Tabak gibi dümdüz bir yer. Kel. Ve dımdızlak. Ne yapsan olmaz yani. Yaşanmışlık yok, kültür yok.
Ama yaşarım...
Bu adamla yaşarım... Bu adamla her yerde yaşarım.
* * *
Gündüzleri daha fenaydı.
Hem sıcaktı hem de çirkin.
Beyaza yakın bir sıcak.
Kabak gibi bir sıcak.
Çıplak bir sıcak.
Hiçbir estetiği yok. Hiçbir şahsiyeti yok. Of yani.
Işığın şiddeti, dozu çok önemlidir benim için, beyaz ışık sevmem, florasan sevmem. Fazla aydınlık, huzursuz ve rahatsız eder beni. Neden? Çünkü defoları ortaya çıkarır. Bu şehrin de, o kadar çok defosu vardı ki.
O yüzden sadece akşam üzerileri, "biraz" güzelleşebilen bir şehirdi. Çölün rengi, güneş batarken sarıya, safrana ve toprak rengine dönüşüyordu. Etraf, hiç değilse tahammül edilir hale geliyordu...
* * *
Yaşadığımız yerin, şehrin adı Dubai ama benim hayatım Jumeira’da geçiyor. İki paralel cadde: Beach Road, Al Wasl Road.
Bir sürü bahçeli ev yan yana. Görünüşte çok fazla özelliği olmayan bir yaşam alanı. Tek katlı ve iki katlı bahçeli evler, bahçelerinde begonviller, palmiyeler. Bazıları güzel, bazıları çirkin. Hepsinin ortak özelliği acayip büyükler.
Sarı kafa çocuklar ve güzel yanık tenli kadınlar son model jiplere, Porsche’lere biniyor, resim buydu.
"Bu mu anlata anlata bitiremedikleri yer, Jumeriah?.." demiştim 4 yıl önce, "Burası mı?" Anladık, yaşam rahat ve kolay...
Ama bunlar yeterli mi?
Bir türlü, neden insanların 15 yıl boyunca, 17 yıl boyunca sürekli inşaat halindeki bu şehirde yaşamayı sürdürdüklerini anlayamamıştım.
Bu monoton hayat... Hep aynı şey... Kesiyor mu insanları... Yetiyor mu onlara... Hiç mi sıkılmazlar... Kafayı yemezler... Tıkız kalmazlar...
Ruhsal anlamda fakirleşmezler...
Hiç anlamamıştım. Hatta daha da küstahlaşıp, insanın IQ’su düşer burada demiştim. Allah’tan, 4 sene sonra biz gidiyoruz...
Arkamıza bile bakmadan...
* * *
İnanması zor ama 4 yıl içinde bir sürü şey değişti benim için.
Bu şehir de...
Bir kere güzelleşti.
Artık akşam üzerilerini beklemem gerekmiyor. Sabah güneşinde bile Dubai, gözüme güzel görünüyor. Buradaki bizi seviyorum. Ailemi seviyorum. Evimizi seviyorum. Yarattığımız o dünyayı seviyorum.
Ve şimdi ben nasıl ayrılacağım buradan diyorum. O noktaya geldim.
Her İstanbul seferi, benim için trafik açısından eziyet oluyor. İnsanın hayatının yollarda geçmesi bana fevkalade saçma geliyor. Her seferinde İstanbul, beni yutuyor. Burada öyle değil... Alya’nın okulu 5 dakika uzaklıkta. Şoförü benim. Sabah ben götürüyorum, öğlen ben alıyorum.
Hava sonsuza kadar güzel.
Alya öğleden sonra ya plaja gidiyor ya parka ya birlikte havuza giriyoruz ya da mahallede bisiklete biniyoruz...
Sanki hep yazlıkta yaşıyormuşuz gibi. Hayat hafif, hayat kolay.
O da mutlu bir çocuk. Gergin değil. Büyük şehrin elektriği yok üzerinde. Saf ve naif yetişiyor.
* * *
Ben buradaki beni de seviyorum.
Çıplak ayaklı beni. Makyajsız beni.
İstanbul’da anasını satayım herkes bakımlı. Herkes botokslu. Herkes çizgisiz. Ağız kenarları doldurulmuş. Kusursuza yakın ama mimiksiz suratlar...
Bunun için mesai harcamam gerekiyor, "İki röportaj üst üste aynı şeyi giydin?" diye mesaj atıyor insanlar, çok önemli bunlar.
Dubai’de ise genellikle bikininin üzerine elime gelen ilk askılı elbiseyi giyiyorum.
Yanlış anlamayın, geceleri gidilebilecek bir sürü kulüp ve lokanta var, havalı ve şaşaalı bir gece hayatı da var. Haftada bir iki kez çıkıyoruz ama genellikle evdeyiz.
Görüştüğümüz insanlar var.
Ama hayatına manasız bir şekilde müdahale eden kimse yok.
Mecburiyetler yok.
* * *
Sevgilim burada yemek yapıyor.
Sırrını kimselere söylemediği bir sürü yemek tarifi var.
İstanbul’da yapar mı?
Vakti olmaz ki.
Orada "şehir insanı"na döner, herkes dönüyor...
İstanbul’un ritmi farklı... Enerjisi farklı...
Burada, baba işten eve döndüğünde "Baba geldiiiiiii" diye bağırıyorum. Ev halkı kapıya toplanıyor. Ben herkesten önce davranıyorum tabii, koşuyorum ve atlıyorum sevgilimin boynuna. Yapışıyorum dudaklarına...
"Ben sarılacağım önce babaya, anne gittttt" diye Alya beni itiyor...
Babasının bacaklarına sarılıyor, yukarı çıkmaya çalışıyor.
Baba paylaşılamıyor...
Ama İstanbul’da insanlar böyle karşılanmıyor, karşılanamıyor...
Suratlar asık. Ruhlar gergin. Herkesin kafası bir başka yerde takılı kalmış vaziyette.
Ben de farklı bir kadın oluyorum, hep işim oluyor...
Kapı çaldığında açamıyorum bile, meşgulüm...
* * *
Birkaç zamandır yatak odası buluşmaları gerçekleştiriyoruz sevgilimle:
"Yatak odası randevuları."
Böyle salakça, çocukça şeyler icat ediyoruz.
Mesela bugün "12:00- 13:30 arası, baba benim" diyorum Alya’ya, "Sen Nejla ile kaybol..."
"Ne yapacağız biz?" diyor Alya.
"Ne isterseniz... İsterseniz havuza girin, isterseniz bahçedeki evde oynayın, çiçek ekin, sulu boya yapın, taş boyayın, isterseniz mutfakta kurabiye pişirin... Ama bizi yalnız bırakın..."
"Uyuyacak mısınız?"
"Evet."
"Neden?"
"Öyle. Keyif yapacağız babayla..."
"Perdeleri kapatacak mısınız?"
"Evet."
"Yatakta çadır da yapacak mısınız?"
"Evet."
"Yaaaaa, ben de geleyim."
"Yok, babayla ben sadece..."
"Peki."
* * *
Ve çocuklar gibi bir buçuk saat geçiriyoruz yatakta.
Gündüz vakti... Bazen hafta içi bir gün... Hayattan çalınmış bir gün... Güneş tam tepedeyken... Kapalı perdelerimiz, soğuk havanın serinliğinde hafif fışır fışır ederken... Odanın içindeki serinlik, beyaz çarşaflar, yüksek tavanlar ve kocaman yatak, mest ediyor beni. Gencim gibi geliyor, hiç ölmeyecekmişim gibi...
Herkes için farklı olabilir ama benim hayatım bu şehirde, yaz öğlenden sonraları gibi geçiyor. Hiç tahmin etmezdim bu kadar mutlu olabileceğimi...
Ne var ki İstanbul’a geri dönme zamanı geldi... Yakında taşınıyoruz... Ve ben kara kara düşünüyorum, doğru mu yapıyoruz... Mesleki olarak belki benim için daha iyi ama... Yine de düşünüyorum doğru mu yapıyoruz... Hayatta önemli olan ne? Mutlu olmak mı? Doğru mu yapıyoruz... İstanbul, bizi yutar mı? Hayatımız değişir mi? Orada da hayat, yine uzun yaz öğleden sonraları gibi olur mu?