İşin romantik bölümü şahane. Ama bir de pratik bölümü var: İki gün kaçabilmek için 222 takla atmak zorundayım. Bir ton organizasyon. Ben sürekli çocuğuyla birlikte olan şanslı annelerden olduğum için, iki gün ayrılsam bile her şey dert oluyor: Kızımla ilgili her an her şeyi bilmek istiyorum, Alya’nın odasında kim uyuyacak, salonda kim uyuyacak, ne yiyecek, ne giyecek, bana üç saatte bir mesajı kim atacak, peki dört olsun...
Bitse, bununla bitse, canım senin. Hatta vücudum! Bir de teslim edilmesi gereken işler var. Geride şunları bıraktım: Cumartesi yazısı. Pazar röportajı. Pazartesi yazısı. Alya’ya süt. Bir adet "anne kokan tişört." Ve aklımın yarısı...
Anlayacağınız, uçağın kalkış saatine kadar nefessiz çalıştım. Annelikte iki günlük kaçamağın bedeli bu kadar yüksek işte...
*
Kızımız bir dudağı beyaz çarşafa yapışmış, melekler gibi uyurken bırakmışız...
Yoldayız. Sevgilim ve ben. Yatılı okuldan kaçmış gibiyiz. İki suç ortağı. Sürekli kıkırdıyoruz. Sorumluluk zamanından çalınmış kısa bir anın keyfini sonuna kadar çıkarmaya kararlıyız.
Biz, birbirimizle seyahate çıkmayı seviyoruz. Her yere yanında mutlaka arkadaşlarıyla gidenlerden değiliz. Yapacak şey bulamadığı için telefona sarılıp onu bunu arayanlardan, birbirinden sıkılanlardan hiç değiliz.
Birbirimize yetebiliyoruz.
*
Ben maceraların kadınıyım ya...
Çağırırım...
Macera da, oyucu bir kedi gibi tıpış tıpış gelir. Mutlaka başımıza bir iş gelir! Ama her şey daha heyecanlı bir hale dönüşür. Nitekim, Milano’da, Venedik uçağını, "gate"in önünde bekliyoruz.
Sevgilim kendini kaptırmış Sudoku oynuyor, bense bir köşede bulduğum prizin sevinciyle bilgisayarıma gömülmüş vaziyetteyim, röportajın son tashihlerini yapıyorum.
Arada birbirimize bakıyoruz tatlı tatlı...
Biz işlerimize gömülmüş, birbirimize yazılırken...
O de ne!
Uçak kaçmış...
Gözümüzün önünde...
Kapısının önünde beklerken...
Gate’in önünde oturup uçak kaçıran benden başka salak var mıdır bilmiyorum!
*
Bunu, iyi bir işaret olarak kabul ettik.
Venedik oyunumuza dahil ettik.
Güle güle, "Trenle gideriz" dedik.
Sonra vazgeçtik, araba kiralamaya karar verdik.
Sevgilim pilot, ben co- pilot...
Ailemizin İtalya rallisi... Kucağımızda harita koyulduk yola...
Birkaç saat sonra Venedik...
*
Venedik, "Adriyatik’in prensesi..."
120 minik adadan oluşuyor.
400’ü aşkın köprüyle birbirine tutturulmuş, lego gibi.
Kim ne derse desin, hálá dünyanın en romantik yerlerinden biri...
Görmediyseniz mutlaka gidin, batmadan tabii!
Kentin ana caddesi Grand Kanal, Venedik’i tam ortasından ikiye bölüyor. İki tarafta da evler var. 14 ve 15. yüzyılda yapılmış evler. Belki de "Venedik Tacirleri"nin etkisiyle, bu şehrin tamamı benim için bir film seti. Büyülü bir film seti. Daracık yollar, kanallar, köprüler. Gidiyorsun, gidiyorsun, birden parmaklarını kaldırıyorlar "Marco Polo’nun evi" diyorlar. Adam 13. yüzyılda yaşamış, düşünün. Ya da "Burası da Kazanova’nın evi" diyorlar, iç geçiriyorsun, Kazanova nasıl bir erkekti hayal etmeye çalışıyorsun...
Bir de tabii, Venedik’in tarihten kalan vebası var. 1576’da yaşanmış. Şimdi de insanlar, o beladan kurtuluşu, Venedik karnavalı (Temmuz ayı üçüncü pazarı) olarak kutluyorlar maskelerle. Neden mi maskelerle? Sosyal farklılıkları ortadan kaldırdığı için. Herkesi tanımaz kılarak, eşitlediği için...
*
Bana ne ya Venedik karnavalından!
Biz karnavalı filan düşünecek halde değiliz.
Ölmek üzereyiz.
Ben yani.
Çok soğuk çünkü.
Ve tahmin edin, evet mont bile almamışım yanıma.
Bildiğiniz bir "Bavul Nasıl Hazırlanır?" kursu var mı, yazılmak istiyorum da, çünkü her seyahatte tamamen yanlış şeyler alıyorum. Allah’tan sevgilim "Senin dışında kazakla dolaşan başka bir zibidi var mı, yürü mont alıyoruz" diyor. Alıyoruz. Atkısıyla beresiyle. Bir buçuk yıldır her daim yaz olan bir memlekette, Dubai’de yaşıyorum. Yok artık benim kışlığım. Eksi 4’ler bana uzak. Neyse ki, yanımdaki erkek "Ver, ellerini ver" diyor, ellerimi avuçlarının arasına alıyor ve ısıtıyor.
Ve ve ve...
Ona bir kere daha aşık olmamı gerekleştirecek bir şey söylüyor:
"Yürü, gondola biniyoruz!"
Ağırbaşlı davranıp, "Öyle mi?" demeye çalışıyorum. Ama içimden "yihuuuu" diye havalara fırlayıp ayaklarımı birbirine çarpmak geliyor. Tamam, daha önce iki kere geldim ben bu Venedik’e ama sırt çantalı turisttim. Nerede bende gondola verecek para?
Ama şimdi ölmeden önce mutlaka yapılması gereken şeylerden birini yapacağım, gondola bineceğim ve sevgilimle öpüşeceğim.
*
Günahı 150 Euro.
45 dakika battaniye altında, gondolcu nezaretinde Venedik’in bütün kanallarında dolanıyorsun...
Dünya üzerindeki en ünlü romantizm kalıplarından birini yaşıyorsun.
Rüküş bulabilirsiniz ama eğlenceli olduğu kesin.
Kırmızı kareli battaniyenin içinde birbirimize sarılıyoruz ve oyunumuzu oynamaya başlıyoruz.
Adı: Hatırlama ve Unutmama Oyunu.
Bize hep çok iyi gelmiştir.
Çiftlere tavsiye edilir.
Tıp oyunu gibi "Bu anı aklında tut!" diyorsun. Derin bir nefes alıyorsun, gözlerini kapatıyorsun. Ve o anı donduruyorsun. Beyin kıvrımlarına nakşediyorsun. El ele misin, elini; öpüşüyor musun, dudağını sonuna kadar hissediyorsun. Aynı anda etraftaki seslere dikkat kesiliyorsun. Biz su sesi duyuyorduk ve İtalyanca konuşmalar. Bizi öpüşürken gören İtalyanlar şamata yapıp alkışlıyorlardı. "Kendinize bir oda bulun!" diye bağıranlar da vardı.
Oyunun kuralı şu: Günün birinde başka bir yerde, mesela, Yeni Zelanda’ya gittiğimizde (inşallah), "Hatırla Venedik hatırla" diyeceğiz...
Başka bir coğrafyada başka bir iklimde başka bir yaşta, bu anı yaşayacağız.
Venedik’te bizim için önemli olan başka anlara döndük ve çok güldük:
Peru’da Huyana Picchu’ya tırmanmışız, inemiyoruz, öyle "Ne halt edeceğiz?" diye 2000 küsur metrede birbirimize bakıyoruz; Maldivler’de köpekbalığıyla karşılaşmışız, "Bir şey yapmaz!" diye bizi uyarmışlar ama korkudan üç buçuk atmışız, popomuza motor takmışsın gibi sahile yüzüyoruz; Nice’de bir balık pazarında Alya’yı yediriyoruz, daha doğrusu babası yediriyor ben gözlerim yaşlı onları izliyorum; Simi’de bir motor kiralamışız, "Biz karşı çocuğuyuz" diye hava atmış bana, "Tuzla’ya gider gelirdik buna benzer kıçtan motorlu teknelerde", fırtınaya yakalanmışız, tekne ceviz gibi sallanıyor, Simi’ye geri dönemiyoruz, "Karaya ayak basar basmaz seni değil toprağı öpeceğim!" diye bağırıyorum; sonra sevgilimin evlilik teklifini hatırlıyorum, dizlerinin üstüne çökmüş çölün ortasında...