüle çözüle, acıta incite su yüzüne çıkıyor.
Çok çarpıcı bir kitap, insan pek çok şey öğreniyor, tonlarca satırın altını çizdim. Hepsi sığmadı, yarın bu röportaj devam edecek...
Siz bir psikiyatristsiniz. Ama aynı zamanında medyanın ve edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı bir isimsiniz. Pek çok kitabınız var. Şimdi de son kitabınız “Camdaki Kız” çıktı. Üç sezondur devam eden ve çok izlenen bir dizinin, İstanbullu Gelin’in de eser sahibisiniz. Dizi, sizin kitabınızdan yapıldı...
Doğru, hekimim, yazarım, sosyal medyada da aktifim. Evet, İstanbullu Gelin de benim kitabımdan. Hâlâ bazı sahnelerinin yazılmasında senariste destek oluyorum...
Siz tek bir şeyle yetinemiyor musunuz? Tıp okurken de TRT’de spikerlik ve sunuculuk yapmışsınız. Neden?
E çünkü çok severek yaptım. Ben hayata aşkla bağlı biriyim. Kendimi bildim bileli öyleyim. Klinikte akşama kadar insanları dinlerken de bir gün olsun sıkılmadım. Hatta çalıştığım odaları bir mabet gibi görürüm. Bunu bilen bazı meslektaşlarım halime gülerler, ama ne yapayım ben böyleyim işte. Aşkla yapılan şeyler de insanı yormuyor, enerjiniz de bitmiyor.
Siz bir psikiyatrist olarak vakalarınızı da hikâyeleştiriyorsunuz...
Evet, öyle yapıyorum.
Ne zaman aklınıza geldi bu?
Mesleğe başladığım ilk yıllarda, psikiyatri benim çok severek yaptığım bir “iş”ti. Ama zamanla, işin rengi değişti. Ne kadar çok insan tanırsam, iç dünyamın o kadar zenginleştiğini gördüm. İnsanlar çok şey öğrettiler bana. Kitaplarda yazmayan şeyler...
Mesela?
Hayatı, hayatın gizemini, rengini, anlamını ve kaderi öğrettiler. Hâlâ öğretiyorlar.
Sizi terapi odasında dinlediklerinizi yazmaya iten bu mu oldu?
Evet. Zamanla, insanları doktor olarak değil, onları anlamaya çalışan çok yakın bir dost olarak dinlemeyi, acılarını paylaşmayı öğrendim. Odama ağlayarak giren insanların o odadan gülümseyerek ayrıldıklarını görmek, benim için neredeyse hayatın anlamı haline geldi. Şimdi de öğrenmek için yıllarımı verdiğim bu çok değerli bilgileri, mezara götürmek yerine, herkesle paylaşmak istiyorum!
Peki hastalarınızdan izin alarak mı yapıyorsunuz?
Elbette! Hastalarım onları yazmamı çok istiyor. Hatta yazmadım diye bana kırılanlar bile oluyor. Ama bugüne kadar kimseyi afişe etmedim. Bu konuda ne kadar titiz davrandığımı hepsi biliyor. Keşke mümkün olsa da her birini yazabilsem çünkü her hayat hikâyesinin içinde öğrenilecek çok şey var. Bu kitapları yazmadan önce, bunları hangi sırayla yazmam gerektiğini çok düşündüm. Önce psikiyatride en sık görülen hastalıklardan mustarip insanların kısa hikâyelerini yazdım. İlk kitabım “Madalyonun İçi” psikiyatrinin alfabesi gibiydi. Sonra daha uzun üç hikâye yazdım: “Günahın Üç Rengi.” Bu kitapta biraz daha derinleştim. Üçüncü kitap, “Hayata Dön” (yani “İstanbullu Gelin”) dördüncü kitap “Kral Kaybederse” ve en son çıkan “Camdaki Kız”da tek bir hayat hikâyesini ayrıntılarıyla yazmaya başladım. Zaten insan ruhunda asıl sır, ayrıntılardadır. Ne mutlu bana ki okurlarım, bu kitapların bir yerlerinde kendilerini bulmayı başardılar. Böylece doğru yolda olduğumu görmüş oldum. “Terapi” denilen şey de tam budur. Kişinin kendini görmesi, anlaması. Bu kitaplar yoluyla bir kişiye değil, büyük bir kitleye ulaşabilmek, ruhlarının bir yerlerine dokunabilmek, bir psikiyatrist için öyle değerli ki...
KADER MOTİFİ
Son kitabınız “Camdaki Kız’da “Bize çocukluk acılarını tekrar yaşatacak kişileri gözünden tanır, başkasına değil ona âşık oluruz. Hayat onu kendi ellerimizle buldurur bize” diyorsunuz. Bu gerçekten doğru mu?
Evet, doğru.
Peki doğruysa nasıl bir mekanizma işliyor da bize acı çektirecek adamlara/kadınlara vuruluyoruz?
Son yıllarda okuyucularımla “kader motifi” adını verdiğim bir konuyu çalışıyoruz. Zaten baştan beri asıl amacım, insanlara bu motifi anlatabilmekti. Bizim kaderimiz, doğduğumuz evlerde yazılır. Tanrı bize kendi kaderimizi kendi ellerimizle yazdırıyor aslında. Kader, doğduğumuz an, annemizle kurduğumuz ilk ilişkiyle başlar yazılmaya: Sevildik mi, onaylandık mı, kendimizi güvende hissedebildik mi? Bize öncelik tanındı mı? Dünyayı bizler o evlerde tanır, o evlerde yaralanır ve çocukluk acılarımızın bizi götürdüğü yere gideriz. Duyguları yara almadan büyüyen birinin var olduğunu sanmıyorum. Şifacılar da aslında yaralıdır. O yaralar bize önce şekil verir, sonra da o yaraların peşinden gideriz. Sürekli kendini tekrar eden bir motiftir bu. Bizi kâşif de katil de kahraman da korkak da iyi de kötü de yapan aslında çocukluk acılarımızdır!
YARIN: Çözüm için ne yapmamız lazım?
Paylaş