Güvenlik kapısından geçtim.
Tam resepsiyona, “Dr. Murat Tuzcu nerede?” diye soracaktım ki...
Sevecen gözlerle bana bakan birini gördüm.
Dünya çapında Türkiye’nin gururu, kapının kenarında oturmuş beni bekliyordu!
En normal haliyle.
En doğal haliyle.
En alçakgönüllü haliyle.
İtiraf ediyorum acayip şaşırdım.
Bu kadar tevazu, görmeye pek alışık olduğum bir şey değil.
Bu adam, bu ülkenin yetiştirdiği, dünyaya karşı da kendisini kanıtlamış en mühim bilim insanlarından biri.
Bir defa, ameliyatsız kalp kapakçığı değiştirme operasyonu var ki...
Bununla tıp tarihine geçti...
Bu sadece en sonuncusuydu...
Murat Tuzcu başka çığır açan yeni tedavi biçimlerinin de öncüsü.
İşte böyle bir insanın bu kadar mütevazı olması, insanı inanın çarpıyor.
Beni de çarptı.
Köşede bir yerde oturduk, çay söyledik.
Işıl ışıl gözleri olan, yaşını pek çıkaramadığınız biri.
Konuşurken, “Azizim” gibi sıfatlar kullanıyor, inanılmaz kibar, fotoğrafçı arkadaşım Senih’e “İlla bir şey için, yiyin” diye tutturdu.
Cleveland’da hem kardiyoloji bölüm başkanı yardımcısı hem de üniversitede öğretim üyesi.
Hoca yani.
Daha önce de Harvard’da öğretim üyeliği yapmış.
Hem Türk hastaların hem Türk doktorların Cleveland’ı tercih etmesinin baş nedenlerinden biri o. Böylece onu yetiştiren ülkesine olan borcunu ödemek istiyor. Pek çok genç Türk doktoruna da yardımcı oluyor.
Dünyada kalbiyle başı derde giren bir sürü insan onun peşinde koşuyor.
Robin Williams’ın kendisinden tutun da, Robert de Niro’nun annesine kadar...
Bu isimleri de ağzından alabilmek için çok uğraşmam gerekti.
Çünkü onun için zengin Arap şeyhi de hasta, yerleri silen hademe de...
Sağlık hizmetlerinin hepimiz için eşit olması gerektiğine inanıyor...
Yaklaşık 30 yıldır Amerika’da yaşıyor.
“American College of Cardiology”nin Bilimsel Kurul Başkanlığı’nı yaptı.
Bu da boru değil, çünkü başkan, dünya çapında binlerce kardiyolog arasından seçiliyor.
Bir Türk’ün böyle bir göreve getirilmesi insanı mutlu ediyor, beni etti en azından.
O Amerika’ya gidip, Amerikanlaşanlar’dan değil.
Beethoven’la Itri’yi, Doğu ile Batı’yı birleştirebilenlerden biri.
Amerika’da olmasına rağmen Türk edebiyatını, şiirini, siyasetini biliyor, takip ediyor.
En bayıldığım özelliklerinden biri de, hava güzelse, şehir dışındaki evinden hastaneye bisikletle gidip gelmesi...
Ben onu çok sevdim.
Hatta inanmayacaksınız ama bir ara, “Keşke bir kalp problemim olsa da Murat Tuzcu’ya kendimi emanet etsem!” dedim.
İnsan bu kadar güvenilir olur, sakin olur, iyi olur...
Ve onun hikâyesini merak ettim.
Bu büyük başarının, bir sebebi, bir kaynağı olması lazım.
Hikâyesinin dinleyince anladım.
O, çocuklarının üzerine titreyen, kültüre, bilime inanan Cumhuriyet kuşağı bir anne-babanın oğlu.
İkisi de öğretmen.
İleri görüşlüler.
Isparta’nın bir ilçesinde yaşarken, çocuklarının iyi eğitim almasını istedikleri için kalkıp, İstanbul Koşuyolu’na yerleşiyorlar.
Onlar için önemli olan kısa yoldan para kazanmak, hayata atılmak, köşeyi dönmek değil...
Bilgi... Bilgiye ulaşmak...
Parayla işi pek olmayan bir aile.
Ben tanımıyorum ama gözümünün önüne getirdim annesini de babasını da.
Yani neymiş?
Kaynak 1: Aile.
Tuzcu’nun rol modeli aldığı insanlardan biri babası.
Şu an hayatta olmayan babası.
Kocaman bir kütüphanesi var, iki oğluna da Hasan Âli Yücel’in çevirttiği dünya klasiklerinden, Nobelli yazarlara kadar her şeyi okumalarını salık veriyor.
Annesi hâlâ hayata.
Hâlâ Koşuyolu’nda yaşıyor.
İlkokul öğretmeni.
Burası çok hoş, elinde olmadan oğluna negatif ayrımcılık yapıyor, notu ilk kırılan, eksiği, gediği ilk fark edilen, ilk azarlan hep o.
Ama o buna aldırmıyor, çünkü bu Murat Tuzcu olmasında, o beş yılın da çok önemli var.
Kaynak 2: Eğitim.
Kadıköy Maarif’in hayatında özel bir yeri var.
O yıllarda Batı’ya açılan bir pencere, ona çok şey kattığını söylüyor.
Çok sıkı dostluklar ediniyor, onlarla hâlâ görüşüyor...
Ve kaynak 3: AFS.
Lisede bir yıllığına Amerika’ya gidiyor...
Vietnam Savaşı’nın son dönemi...
Amerika’da birlikte yaşadığı ailenin büyük oğlu savaşa gitmek istemiyor, baba “Gideceksin!” diye tutturuyor, oğlan Kanada’ya kaçmayı planlıyor. Ve Murat Tuzcu müthiş bir döneme tanıklık ediyor, izliyor, biriktiriyor, biriktiriyor...
68 kuşağı onu da etkiliyor...
Her şeyi özümseme fırsatı yakalıyor.
Tıp okumaya Amerika’da karar veriyor.
Tamam hekim ama felsefeye, siyasete meraklı biri.
Şu anda da, kardiyolojiyle cerrahinin günün birinde nasıl birleşeceğini anlatırken, hiç duymadığımız “kalp damar girişimcileri” gibi yepyeni kavramlardan söz ediyor.
Yani tıp felsefesine de dalıyor.
O kadar hoşuma gitti ki anlattıkları...
Hiç ayrılmak istemedim yanından...
Saatlerce sohbet ettik.
Bana da iltifat etti, “Amma çok hazırlanmışsınız! Bugüne kadar bir New York Times muhabiri bu kadar hazırlıklı geldi” dedi.
Böyle bir laf kimin hoşuna gitmez, ben de eridim tabii!
Tabii ki Murat Tuzcu’nun hikâyesi burada bitmiyor, gerisini de röportajdan okuyun.
Bu arada haber vereyim, kitabı Doğan Kitap’tan çıkıyor, bu röportajın 50 bin vuruşluk unplugged hali, o kitapta olacak.
Durum budur, okuyalım ve Kanat’ın dediği gibi “Sessizce dağılalım!”
Babanız rol modeliniz... Ondan neler öğrendiniz?- Sabır. Her hikâyenin iki yüzü vardır. Bilgi, en büyük güçtür. Bilirsen en güçlü sen olursun. Zor kullanarak hiçbir şeyi halledemezsin. 50’lerin sonunda bizim evde büyük bir kütüphane vardı. Onun sayesinde çok okuyan bir adam oldum.
Peki anne figürü?- Olmaz mı? Onun sayesinde demokrat ve adil olmayı öğrendim. İlkokulda hocamdı. Sonra Kadıköy Maarif yılları başladı. Zamanının en seçkin okullarındandı. Devlet okuluydu ama çok etkin İngiliz ve Amerikalı hocalarımız vardı. Okul, eve yakın olmasına rağmen, birinci seneden sonra yatılı okumak istedim. Hayatımın değişmesinde, dostluklarımın kurulmasında, kendi ayaklarının üzerinde durabilmemde çok faydası oldu.
Siz hep en inek talebe miydiniz?
- Yok, yok. Ben ne sınıfın en akıllısıydım ne de en çalışkanı.
Sonra?- Sonra bir güzellik daha yaşadım! AFS’yle Amerika’ya gittim. Bu da hayatımı değiştiren şeylerden biridir. Vietnam Savaşı protestoların arşa yükseldiği yıllardı. Bir savaşın bir ülkeye neler yaptığına, aileleri nasıl parçaladığına tanık oldum. Hipi kültürü, marihuana, kızlarla erkeklerin sarmaş dolaş hali, okul müdürünün birbirinin içine girmiş çiftlere selam vermesi benim için acayip yabancıydı. Ama bu izlenimler, gözlemler daha hoş görülü biri olmama neden oldu. O yaşta birbirinden farklı hayat tarzlarının olabileceğine, yan yana yaşayabileceğine tanık oldum.
Peki tıp fakültesi?
- Amerika’da tıp çok prestijliydi. Bu da beni teşvik etti. Türkiye’ye dönünce İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdim, 77’de bitirdim. Çok önemli formasyonlar kazandım. Orada farklı geçmişlerden gelen değerli hocalarımız vardı. Mesela bir grup, 30’larda Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan, dünya çapında ünlü bilim adamlarının yanında yetişmiş insanlardı. Onlardan 1930 öncesi Avrupa’sının entelektüalizmini, bilimselliğini öğrendim. Öbür tarafta Türkiye’nin kendi yetiştirdiği Kurtuluş Savaşı’na çok büyük katkılarda bulunmuş bir neslin bilim adamları vardı, onlardan da çok şey öğrendim.
Eşiniz de hekim. Üniversitede mi tanıştınız yoksa?- Evet. Ben 4 sene İstanbul Üniversitesi İç Hastalıklar Bölümü’nde ihtisas yaptım. Ben bitirdim o başladı. Çok güzel ve akıllıydı.
“Bir yürüyor herkes bakıyor” öyle mi?- Aynen öyle. Benim için hâlâ öyle. Beni adam edenlerden biri de odur. İnsanların tek başlarına başarılı olması mümkündür herhalde ama tek boyutlu olur. Füsun bana inanılmaz destek oldu.
Başarıya giden yolda başka unsunlar da var mı?
- Fakültenin ikinci sınıfından sonra, tanıdığımız bir hekim vasıtasıyla, şimdiki adıyla Profesör Siyami Ersek Kalp ve Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne gönüllü-gözlemci-çömez olarak girdim. Bu benim hayatımda çok önemlidir. Orada beni çok hevesli, çok tutkulu mu gördüler nedir, yeri süpüren adamından başhekimine kadar bana kucaklarına açtılar. Öyle bir hale geldi ki ben haftanın üç günü, orada yatar, nöbet tutar oldum. Öğrenciliğim döneminde 4-5 sene orada çalıştım. Bir anlamda erken “intern”lük yapmış oldum. Bu benim hem meslek hayatıma hem de insanı ilişkilerime çok katkıda bulundu.
EN BÜYÜK DENSİZLİĞİM
Peki hiç böyle havaya filan girmediniz mi siz? Hep böyle sakin ve mütevazı mıydınız?- İnsanın ayağının yere basması çok önemli. Tabii ki geriye bakınca, yaptığım birtakım şeyleri hatırlıyorum. Hele bir densizliğim var ki, aman Allah’ım! Tıp Fakültesi ikinci sınıfı bitirmiştim, bir tekne gezisindeyiz, yıl 1974, birisinin elinde bakır bilezik gördüm, ben de o aralar son derece bilimsel takılıyorum, hurafelere filan itibar etmiyorum. “Bu nedir? Niye takıyorsunuz? Romatizma için mi?” filan dedim. Bülent Ecevit de takardı. Uzun uzun ona ne kadar manasız olduğunu, işe yaramaz bir şey olduğunu anlattım durdum. Çok sakindi, “Siz galiba bu işi biliyorsunuz” dedi, “E tabii Tıp Fakültesi 3. sınıf olacağım, ben bilmeyeceğim de kim bilecek!” dedim. “Oooo tamam” dedi, beni bozmadı. Sonra ben “Siz nerede okuyorsunuz?” dedim. “Ben okumuyorum” dedi. “Peki ne iş yapıyorsunuz?” “Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde beyin cerrahıyım!” dedi. O bunu söyledi ya, keşke yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim. Ölmek filan istedim, ukalalık yaptığım adama bak...
Gelelim Amerika macerasına. Ne zaman başladı?- 81’de ihtisası bitirirken, mecburi hizmet yasası çıktı, askere gittim, 18 ay yaptım. Sonra Elazığ-Diyarbakır arasında Maden İlçesi’ne gittim, Füsun’la birlikte. 5 yıl flört ettikten sonra evlenmiştim.
Hiç kızmadınız mı? Ne işimiz var burada demediniz mi?- Ben yaradılış itibariyle meselelere pozitif bakıyorum. Sadece kötü yanlarını değil, güzel yanlarını görebiliyorum. Benim babam da böyleydi.
Maden’de kaç yıl kaldınız?- Şu halıdan biraz büyükçe bir odada iki yılımız geçti. İlk çocuğumuz orada doğdu ama çok namüsait şartlarda da yaşamayı öğrendik. Sadece yürüyerek ulaşabildiğim hastalarım vardı.
O dönem aklınızdan hiç “Bir gün ben dünya çapında bir bilim adamı olacağım” türünden bir kıvılcım geçti mi?
- Fakültede okurken bir kitapçıda çalışıyordum. Yabancı tıp kitapları getiriyordu. O bana tıp kitapları veriyordu, ben de karşılığında yazışmalarını yapıyordum. Bu sayede dünyayı hep takip ettim. Aklımın bir tarafında akademisyen olmak hep vardı. Ama Güneydoğu’da, anadilinde konuşamayan, kerpiç evlerde inanılması güç fakirlikle yaşayan, 30 yaşında, 9 çocuklu kadınları görünce, meselelere başka türlü bakmaya başlıyorsunuz. Orada hekimin görevlerinin ne olduğu konusunda fikirlerim netleşti...
Hayat kurtarmak mı?- Hayır, sadece hayat kurtarmak değil. İnsanları rahatlatmak. Şifaya ulaşabilme derecemiz yüksek değil. Ama hastanın elini tutup, birisinin ona sahip çıktığını, yardım ettiğini, bu geçitten geçerken yalnız olmadığı göstermek...
Dünyaya bu sebeple mi geldiniz?- Evet galiba. Bir zamanlar Çetin Altan’ın dediği gibi, “İnsanlar varlıklı olmayı değil, var olmayı istemeliler, hissedebilmeliler...” Yaptığınız iş, içinizi dolduracak. Para pul hepimiz için önemli ama bunun ötesinde içimizi dolduran, “Ben de bir işe yarıyorum” hissini veren bir şey olması lazım. Güneydoğu’da basit bir röntgen cihazını almak için 6 ay uğraşıyorsunuz. Evet Amerika tıbbi teknoloji konusunda bizden çok ileride ama insanların hekimden bekledikleri temel ihtiyaçlar konusunda hiçbir fark yok. Siz hastanın en yaralanmaya açık, en korktuğu, en yardıma ihtiyaç olduğu anda yanındasınız. Hekimliği hakkını vererek yapmalısınız...
5 BİN DOLARLA AMERİKA
Peki yol Maden’de Cleveland’a nasıl çıktı?- Bir sürü yere başvurdum. Katiyen cevap yok. Adını bile bilmedikleri bir adam, alt ihtisasını orada yapmamış. Sonunda Cleveland’dan bir cevap geldi, “Sizi buraya alamayız ama bir-iki aylığına gelmek istiyorsanız gelin.” Benim de öyle turistik gezi lüksüm yok. O arada birkaç hocamdan büyük destek gördüm, “Bu adamı değerlendirin” diye referans vermişler. Sonra tekrar bir telefon geldi Cleveland’dan: “İç hastalıklar bölüm başkanımız, Türkiye’ye geliyor, iki gün kalıp Kuveyt’e gidecek. Onunla görüşebilirseniz sizin için iyi olur”. Ben 20 saat filan otobüsle İstanbul’a geldim. Cleveland’ın iç hastalıkları bölüm başkanı Hilton’da kalıyordu. Odasına yeni girmişti ki, telefon ettim. Şaşırdı. “Daha şimdi girdim içeri? Geldiğimi nereden bildin?” dedi, “E kapıda bekliyordum” sizi dedim, hoşuna gitti, aşağı indi. Hazırlıklıydım. Zannedersem, mesleğe olana tutkumdan etkilendi. Ve beni Cleveland’a mülakat yapmadan aldılar.
Vayyyyy...- Evet. Kalktık 85’te karım ve 7 aylık oğlum Can’la Amerika’nın yolunu tuttuk. Anadol arabam vardı ve mobilyalarımız, sattık, 5000 doları cebimize koyduk Cleveland’a gittik...
Gel git var mı kafada...- Olmaz mı? Büyük sorumluluk, karım, çocuğum... Peşimden sürüklüyorum. Kuyruğumu sıkıştırıp geri gelmek istemiyorum. Buraya geri dönsem, kimse yüzünüze vurmaz ama olacak iş değil.
Nasıldı o ilk zamanlar?- Füsun diyor ki, “Üç ay hiç yüzün gülmedi.” O gerilimli dönemi hatırlıyorum. Herkes ihtisasını orada yapmış, bir tek ben hariç. Tamam İngilizce biliyorum, konuşuyorum ama ağır aksanları anlamıyorum. Sekreterler 8. kattan telefonda bana bir şey söyledikleri zaman, dudak hareketlerini de görebilmek için 8 katı koşarak çıkıyordum. O üç ay boyunca, “Bu çocuk da bir şey bilmiyor” demesinler diye kendimi parçaladım. Çok yoğun çalıştım. Ama sonra baktım ki insanlar da sizin iyi niyetinizi, çabanızı anlıyorlar. 6. ayda rahatladım, üç senenin sonunda sınıf arkadaşlarımın en önündeydim, hastane beni ödüllendirmek için bir aylığına Avrupa’ya gönderdi. Sonra, Amerika’da bir başka perspektif göreyim istedim, Harvard macerası başladı. Bu dönemde eskiden ulaşılmaz gördüğüm şeylere, erişebileceğimi gördüm. Bu da önemli bir dersti benim için. Ben öyle bir memleketeydim ki, çaba sarf edersen, kimse sana “Sonradan geldin, kara koyunsun, yabancısın” demiyordu. Ama çok rekabetçi bir ortamdır Harvard Tıp Fakültesi. En hırslı tipler oradadır...
Peki size çelme takmaya çalışanlar olmadı mı?- Gerçekten iyi niyetliysen ve çok çalışırsan, insanların silahları size işlemez oluyor. Ben de başarılı oldum. Bir ara doçentliğimde Türkiye’ye dönmek istedim ama bana uygun açık kadro yoktu. Boston’da Harvard’da kaldım. Sonra 92’de Clevenland’da önemli değişiklikler yapılıyordu, ben de o yeni kadroda görev aldım. O günden beri de oradayım.
MURAT SAKIN HAVAYA GİRME, SENDEN ÖNEMLİ BİNLERCESİ VAR
Siz Amerikalı oldunuz mu?- Oldum ama aynı zaman da çok Türk’üm. Bu ülkeyi dehşetli bir biçimde seviyorum, şiirini biliyorum, hiç kopuk değilim, siyasetini takip ediyorum. Tartışmalarına giriyorum.
Sizin kadar başarılı biri nasıl bu kadar mütevazı oluyor?- Benim kütüphanemde Encyclopedia Britannica var, internet çağında olmamıza rağmen hâlâ tutuyorum. Bazen sayfalarını karıştırıp, benden çok daha başarılı işlere imza atmış insanlara göz atıyorum ve kendime diyorum ki “Murat, sakın başarılıyım diye havaya girmeye kalkma, bu ansiklopedide senden önemli binlercesi var!”
Ama siz de binlerce insana faydalı oldunuz...- Evet bazı bilimsel çalışmalara önemli katkılarım oldu. Önderliğini yaptığım ekiple önemli gelişmelere imza attık.
Size en çok ün getiren buluşunuz hangisi?- Ameliyat olmadan kasıktan kateterle yapılan kalp hastalıkları tedavileri.
Yeni olan ne?- İki şey var. 90’ların sonu, 2000’lerin başında bu damar sertliğini anlayabilmek için çok uğraştım. Damarların içini görüntülenebilmesini sağlayanlardan biriyim. Damar sertliği nedir, nasıl ilerler, nasıl durdurulur, nasıl tedavi edilir gibi 90’larda bilinmeyen soruların cevabını arayan bilim insanların içinde yer aldım. Son 8 senedir de yoğunlaştığım alan, acaba ameliyat etmeden kalp kapaklarını kateterle düzeltebilir miyiz, konusu... Çok heyecanlı bir aşamadıyız. 10 sene sonra büyük veriler getirebilecek bir grubun içindeyim. Bazı şeyleri dünyada ilk düşünenlerden olmak elbette gurur verici.
KARIM EN BÜYÜK ŞANSIMBen günde 14-16 saat arası çalışıyorum. Eşimin desteği olmasa, ben bu adam olamazdım. Bu kadar destek veren bir kadınla birlikte olmam şans, bu kadar güzel ve akıllı bir kadınla birlikte olmam da şans. Ben genellikle pek havalanmam, dolduruşa gelmem ama biliyorum ki kazara olacak olsa, Füsun benim ayaklarımı yerde tutmayı bilir. 25 yaşında oğlumuz ve 22 yaşında bir kızımız var, 28 yıldır da evliyiz. Bütün bu yolu benimle birlikte yürüdü. Ne kadar teşekkür etsem azdır...
YARIN:By pass olanların kişiliği değişir mi?
Check-up gerçekten gerekli mi?
Vip sendormu nedir?
Mehmet Öz’le farkım...