Derin şeyler düşünecek durumda değildim. Paris'teydim.Ve kesinlikle ‘‘sığ bir alışveriş çılgınlığı'' içerisindeydim!*Ten Ten'in, Kaptan Hadok'la yan yana koşarken görüldüğü yatak çarşafını, sadece yunus seslerinden oluşmuş CD'yi, tahta üzerine nasıl nahif desenler çizilip boyanabileceğini öğreten o kitabı, Dior'un mavi ve turuncu yıkanınca çıkan saç boyalarını, sevişen iki kedinin heykelini, bir de tahtadan sinek maketini, tabii ki o mor jartiyeri ve sırtı açık elbise giyildiğinde askıları görünmeyecek o sutyeni...Liste ve cümle uzuyor üzgünüm...File çorapları, altı kalın Spice Girls ayakkabıları, peynir bıçaklarını, banyo aksesuarlarını, nörotik kadınları anlatan bir kitabı, bir koca İtalyan salamını, yarısı içilmiş şarapların heba olmaması için üretilmiş deniz kestanesi kafalı mantar tıkacını, karanlıkta parlayan yatak odasının tavanına yapıştırmaya uygun o yıldızları...Toparlayıp tezgaha sürükledim. Elimde metal sepet, en havalı halimle sıraya girdim.Herşeyi pek bir özenle seçmiştim.Birazdan sıra bana gelecekti, birazdan hepsi benim olacaktı...Kredi kartımın limiti de vardı.Ama... Provizyon alınamadı!*Hayııııııııır...Sepetimi vermiyorum. Göğsüme dayamış, öylece ayakta, kasiyerin önünde anlamsızca dikiliyorum. Kasiyer, Fransızlar'a özgü mimikleriyle, ‘‘Olmamış canım'' diyor. El kol hareketleriyle, kartımın manyetiğinde bir sorun olduğunu söylüyor, gitmemi istiyor...Önce bir iki debeleniyorum.Elimden bir şey gelmiyor, çünkü cash param yok. Dilimden bir şey gelmiyor, Fransızcam yok. İngilizce onda var. Ama o ülkenin bütün diğer insanları gibi konuşma isteği yok...Ve ben orada, o gün, o an, ‘‘kötü şans''ıma lanet ediyorum!*Düşündüğüm zamanlar zorda kaldığım anlardır...Hemen aklıma, o duyduğum en saçma şey geliyor. Günün sadece 20 dakikası, çok şanslı olurmuşuz. Yani o 20 dakika, hangi 20 dakika ise, hayatın her alanında şanslı olduğumuz, kazançlı çıktığımız anlarmış. Ama o anlar zaman zaman uyurken, tuvaletteyken, ya da saçmalarken heba olup gidebilirmiş.Ki çoğunlukla öyle olurmuş...O zaman...‘‘İyi şans'' var ise, ‘‘kötü şans'' diye de bir şey vardı.Olmalıydı.Yoksa gün içinde, 20 dakika da ‘‘kötü şans''a mı ayrılmıştı?Peki, bu hangi 20 dakikaydı?Yoksa, demin kartımın çalışmadığı o hazin dakikalar mıydı?Öyle olmalıyıdı...Çünkü limitimin dolu olduğu zamanlar da bile, binlerce şeyi toparlayıp evine götürmüş bir alışveriş manyağı olarak ben, kapı gibi kartımla ortalıkta aç, susuz, bir de çıplak kalmıştım!Kartımla ilgili başıma gelenler...Benimle değil, kesinlikle ‘‘kötü şans''ımla ilgiliydi.*Kötü şans-iyi şans...Borges, Babil Piyangosu adlı öyküsünde, tam da bunlar üzerine ‘‘zihin egzersizleri'' yapmanıza sebep oluyor.Bakın, nasıl ‘‘sığ alışveriş çılgınlı''ğından, ‘‘derin entelektüel zihin oyunları''na girdik!Çünkü elimden bir şey gelmiyor, benim olması gereken o güzelim şeyler, o pis Fransız kasiyerin dibindeki sepette duruyor!Öykü, piyangonun gerçeği belirlediği bir ülkeyi anlatıyor. Ama söz konusu olan, bizim alışık olduğumuz gibi, ‘‘şanslı numaraları'' çekince kazandığınız bir piyango değil. Çünkü böyle bir sistem, insanca eğilimlerin tümüne değil, yanlızca ümide yönelik. Borges'in o öyküsünde, birileri, klasik piyangolar artık gözden düştüğü için, ‘‘şanslı numaralar''ın, arasına birkaç da ‘‘şansız numara'' eklenmesini öneriyor. Yani ‘‘şanslı'' değil, ‘‘şansız numarayı'' çektiğinizde, bir başka deyişle kaybettiğinizde, kazanacaksınız...Okumaya değer güzel bir öykü, üstelik kısa, adamı yormuyor, öldürmüyor. Borges sürekli kavramlarla oynadığı için biraz kafanızı karıştırıyor, ama o da insana iyi geliyor! Ben Osman Yener'in çevirisinden okudum, duyduğuma göre şimdi Tomris Uyar da çeviriyormuş.*İyi de ben bütün bunları niye anlatıyorum?Bilmem belki de, Ten Ten çarşafları üzerinde yatamayacağım, mor jartiyerleri takamayacağım, evdeki kapı ve dolapları boyayamayacağım, sutyenim olmadığı için arkası açık elbise giyemeyeceğim, sevişen kedileri hediye edemeyeceğim, depresyona girdiğimde, bir oturuşta o kocaman İtalyan salamını mideye indiremeyeceğim, peynir bıçaklarımla el aleme hava atamayacağım, nörotik kadınlarla ilgili o kitabı okuyamayacığım için... Kendimi böyle avutmaya çalışıyorum.İçimden iyi oldu, zaten benim yürüyene, uçana, koşana borcum var diyorum! Belki de benim ‘‘kötü şansım''ın kazançlı çıkmama, en azından var olan borcumun artmamasına, o haliyle kalmasına sebep olmuştur diye düşünüyorum.*Ben neden kafamı, ‘‘talih'' kavramıyla bozdum?Çünkü 5 ‘‘talihli'' aileyle birlikte Paris'e gittim.Ve ben şimde işin içinden çıkamıyorum, size soruyorum:Milka'nın ‘‘anne ve yavru inek kampanyası''na katılan toplam 45 bin kişinin sadece 5'inin talihli olması neye bağlanabilir?Onlar sizce, gün içindeki şanslı oldukları o 20 dakikada mı, her paketin üzerine yapıştırılmış etiketlerden anne ve yavru inek resmini belirtilen adrese yollayıp kampanya katıldılar?Neden tüm ailelerin çocukları sayesinde Eurodisney-Paris seyahati kazanıldı? Sorduk öğrendik, söz konusu ailelerin hep çocuklarıymış kampanyaya katılan, zarfları adreslere yollayan...Çocuklar daha saf ve temiz oldukları için mi daha şanslı olurlar?İnsanın saf ve temiz olması şansını artırır mı?Öyle olmadığım için mi başım beladan kurtulmuyor?Kötü şans peşimi bırakmıyor?Evime hırsız giriyor...Ben nereden bileyim!Bildiğim, o talihli beş aile ile birlikte Paris'e gittiğimiz ve güzel Paris günlere geçirdiğimiz...Bildiğim, bu tür kampanyaların isabetli olduğu, amacına ulaştığı ve kazanma şansınızın olduğu...Saf ve temizseniz...Bir de tabii Milka yerseniz!HAMİŞLER1) Aileme: Uçana, koşana borcum yok, korkmayın, sadece bir iki yerde oturana var! Arçelik bayiinde tezgahın arkasında oturan adama, çeşitli bakkallara, üç beş de dükkana...2) Anneme: Bakalım buna ne diyeceksin? İki erkekle birden yatıyorum: Ten Ten ve Kaptan Hadok. Tabii ki, yemedim içmedim, ertesi günü gidip aldım o çarşafı!3) Marsa'cılara: Milka anne ve yavru inek kampanyası için bizi Paris'e götürdüğünüz için teşekkürler. Yazıyı çok da promosyon yazısı olmasın diye, biraz tersten yazdım. Ben, hem ters bir insanım, hem düz olan şeyler genelde sıkıcı oluyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?