Anlayabilmem mümkün değil, bu kadının çektiği nedir...
İnsan tahammül sınırının üzerinde bir şey yaşadığı...
Bu nasıl bir ülkedir?
Bu nasıl bir kayıtsızlıktır?
Ne istiyorsunuz yani, gitsin kadın kendini ya da oğlunu yok mu etsin?
Sonra da "Acı son" diye haber mi yapalım?
Kendimi o kadar kötü hissediyorum ki elimden bir şey gelmediği için, bu konuyla ilgili yazdığım her yazı sonuçsuz kaldığı için...
Aslında biliyor musunuz, insan hayatının beş para etmediği bir ülkede yaşadığım için utanıyorum...
Hey orda mısınız, size sesleniyorum...
Defalarca beyin ameliyatı olmuş, beyin özürlü oğluyla her türlü zorluğa rağmen yaşamaya çalışan Tijen Güden’den söz ediyorum. Sürekli yazdım, bu kadına yardım edelim diye. Beceremedim, duyarsızlık karşısında yenildim. Sonunda kocası da onu terk etti, bir başına kaldı.
Benim için sözün bittiği yerdir Tijen, Türkiye’nin de bittiği yerdir, her defasında bir umut kaleme sarıldım, televizyonlara çıktı, hikayesini anlattı, herkes "Ah vah, Allah kimsenin başına vermesin" dedi, araya bakanlar girdi, talimatlar havada uçuştu, eve sosyal hizmet görevlileri geldi, gönüllü doktorlar çıktı ama yok...
Problemin büyüklüğünü gören jet hızıyla vınladı...
Kimsenin umurunda değil Oğulcan, geberip gitsin istiyorlar, yeter ki sorun yaratmasın!
* * *
Bütün bu rezillik yetmezmiş gibi kadına bir darbe daha vuruldu.
Bu yeni haber.
İstanbul’a bu gelişimde öğrendim. Oğulcan iki yıldır Zyprexa adında bir ilaç kullanıyor. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden verilen raporla. Saldırganlığını bir nebze hafifleten bir ilaç. Kutusu 220 YTL. Bir kutu 14 gün gidiyor. Tijen’in emekli maaşı da 550 YTL. Çektiği bunca çile yetmezmiş gibi, benim güzel devletim, herhalde maddi açıdan zor durumda olmalı ki, "Bundan böyle bu ilacın parasını karşılayamayacağım, ilacın geçmiş dönemlere ait parasını da geri istiyorum!" diyor.
Şu anda Tijen devlete borçlu yani.
Oha yani! Çüş yani!
Gerekçe de Oğulcan’a konulan teşhisin çok ağır "mental reterdasyon" olması. Devlet, ilacın ancak "şizofreni" halinde verilebilmesine karar vermiş. Tijen de diyor ki, "Gelsin biri bana, Oğulcan’ın şizofren olduğunu ya da olmadığını kanıtlasın! Her hangi bir test uygulanamıyor bu çocuğa. IQ testi yapılamıyor, Bera testi yapılamıyor, görme testi yapılamıyor, hiçbir şey yapılamıyor. Çünkü Oğulcan izin vermiyor, test yapmaya niyetlenenler de korkuyor. Otist olabilir diyenler de var. Depresyonu olabilir diyenler de..."
Böyle bir durumdaki anneye, "Bugüne kadar kullandığın ilaçların parasını ödeyeceksin!" deniyor. Nasıl bir şeydir bu? Nasıl bir acımasızlık ve insanlık dışı bir muameledir?
Bu ülkede hiç mi, "Deli misiniz ne yapıyorsunuz, kadın zaten çaresiz, bırakın bari şu ilacı alsın, bu kadarcık bir yardımımız dokunsun" diyebilecek bir yetkili de mi yok?
Tijen çaresiz bir şekilde "Elde kalan ilaçların yanında bir de Oğulcan’ı versem Sağlık Bakanlığı’na, devletim borcumu siler mi?" diye soruyor.
Söyleyin siler mi? Bu kadar mı kimsenin umurunda değil insan hayatı?
Sağlık BakanıRecep Akdağ, lütfen duruma el koyun...
Bir sonraki yazımda Tijen Güden’e müjdeyi verebilmek istiyorum...
Sizden haber bekliyorum...
Gaya, bugün kahve içelim mi?
Evimin 10 dakika uzağındaki parkta koşuyorum. Sabahın erken saatleri. Sarı yapraklar ayaklarımın altında çıtır çıtır ediyor. Yükselen güneş bedenimi ısıtıyor, tabii koşmak da. Koşarken gövdemin her milimini hissediyorum. Acayip huzurluyum. Sonsuza kadar spor yapmak istiyorum bu aralar. Böyle dönemler oluyor hayatımda. Bazen okumak, bazen yazmak, bazen spor yapmak istiyorum. Şimdi spor. Kulağımdaki i-pod’da olağanüstü güzel şarkılar çalıyor. I-pod, shuffle’de, yani kafasına göre takılıyor. Hoşuma gidiyor, hayat da shuffle’de. Sanki biliyor muyuz bir an sonra ne olacağını. Ashanti’den "The Way That I Love You" çalıyor, sonra Amy Whinehouse’dan "Back to Black", çok ayıp ve kışkırtıcı sözleri var, sonra Sezen’in eskilerinden bir şey çalıyor ve ve ve Frank Sinatra’dan "My Way"...
Birden bire gözümün önüne Ufuk’un yüzü geliyor ve gözlerimden yaşlar boşanmaya başlıyor. Aman Allah’ım, ölüler özleniyor! Ölümünden beri "My Way"i dinlememişim demek ki. Hem koşuyorum hem ağlıyorum. Neden? Kendini mi hatırlatıyor, zamanı mı geldi? Sonra aklıma Gaya geliyor. Ufuk’un ölümünden sonra ona sorular yolladım, "Anlatmak ister misin?" dedim. Röportaj yani. Mesaj attı: "Seninle buluşmak isterim, kahve içmek isterim, Ufuk seni çok severdi, ama röportaj yapmayalım, hazır değilim." Ben ne yaptım? Cevap bile yazmadım. İş çıkmadı çünkü! Benim kuru kahveye vaktim yok, inanabiliyor musunuz? Gerçek bu. Benim sadece röportaj yapmaya vaktim var. Buluştuğumuzda yaptığımız konuşmayı teybe almalıyım, çünkü hep yetiştirmem, yazmam gereken röportajlar var, her hafta iki tane, hiç bitmiyor. Beni de insanlıktan çıkarıyor. Gaya bugün İstanbul’dayım, vaktin var mı kahveye, içelim mi?