İnsan böyle durumlarda buldumcuk oluyor tabii. Gel benimle diyen sevgilisinin elinden tutuyor, okyanusları aşıyor, uçaklara, trenlere biniyor, kilometrelerce yol katediyor, 3000 metrede bulutların içinde şehirler keşfediyor ama bana mısın bile demiyor. Aksine iyi ki yaptım diyor. Annem de öyle diyor zaten: ‘‘İçine sinsin kızım, bu hayattan geriye sadece anılar kalıyor!’’
Fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere bu Peru seyahatinden benim de ekstradan dolu dolu anım oluyor. Maldiv'de fotoğrafçı bendim, her an her dakika karşısına geçip, zırt pırt deklanşöre bastığım için 10 dakikada bir zılgıtı yiyordum. Üç ayda ne değiştiyse, bu gezinin fotoğrafçısı sevgilimdi. Bütün resimleri o çekti, üstelik hoşuna da gitti. Meslek değiştirir mi artık bilemem. Bildiğim bir şey varsa, o da, kendisinin bir ahir zaman peygamberleri olduğu. 6 kadınla seyahate çıkmayı göze alabilmenin başka türlü bir açıklaması olabilir mi?
*
Bir kere gidilecek yer olarak Peru'yu seçmek baştan delilik. O kadar kolay, o kadar konforlu, o kadar 7 yıldızlı Dubai varken... Sen git, 15 saat uç, önce Amsterdam, sonra Karayip'lerde Allah'ın unuttuğu Bonaire derken Lima...
İlk faul burada. Kolay değil şeker!
İnsan kolayı tercih eder! Ne güne duruyor medeni ülkeler? Huyunu, suyunu, toprağını bilirsin. Peru öyle mi? Anan ağlıyor gidinceye ve keşfedinceye kadar. Tam olarak da keşfedemiyorsun zaten. Kafanda yeni açılmış 5000 bin pencere, çarpılıp dönüyorsun. İşte bu sebepten, bir hayalimi daha gerçekleştirmiş olmanın gururunu yaşıyorum ya. Peru'da kendime yeni bir pencere açtım. Şimdi de kapatmakta zorlanıyorum! Olsun o pencerede derinnnn bir nefes aldım...
Zaten orada en çok nefes almakta zorlandım.
Biyolojik bir gerçek olarak. O kadar yükseğe çıkınca oksijen azaldığı için insanın başına gelirmiş. Bir tuhaf oluyorsun. Başın dönüyor. Gözlerin kararıyor. Miden bulanıyor. Bana ne oluyor demeye kalmadan, birileri eline koka yaprağı tutuşturuyor. ‘Çiğne’ diyor... ‘Hadi çiğne...’
Meğer bütün Peru kitaplarında yazarmış: Yükseklik hastalığı. Ölüme bile yol açarmış.
*
- Nasıl yani? diyorum Yonca'ya.
- Öyle yani diyor. Sağlamsın değil mi? Bir hastalığın filan yok. Yüksek tansiyon, kalp...
- Bildiğim kadarıyla yok. Bana bak, altı üstü bayram tatili münasebetiyle Peru'ya gideceğiz...
- İyi de söz dinleyeceğiz. Fazla içki içmek, yemek yemek yok. İlk 24 saat fazla hareket etmek de yok...
- Anlamadım. Sevişmek de mi yok?
- Yüksekliğe ve basınca alıştıktan sonra ne isterseniz yaparsınız. Beni ilgilendirmez. Sevişeceğiz diye ölmeye kalkmayın da! Yükseklerde bol bol koka çayı içeceğiz, yapraklarını çiğneyeceğiz...
Yonca Ertem böyle konuşan biri işte. Bir şans aslında bizim için. İnsanın seyahat acentesi sahibi bir arkadaşı olursa hayatı renkleniyor. Alıp seni Güney Amerika'ya getiriyor. ‘‘6 çiçek 1 böcek Peru'da’’ turunu düzenliyor. Üstelik makul fiyatlara. O bir Latin Amerika manyağı. Her türlü ayrıntıyı düşünüyor ve biliyor.
*
Seyahatin en sorunsuz şehri başkent Lima. Neden? Denize sıfır çünkü, Pasifik'e yani. Ne basınç ne başka bir şey. Yaşasın burada her şey serbest! Zaten Yonca'dan da izin çıktı. 26 milyonluk Peru'nun 8 milyonu Lima'da yaşıyor. Dümdüz bir şehir. Peru, uzun süre İspanyol kolonisi olduğu için Barselona ve Madrid'de rastlayabileceğiniz dar sokakların açıldığı geniş meydanları Lima'da da görmek mümkün. Ama koloniyel mimarinin ihtişamıyla, insanın içini acıtan yoksulluk bir arada. Ve inanılmaz bir işsizlik var. Fujimori'ye karşı da müthiş bir öfke... Eee yolsuzluk, hortumlama sadece bizde yok.
Çok sevdikleri ve başta ülkeleri için son derece faydalı buldukları Japon başkanlarının artık adını dahi anmak istemiyorlar. O zaten kapağı çoktan Japonya'ya atmış durumda. Orada suşi yiyor ve muhtemelen dünyanın çeşitli yerlerindeki bankalara yatırdığı dolarları...
Perulular ise ayvayı!
Toparlanmaya silkinmeye çalışıyorlar. Öyle ki, kendilerine acayip işler yaratıyorlar. Mesela sersemlemiş vaziyette havaalanına indiğinizde birileri resminizi çekiyor. Sonra da o aynı birileri, otelde sizi yakalıyor, elinize kartpostallar tutuşturuyor. Önce ‘‘No gracias!’’ diyorsunuz. Deli miyim niye bu adamdan kartpostal alayım? Sonra bir farkediyorsunuz ki, o klasik şablon kartpostalların üzerine sizin havaalanında çekilmiş resminiz yapıştırılmış.
Evet. Çok ilkel. Ama aynı zamanda ‘‘molto bene’’! Bize en fazla benzeyen yanları da pazarlık merakları. Rüyamda bile ‘‘Cuantos soles?’’ diyorum. Yani ‘‘Kaç para?’’ Yok öyle ‘‘Şu kadar para’’ Şu kadara olmaz mı acaba? Oluyor! Her şeyi yarısına alıyorsun. Daha tonla almak istediğin şey kalıyor. Ama sevgilinden ‘‘Bunların hepsini Türkiye'ye götürmeyi nasıl düşünüyorsun!’’ diye azar işitiyorsun, popo üstü oturuyorsun.
*
Peru gerçekten ilginçlikler ülkesi.
Yolda bir adam görüyorsun, motosikletinin arkasında küçük bir küvet var, bu nedir demeye kalmıyor, anlıyorsun ki o bir köpek yıkayıcısı. Mesleğe bakar mısınız? Ya da belli duraklarda insanlar dikiliyor. Bir önceki otobüsün kalkış saatini not ediyor, toplu taşıma araçlarını kullanan insanlara kalkış saatiyle ilgili bilgi veriyor, ufak bir bedel karşılığında tabii. Peru aynı zamanda mecburiyetten yaratıcılıklar ülkesi. Lima'da bir şey gördüm mesela bayıldım.Yolların kenarlarındaki yeşil alanları reklam panosu yapmışlar. Çiçeklerden billboard yani. Banka reklamları, uluslararası şirketlerin ilanları dana gibi çimlerin üzerinde yazıyor.
*
Yoksul ama sıradan bir ülke değil Peru. Düzenlenen ruhani turların haddi hesabı yok. Millet eski medeniyetlerin enerjisini almaya geliyor. Hadi doğrusunu söyleyeyim, biraz daha mistik aslında işler. Erich Von Daniken üzerinden Tanrıların Arabaları da var ya, uzaylıların işaretleri filan, merak iyice çoğalıyor tabii...
Biz de ölüyoruz. Bir Şaman bulup geleceğimizi dinlemek için sabırsızlanıyoruz. Artık Cusco'da. Elveda Lima.
Sabahın köründe uçağa biniyoruz ve inanılmaz haşmetli ve yemyeşil dağların arasından geçiyoruz. Zaman duruyor tabii. Ben kimim ne iş yapıyorum bilmiyorum tabii. Herşeyden tamamen kopuyorum tabii. Korkuyorum tabii. Yanımdaki adamın eline yapışıyorum tabii. Çarptık çarpacağız.
Birden, ‘‘A aaa tabak gibi bir yer var bu dağların arasında!’’ Minyatür bir şehir çıkıyor ortaya. Büyük bir kuş gibi 3200 metre tepedeki o düzlüğe süzülüveriyoruz. Merhaba Cusco. Yok böyle bir güzellik. Burada ölebilir miyim? Derin derin nefes almaya çalışıyoruz. Sürekli uyarıldığımız ‘‘altitute sickness’’ denilen şey nedir anlamaya çalışıyoruz. Bize bir şey olmuyor ki. Ama yok öyle yağma. Şehir turu öğleden sonra. Marş marş otele. Hotel Monasterio'da kalıyoruz. Dünyanın tepesinde otele dönüştürülmüş eski manastır, insana çüş dedirtiyor. Üstelik odalara oksijen pompalanıyor. İstiharata çekiliyoruz.