Paylaş
Hayranlık verici bir hikâyesi var.
Müthiş bir gelişme hikâyesi.
Siz, ‘başlangıç noktanız’dan nereye fırladınız bilmiyorum ama Özcan Deniz, dudak uçuklatacak kadar ilerledi ve kendisini geliştirdi.
Şarkıcıydı.
Evet, sevilen bir şarkıcıydı.
Ama sonra karşımıza oyuncu olarak çıktı, sonra senarist, sonra da yönetmen ve yapımcı.
Yaptığı her işte de başarılı oldu.
Her sene bir film yaptı, her filmde hem iyi para kazandı hem de olumlu eleştiriler aldı.
Yeni sinema filmi şubatta vizyona girecek: ‘Sevimli Tehlike.’
Ama bu aralar nefesler Star’da bu salı başlayacak ‘Kaderimin Yazıldığı Gün’ dizisi için tutuldu.
Her şey iki gün sonra belli olacak, diziye bir ruh üflendi mi, üflenmedi mi anlaşılacak...
Diyor ki Özcan Deniz, “Bazen dizinin her şeyi iyi olsa bile tutmaz! Çünkü ruhu yoktur! O diziye bir ruh üflenmemiştir...”
O, dizisinin bir ruhu olduğuna inanıyor ama değerlendirmeyi bize bırakıyor.
Dizi sektörünün rekor ücret alan oyuncularından biri. Bu yeni dizisi için, bölüm başı 90 bin lira alacakmış, vay anam vay!
Gerçi o diyor ki: “Kazandırdığım paranın sadece bir bölümünü alacağım. Daha fazlasını değil...”
Kendinden emin, kendini iyi ifade eden, sıcak, yakın ve dürüst bir adam.
Ve hayatı boyunca öğrenci...
Sen, bir zamanlar sadece ünlü bir şarkıcıydın. Ama sonra makas değiştirip, bambaşka bir yola girdin. Hayat önüne ne getirdi ki önce oyuncu, sonra yönetmen sonra da yapımcı oldun...
2003’teki ‘Neredesin Firuze?’ benim için bir kırılma noktası oldu. O, benim hikâyemdi çünkü. 12-13 yıldır kafamda olan bir şeydi. Ezel Akay da senaryoyu çok beğendi. Filme çekildiği an, “Başka hikâyelerimin de perdede olması lazım!” diye düşünmeye başladım. Derken 64 bölüm ‘Haziran Gecesi’ yazdım. Baktım ki oyunculuk da hikâye yazmak da yazdıklarını bir oyuncunun yorumladığını görmek de yönetmek de yapım aşamasında bulunmak da... Hepsi inanılmaz büyük hazlar. Peş peşe hepsine birden daldım!
İyi de bütün bunları iyi yapabiliyor olmanın açıklaması ne? ‘Komple sanatçı’ filan mısın?
Estağfurullah! Her şeyi iyi yapabildiğim tartışılır ama bak öğrenme konusunda iddialıyım. İflah olmaz bir öğrenciyim...
Bu kadar nasıl geliştirdin kendini?
Ben, büyük cümleler kurmayı sevmiyorum. Kurulması da komik geliyor. “Acı çekmeyen insanın hikâyesi olmaz” denir ya, doğru. Zaman içinde benim de acılarla birlikte birçok hikâye birikti içimde. An geliyor, onları başkalarına anlatma ihtiyacı hissediyorsun. Elindeki materyal neyse onu kullanıyorsun, benimki müzik ve sinema...
Hırs var mı peki? Hırs yapıyor olabilir misin?
Yok ya, sevmekle alakalı bir şey bu. Bir şeyi tutkuyla yapan insanlara sebebini sor, “Bilmem çünkü seviyorum” der, “Çünkü heyecan veriyor!” der. Benimki de öyle bir şey işte. Ama ne var ki bu ülkede oyuncuysan, her zaman önüne seni heyecanlandıran projeler gelmiyor. “Keşke filminde oynasam” dediğin yönetmen sayısı da 2 ya da 3’ü geçmez. Bir kısmıyla zaten çalışmış oluyorsun, sürekli seninle film çekecek halleri de yok ya. O zaman da “Peki bu heyecanı ben yaratabilir miyim?” diyorsun. Belki de bu yüzden kendi hikâyelerimi kendim çektim. En gurur duyduğum filmler de onlar...
Peki işin inceliklerini nereden, nasıl öğreniyorsun? Sette mi, bizzat yaşayarak mı, kitap okuyarak mı, deli gibi durmadan film izleyerek mi?
Hepsi. Ama ben daha çok dokunarak, yanarak, düşerek, kalkarak öğreniyorum. Dört duvar arasında, birinin bana bir şeyler anlatması bir işe yaramıyor. Deneyimlemem gerekiyor. Ve bu deneyimleme esnasında da korkak davranmıyorum...
Atlıyorsun suya!
Evet. Rezil olup olmamak da umurumda değil.
KADERİMİN YAZILDIĞI GÜN
Yeni dizin ‘Kaderimin Yazıldığı Gün’ bu Salı Star’da başlıyor. Maşallah bölüm başı 90 bin lira alacakmışsın. Dizi sektöründeki en yüksek parayı alanlardan birisin...
İnsanlar bizim kazandığımıza hep takılır ama kazandırdıklarımızı pas geçerler! Biz kazandırdığımızın bir bölümünü geri alıyoruz, fazlasını değil. Sahneye çıkıp, oranın sahibine 100 bin lira kazandırıyorsan, 80 bin lirasını bana veriyor. 100 bin lira almıyorum yani. Adama o parayı kazandırtan bensem alacağım tabii. Ana malzeme benim. Arkamda da 80 kişi var. O para sadece bana değil yani. Bunları bilmeden konuşuyorlar. Ayrıca bir de şu var: Riski sen alıyorsun, başkaları değil! 3 bölüm sonra yayından kaldırılırsa, 500 bin lira alsam ne işi yarar...
Ama siz, 13 bölüm için anlaşmışsınız...
Ne kadar anlaşırsan anlaş, iş yürümediğinde kanal arıyor, yapımcı arıyor ve bitiriyorsun. Bu anlaşmalar kasada kalıyor. Sonuçta hepsiyle dostluğumuz var.
Dizinin başlamasına iki gün kaldı, “Tutar mı acaba?” diye gergin misin?
Gerginlik demeyelim ama heyecan var. Uzun süredir televizyonda başrolünü oynadığım, projenin sorumluluğunu üstlendiğim bir işim yoktu. O yüzden bu benim için bir nevi geri dönüş oldu...
‘Karagül’de misafir oyuncuyken rekor bir ücretle yeni diziye ve kanala transfer oldun. Senin reytingin hep iyi! Nasıl oluyor? Böyle bir şey var ya, ‘sahnesi iyi’, ‘yatağı iyi’... Senin de reytingin iyi...
Diyorsun ya, ‘Ortalıkta görünmüyorsun!’ Kendini korumazsan, insanlar seni sürekli ulaşılabilir bir noktada görürse, kalıcı olman ve reyting alabilmen zor.
‘Meşhurluğun El Kitabı’nda “Gizemli olmalısın” mı yazıyor?
Meşhurluk, umurumda değil. Ben starlıktan söz ediyorum.
‘Star’lıktan neyi kastediyorsun...
Star bence ünlü demek değildir. Olmak zorunda değildir. Star, ona emanet edilen işi, en garanti şekilde götürebilecek kişidir. Ben stara ünlü olduğu için para vermem, “Bu adam 3 gün sonra saçmalamaz, abuk sabuk bir şey yapmaz!” diye para veririm. Güven uyandırdığı için. Geceleri bardan alkollü çıkıp da basınla kavga etmeyeceği için. Manasız polemiklere girmeyeceği için. Görevi olmayan işlere dalmayacağı için. Mesela projeye zarar vermemek. Hatta, projeyi taşımam. Proje marka, star da marka. İki ürün yan yana geliyor. Birbirini taşımaları gerekiyor. Benim için star budur. Yoksa şöhret olmuş olmamış hiçbir önemi yok. İşin kalitesinin önemi var ve duruşun önemi var. Duruşunuz sağlamsa, yaptığınız işler sağlamsa, uzun soluklu da olursunuz, reytinginiz de olur!
Şimdi düşünüyorum aksi örnekler de var.
Aksini yaparak, starlığını koruyanlar yok mu?
Var ama onlara bir marka teslim edilmez! Her an başına bir şey gelebilir çünkü. Gelmiyorsa şanstır. Garantisi yoktur.
Bazen garantili şeyler de sıkıcı oluyor. Garantisiz şeyler daha heyecan verici değil mi?
Ama yatırım yapıyorsunuz. Ben tamamen yatırımcı tarafıyla konuşuyorum. Benim şunu bilmem lazım: Set ahlakı var mı, disiplinli mi? Mesela Şükrü Özyıldız. Çocuk, 3 ay içinde 8 kilo verdi. İlk okuma provasına geldiğinde yağlı, löp löpken, üç ayda Yunan heykeli gibi oldu!
MEDYAYLA ARAMA MESAFE KOYDUM ÇÜNKÜ...
Seni neden orada burada çok görmüyoruz...
Bir dönem çok ortadaydım. Bindiğim arabadan tut da sevgililerime kadar sürekli haberler döndü basında. Ama günün birinde bunun çok yorucu olduğunu fark ettim.
Ve gizli yaşamaya başladın...
Evet. Bir de gazeteci arkadaşlarımızda şöyle bir refleks oluşuyor: “Bu adam, hayatını bize açmaktan, bizim de hayatına girip karıştırmamızdan çok rahatsız olmuyor! Daha da girelim!” Ve sınırlar kalkıyor. O zaman da yüz göz olunmaya başlanıyor. Bu da benim çok tercihim değildi. Ama piyasaya yeni yeni girdiğimiz zamanlar toyduk tabii, bir sürü saçma sapan şey oldu. Babamla ilgili çok çirkin şeyler yazıldı, çizildi mesela...
“Yardım etmiyor bana bakmıyor” türünden şeyler mi?
Evet ve bu olayı mizansen haline getirip kötü bir şekilde kullandı medya. Ondan sonra bir mesafe koydum. Artık sadece iş olduğu zaman benimle kontak kurabiliyorlar. Şimdi rahatım...
Gece hayatın var mı peki? “Bir Lucca’ya gideyim!” falan...
Yok hayır. Ben yıllarca eğlence sektörüne hizmet ettim. Bütün çocukluğum, gençliğim çalışarak geçti. O yüzden gece mekânıymış, kulüpmüş beni hiç çekmiyor. Ben daha salaş, kuytu köşelerde balık yemeyi, insanların bilmediği yerlerde nefes almayı tercih ederim.
KIVANÇ’A YAPILAN HAKSIZLIK!
Dizi tutmazsa, reyting almazsa ne yapacaksın?
Bu, uzun bir yolculuk. Biri tutacak, diğeri tutmayacak, 3 gün yürüyeceksin, 5 gün tökezleyeceksin. Oyunun kuralı bu. Hepsini bu kadar büyük inişlerle çıkışlarla yaşarsan, 50’ni görmeden gömerler seni! Ayrıca her dizinin bir kaderi var, her filmin, kitabın olduğu gibi. Sen ne yaparsan yap, bir noktadan sonra müdahale edemiyorsun. Çok doğru bir kast kurabilirsin. Çok doğru bir yönetmen, şahane bir yazar, müthiş bir yapımcı ve büyük bir kanal. Ama finalde, bir ruh üflenir o diziye. Metafizik ve hiçbirimizin bilmediği bir şeydir. Her şeyi yapmışsındır ama o ruhu yoktur, üflenmemiştir! Bunu öngöremeyiz. Bizim dizinin kaderi de salı akşamı belli olacak...
Kaderi tek bölümle anlaşılıyor mu?
3 bölüm iyi bir referans. Bir projenin tutmasındaki en büyük etken bence senaryo. Bir de tabii izleyici hikâyede kendini bulmalı. Kıvanç son dizisi mesela, ‘yabancı’ geldi. Ama bir proje tutmadığında, insanların o projenin sadece başrolüne saldırması da çok büyük bir hata. Mesela Kıvanç çok yetenekli bir çocuk. Daha önünde çok ciddi bir yolculuğu var. “Dizisi tutmadı! Kıvanç bitti, bilmem ne oldu!” gibi söylemler çok acımasız ve yanlış. Çünkü bu işin yazarı, yönetmeni, yardımcısı filan da var, bir kişiye yüklenmek haksızlık!
Hem senarist hem yönetmen hem oyuncusun ama bu dizide sadece oyuncusun. Başkasının yazıp yönettiği bir diziye kendini nasıl teslim edeceksin...
Çok rahat bir şey bir şekilde...
“Yok daha neler!” diyorum ben de bu cevaba...
(Gülüyor) Tabii ki müdahale ettiğim yerler oluyor. Çünkü çok hızlı yazılıyor senaryolar. Onların işi de zor. 3 günde senaryo mu yazılır? ‘Haziran Gecesi’nde de aynı tempo içinde yaşamıştım. Yaz babam yaz! Haliyle insan hata yapabiliyor. Ben de o zaman uyarıyorum.
Seninle çalışmak onları kasmıyor mudur? Öyle haberler çıktı, senarist işi bırakıp gitmiş...
Hiç açmayalım o konuyu, üzülür o arkadaş! Valla ben onların yerinde olsam, beni tepe tepe kullanırım. Kullansınlar.
Dizinin konusunu da öğrenelim bari...
Ben Kahraman’ı canlandırıyorum. Antakyalı varlıklı bir ailenin oğluyum. Memlekete geri dönmüşüm, babamın istediği hayatı yaşıyorum. Oysa çok başka hayalleri olan biri. Bütün bunlara sebep biraz da abim. O yüzden aramızda sorular var. Özgür ve bağımsız yaşamak isterken Antakya’ya getirilmişim ve bir evlilik yapmış. Karımı Begüm Kütük oynuyor: Defne. Biraz deli bir karakter. Uçlarda düşünen ve davranan bir kadın. 7 yıl önce bir kıskançlık krizinde trafik kazası geçiriyor. Bebeğini kaybediyor, sonra da bir daha çocuğunun olmayacağı anlaşılıyor. Sonunda bu travma, içinden çıkılamaz bir hale dönüşüyor. Tedavi edilemiyor ve aile içinde bir karar alınıyor. Bir taşıyıcı anne bulunacak. Kahraman’la Defne’nin çocuğu onun bedeninde can bulacak. Çiftlikte çalışan güzel, genç bir kız seçiliyor.
Bütün aile birlikte mi alınıyor bu karar?
Yok ailenin yarısı alıyor. Kahraman’ın spermi, Defne’nin yumurtası, taşıyıcı anneye yerleştiriliyor zannederken, sonradan anlıyoruz ki taşıyıcı annenin yumurtasıyla Kahraman’ın spermi birleştirilmiş. Bebek, taşıyıcı annenin kendi yumurtasıyla dölleniyor yani... Gerisini anlatmayayım, izlesinler...
Fakir kız, zengin adam, imkânsız aşk... Bunlar dizi matematiğinin sonuçları mı?
Televizyon seyircisi, ezbercidir. Ezberine aldığı işlerin dışındakileri çok fazla kabul etmez, reddeder. Sinema gibi alanı geniş bir konu seçeneğiniz de yok. Televizyona, biraz da önceki işleri kaale alarak karşınızdaki seyirciyi tanıyarak işler yapmanızda fayda var. O yüzden Türkiye’de hâlâ aile içi entrikalar, güçlü aile yapısı ve ona dışarıdan gelen virüs, o ailenin içindeki dağılmalar falanlar çekici geliyor insanlara...
VELİNİMETİM KADINLAR VE ÇOCUKLAR
Kadınlar seni çok beğeniyor. Sence neden?
Onlara uzak bir tip değilim. Beni abisine de benzetebilir, babasına da dayısına da. Yabancı değilim hiçbirine. Tip olarak da karakter olarak da...
Senin velinimetin kadınlar mı?
Kadınlar ve çocuklar. Zaten dünyada her şeyin alıcısı kadın ve çocuk. Erkek sadece onları takip ediyor ve dediklerini yapıyor. Beni beğeniyorlar çünkü samimi ve sıcak buluyorlar. Yalan söylemiyorum onlara. Ben aslında kötü gitmiş işleri çok izlerim...
Neden? Nerede hata yaptıklarını anlamak için mi?
Aynen öyle! O filmleri izlediğimde şunu fark ediyorum: Çok kandırıyorlar insanları. Hiçbiri film bile değil. İnsanları fragmanla, promosyonla, kastla, afişlerle sinemaya çekip bir şey vaat etmeyen “Bunun için mi geldik!” dedirten filmler yapıyorlar. Sonra da zarar edip oturuyorlar. Çuvalladığım zamanlar da olabilir. Ama onları kandırmıyorum.
Hayatta en çok ne korkutur seni?
Devam edememek. Düşünmeye, çalışmaya, yaşamaya devam edememek. Tıkanıp kalmak...
9 YAŞINDAN BERİ ÖZCAN DENİZ’E HİZMET VERİYORUM
Kaç yıldır Özcan Deniz’e hizmet veriyorsun?
9 yaşında bu işten para kazanmaya başladım. O günden beri.
Bir ekiple mi yaşıyorsun?
Yoo. Abimle ikimiziz. Geri plandakiler sürekli değişir. Dışarıdan gelenler, gidenler olur ama kemik kadro ikimiziz, bir de yengem.
SİNEMA OKUMAK BÜNYEME TERSE GELİRDİ!
Çok iyi gişe yapan filmler yaptın: ‘Ya Sonra’, ‘Evim Sensin’, ‘Su ve Ateş.’ Son filmin de şubatta vizyona girecek: ‘Sevimli Tehlike.’ Bu, bir matematik işi mi?
Bu işin yüzde 40’ı matematik, yüzde 60’ı duygu. Tabii ki final yüksek olmalı. Başlarken nasıl bir film olduğuna dair seyirciye net, kesin bilgiler verilmeli. Seyirci, filmin ne olduğunu 40’ıncı dakikada değil, ilk 3 dakikada anlamalı, çünkü seyirci dediğin sabırsız. Bir de Türkiye’de veriler iki yıllık. Yani en fazla iki sene geriye gidebilirsin. Sürekli yenilenen, dinamik bir ülkeyiz. Her şey hızla değişiyor. O yüzden seyircinin ne istediğini hesaplamakta yanılabilirsin, doğru atışlar yapamayabilirsin...
Nasıl o kadar doğru atış yapabildin peki?
Müzikten gelen bir içgüdü belki de. Bir de Türkiye’nin gitmediğim köşesi, konser vermediğim yeri kalmadı. Herkesle neredeyse kontak halinde oldum. Her yöreyi biliyorum. İnsanlarla iç içeyim...
Filmlerinden en çok etkilendiğin yönetmen kim?
Ertem Eğilmez.
Peki “Vay be adam döktürmüş!” diyeceğin başka filmler, yönetmenler...
Türk sinemasında ne yazık ki bu hissiyata hiç kapılmıyorum. Türk filmlerinin bu söylediğin kıvama gelmesi için çok çok yol kat etmesi gerektiğini düşünüyorum. “Döktürmüş” çok kallavi bir fiil çünkü. Ama Hollywood da şu an hiçbir şekilde döktüremiyor, çıkarsa bir şeyler bağımsız sinemadan çıkıyor.
Sinema okusaydın daha mı iyi olurdu?
Yok, benim bünyeme ters gelirdi! Benim dokunmam, hissetmem, yanmam, yaşamam gerekiyor...
Bu yeni film bizi nereden yakalayacak?
Yeni bir şeyler denedim. Daha çok yönetmenlik tarafımı göreceksiniz. Daha önce çekip oynadığım filmlerde, oyuncu söylemi daha dominanttı, şimdi yönetmen tarafım dominant. Tecrübesiz bir oyuncu kadrosuyla bu filmi çektim. Filmin hedef kitlesi de 13 yaş 40 yaş arası...
Nasıl yani? Gençlik filmi mi?
Biraz öyle. Şükrü Özyıldız ve Ayça Ayşin Turan başrolde oynayan iki oyuncu. Aşık olacaksınız! Ben uzun süredir, birbiriyle mayası bu kadar tutan, bu kadar perdeye yakışan iki insan görmedim. 2015’in starıdır Şükrü Özyıldız. İstanbul’da yaşayan bir hırsızı canlandırıyor. 10 yaşındayken küçük bir kızı kaçırıyor. Ve yıllar sonra pişmanlık duyuyor. Gerçek ailesini bulup, o kızı onlara götürme macerası başlıyor. Bu yolculuk sırasında da birbirlerine âşık oluyorlar.
Bu hikâyeyi yazarken nereden besleniyorsun, nereden buluyorsun bunları?
Masallardan. Bu filmin içinde 4 masalın ana teması var: Rapunzel, Sinderella, Beyaz Atlı Prens, Robin Hood.
HİÇLİK DUYGUSU İÇİNDE YAŞAYANLARLA YAPAMAM
Aşk ne durumda?
O konuda çok şanslı değilim. Bir türlü tutturamadım o mayayı. Sadece şunu söyleyebilirim: Artık kalıcı olduğuna inanmayacağım kimseyle anılmak istemiyorum.
Bir ailenin olmasını, çocuğunun olmasını istemiyor musun?
İstemez miyim? Tabii ki istiyorum. Ama kafama uyan birini istiyorum. İnançları olan biri olsun istiyorum. Sadece Tanrı inancından bahsetmiyorum. Bütün inançları kastediyorum. Ailesine inancı olan, işine inancı olan, aşka inancı olan, geleceğe inancı olan. İnançsız insanlar vardır ya, hiçlik duygusu içinde yaşarlar, onlarla yapamam herhalde...
AİLE KURMAK İSTİYORUM
Film çek, dizi çek, albüm yap, konser ver. Hepsinden o kadar yüksek hazlar aldım ki. Ama artık tekrara düşüyorum. Yeni bir şey bulmam lazım. Yeni heyecan ve yeni tatlar peşindeyim. Belki de o yüzden aile kurmak istiyorum. Nasıl bir şeydir bilmiyorum. İyi midir kötü müdür, baş belası mıdır, şahane midir... Ama tatmak istiyorum.
Paylaş