Oğlum, dünya senin zannettiğin gibi bir yer değilmiş!
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Bu aralar hayatımız sinema. Filmleri seyredip seyredip, ukalalık etme zamanı. "O iyi, bu kötü. Onun orası öyle, burası böyle.
Ödülü o değil, bu almalıydı." Bu kadar sinemanın içine dalınca üstelik Gönül Yarası da, Oscar adayı olarak Amerika’lara taşınınca (her ne kadar ödül alamadan dönse de, hatta Türkiye’de SİAD’ın ödüllerini Babam ve Oğlum’a kaptırsa da) en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Yavuz Turgul’la konuşmak istedim. Bundan yıllar önce, Eşkıya’nın kazandığı büyük başarının hemen sonrasında denemiş, reddedilmiştim. O, benim için sadece bir yönetmen değil, aynı zamanda bir filozoftur. Hepimizin ondan öğreneceği çok şey var...
Sinemacı olmanız, bir entelektüel heves mi, meslek seçimi mi?
- Tuhaf ama benim hayatta istediğim her şey oldu. İstemem yeterliydi, hayat kendi akışı içinde getirdi önüme koydu. Müzisyen olmak istedim, oldum. Gazetecilik Enstitüsü’ne giderken Ses Dergisi’nde çalışmak istedim, çalıştım. Orada sinemacılarla arkadaşlık ettim. Sonra sinemacı olmak istedim. Özel bir çaba sarf etmem gerekmedi. Çünkü fark ettim ki, bütün bu serüvenin içinde, sinema zaten benim hayatımın içinde duruyor. Durmadan film seyreden biriydim ben, durmadan hayal kurardım. Seyrettiğim bütün filmlerdeki kadınlara aşık olurdum. O kadınlar, rüyalarıma girerdi. Onlarla yatıp, onlarla kalkardım. Ben zaten başka bir dünyada yaşardım. Böyle bir insanın sinemacı olmaması, yazık olurdu. Anlatabiliyor muyum? Ama ben bile bütün bunların farkında değildim...
Oooooo! Bir şeyleri farkında olmadan yapıyor olmak şahaneymiş!
- Evet, bir şeyleri farkında olmadan yapıyor olmak önemlidir. Zaten ne zaman bir şeyleri fark etmeye başladım, büyüsü bozuldu. Kötü yapmaya başladım. Bir bilmiş edalar geldi üzerime...
O yüzden mi "Şöhret felaket oluyor" ya da "İktidar, acı getiriyor..."
- Doğrudur. O noktaya geldikten sonra geri dönmek de çok zor. Ben Eşkıya’da bunu yaşadım. Eşkıya’dan sonra neredeyse 8 yıl film yapmadım. Bilinçli bir seçimdi. Çok az insanın karşı koyabileceği bir şeydi. Çok büyük bir başarı, bazı insanlarda "Şimdi de şunu yaparım, acayip de iyi yaparım!" etkisi yaratabilir. Bende tam tersi oldu. Metabolizmam bozulmaya başladı. Şöhret, beni bozmaya başladı. Niye o zaman seninle röportaj yapmadım? Niye herkesten kaçtım? "Aman abi, dur ve kendine gel. Burada sana başarı diye anlatılan şeyler seni değiştirebilir, seni bozabilir. Onun için sakin ol ve yavaşla..."
Bu sizin iç sesiniz miydi? Yoksa, etraftan insanlar da mı size bunu empoze ediyorlardı?
- Tam tersine, onlar beni teşvik ediyorlardı: "Hadi bir şey yap, bir film daha çek" diyorlardı, "Sen şöylesin, sen böylesin." Müthiş yüceltiliyorsunuz. Karşı koyabilmek çok zor...
Peki nasıl başardınız?
- "Başardım" diye bir şey yok. Kendini koruyamıyorsun, korunamıyorsun. Sürekli dayak yiyorsun, acı çekiyorsun. Olgunlaşamıyorsun, adam olamıyorsun, ama olmuş gibi yapıyorsun. Ermiş pozlarına giriyorsun ama bunların hiçbiri gerçek değil. Hepsi yalan. Üstelik, sen bu yalanın farkındasın. Bütün bu yalanlar ve acılar içinde, sürekli kendinle çatışa çatışa, içinde bir nokta kadar bir şey olmaya çalışıyorsun. Ben saflığa, çocuksu saflığa inanan biriyim, gerçi bunun da yavaş yavaş elimden gittiğini görüyorum. Mış gibi davrandığımın farkındayım yani. Ama zaaflarımız var, hıyarlıklarımız var, insanız sonunda...
ÇETE MESELESİ ABARTILMAMALI
O yüzden mi, kendinizi korumak için mi, sürekli aynı ekiple birliktesiniz?
- Ben de öyle zannediyordum. Ama değil. Onlar buna layık oldukları için birlikte iş yapıyoruz. Ama bu, "Biz bir çeteyiz" meselesini de gereğinden fazla abartmamak lazım. Benim fazla abartmamam lazım. Bu kadar ulviyet içinde olmanın bir alemi yok. 60 yaşına geldim ve bir şey öğrendim: "Oğlum, dünya senin zannettiğin gibi değil!" Bu da kendini terbiye etmenin bir başka yolu. Yani hakikati anlamak...
Nasıl oluyor bu?
- Kimseyi suçlamadan, kimseye kırılmadan, kimseye kızgınlık duymadan, hakikati anlamak ve kabullenebilmek. Öğrenmem gereken şey bu benim...
Peki öğrenebildiniz mi?
- Tam olarak değil. Ama kendin kurduğun o güzel, küçük dünyanın, günün birinde yıkıldığını görüyorsun. Hayata bakışında aptallık derecesinde bir saflık olduğunu fark ediyorsun. Tıpkı Gönül Yarası’ndaki Şener gibi. Anadolu’da kendini idealist hoca olarak kaptırmış, kızı gitmiş, oğlu mahvolmuş, o hálá farkında değil. Sonra bir tokat yiyor ve kendine geliyor. Zaman zaman hepimizin başına bu tür şeyler geliyor...
Yüzünüzde, her an yeni bir şey söyleyecekmiş gibi bir ifade var. Aynı şeyi sizin sinemanızda da fark ediyorum. Bu, sadece benim saçma tespitim mi? Sizin yönteminiz mi?
- Film yapma dürtüsü herkeste değişik bir şekilde tezahür ediyor. Ben hikayeciyim. Hikayeden etkilenen, hikaye bulmaya çalışan, hikaye peşinde koşan biriyim...
Bu hikaye dediğiniz, bir üçüncü sayfa haberinden de çıkabilir mi?
- Tabii. Her şeyden çıkabilir. Şimdi mesela üzerinde çalıştığım hikaye, bir resimden çıktı. Bir desen çalışmasından. Bir kitap karıştırırken gördüm, o desen birdenbire aklıma bir öykü getirdi...
Ne hissi veriyordu ki o desen?
- Bilmiyorum. Beni bir biçimde etkiledi. Mesela Mehmet Güreli’nin resimleri de bana o hissi verir. Hep söylerim, Mehmet’in her resminde bir film öyküsü yatıyor diye. Bir müzikten de hikaye çıkabilir. Bir hayalden de. Muhsin Bey öyle çıkmıştı mesela, bir hayalden. Tarlabaşı’nda dolaşıyordum, ara sokakların birindeyim. Caddeye doğru şöyle bir baktım, oradan iki insanın üzerime doğru yürüdüğünü gördüm: Ali Nazik ve Muhsin Bey. Kahramanları yaratmıştım bile. Bir de tabii ben Doğuluyum. Doğulu, her şeyi hikaye ile anlatır. Sana bir nasihat verecekse, "Bak..." diye anlatmaya başlar, anlatır anlatır, sonunda bir laf eder, "Haaa...." dersin, "Demek, bana bunu söylemek istiyor." Batılılar bu şekilde yapmaz, onlar kavramlar ortaya atarlar, o kavramlar üzerinden düşünceleri anlatırlar...
"Ben de film çekmek istiyorum. Bende de güzel hikayeler var..." diyeceklere verecek cevabınız nedir?
- Ne bileyim, bu onların sorunu. Vardır elbette insanlarda güzel hikaye. Ama bir de o güzel hikayeleri anlatabilmek gerekiyor. Ben bir hikayenin nasıl anlatılması gerektiğiyle ilgili çok çileler çektim. 71- 72’den beri, hep bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Yönetmenin iyi maldan anlaması ve bir hikayeyi organize edebilmesi gerekiyor. Ama illa kendisinin yazması gerekmiyor...
Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
- Kendi yazan, kendi çeken bir adam...
Siz bir "control frick" misiniz (kontrol manyağı), bir başkasının yazdığı ve karışma ihtimalinizin olmadığı bir filmi çekmez misiniz?
- Çekerim. Ama benim yazdığım kadar iyi yazması kaydıyla. Hatta benden daha iyi olması lazım. Çünkü yazma serüveni çok zor bir şey. Anlatamam zorluğunu. Hakikaten cehennem...
EVET AYIP, HAYIR BANA HAKSIZLIK
Ben size hayranlık duyuyorum ama durumunuzu şuna benzetiyorum: "Bu yazdı, bu çekti, bu oyuncuları seçti, bu montajı yaptı... " Hepsi aynı parmak! Nedir bu, yönetmen egosu mu? Bu Yavuz Turgul filmi, baştan aşağı Yavuz Turgul’un elinden çıkmıştır... Mı?
- Valla, sırası gelmişken, hayatımda boyunca en utandığım şey "Bir Yavuz Turgul filmi" lafıdır. Hiçbir şekilde göremezsiniz bunu benim filmlerimde. İngilizce’de öyle anlaşılmıyor ama Türkçe’de saçma bir böbürlenme ortaya çıkıyor. Bana komik geliyor, kendini gereksiz yere yüceltmek ve parlatmak...
Siz hiç yapmadınız mı?
- Hayır. Hatta Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni diye matrak bir film çektim. Orada Şener’in prodüktörüyle bir tartışması var, şöyle der, "Bu, bir Haşmet Asilkan filmi olacak!" Yapımcı da "Haşmet Asilkan filmiymiş! Kıçımın kenarı!" der ve gider... Sorunun cevabına gelince, benden daha iyi becerebilecek bir insan olduğunu düşündüğüm an, işi derhal ona bırakırım. Benden iyi yazıyorsan yaz, benden iyi çekiyorsan çek, benden daha iyi montajcıysan yap, benden iyi müzik oturtacaksan da yap...
Bir filmin yapımında en temel direk kimdir?
- Yönetmendir.
Filmlerinizde hiç eksik olmayan toplumsal değerler... Sıcak, yerel, bizden, insani... Bunlar aynı zamanda sizin değerleriniz mi?
- "Evet" dersem ayıp olur, "hayır" dersem bana haksızlık olur...
Peki bütün bu süreç... Ne kadar zor? Mazoşist olmak gerekiyor mu?
- Hayır, sanatçı olsanız yeter!
KUBRIK KADAR ZALİM DEĞİLİM
Mükemmeliyetçilik insanı sonunda hasta eden bir sendrom değil mi? Kendinizle nasıl başa çıkıyorsunuz?
- Bu mükemmeliyetçi lafını iltifat olarak alıyorum, çünkü kendimi öyle görmüyorum. Tamam bir şeyleri iyi yapmaya çalışıyorum, utanmamaya gayret ediyorum. Ama o kadar. Kendini mükemmeliyetçi olarak görenler, tavsiye ederim, Kubrik’in belgeseli var, izlesinler ve delilik noktasına varan mükemmeliyetçiliğin ne olduğunu anlasınlar. Ben bir sürü yerde yapmak istediğim şeyden vazgeçebiliyorum. Bir adım geri atabiliyorum. O ise istediği oluncaya kadar oyuncuları gebertiyor, yok edebiliyor. Ben o kadar zalim değilim.
ŞAŞIRTTI MI?
Crash’in başarısı sizi de şaşırttı mı?
- Hayır, ödüle değer bir film.
Gönül Yarası’nın hiç ödül almaması şaşırttı mı?
- Gönül Yarası’nın Antalya Film Festivali’nde aldığı En İyi Film Müzigi, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, SİYAD tarafından verilen En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, New York Queens Film Festivali En İyi Film, Palm Sprins Film Festivali En iyi Kadın Oyuncu ödüllerini ödülden saymazsak şöyle cevaplayabilirim. Hayır şaşırmadım.
Peki bütün ödülleri Babam ve Oğlum’un alması şaşırttı mı?
- Hayır. Bütün ödülleri hak ederek aldı ve almaya devam edecek.
50-60 ARASI ZAMAN İNANILMAZ HIZLANIYOR
Zaman çok hızlı geçiyor. Budur fark ettiğim en önemli şey. Uyuyoruz, uyanıyoruz hep aynı kahvaltı masasındayız. Bir gün daha geçmiş. Hani bazı filmler vardır, zaman geçmez hiç, olduğu yerde durur, ben de hep şöyle hissediyorum son zamanlarda: Sabah kalkıyoruz, kahvaltı ediyoruz, sonra yine sabah oluyor, tekrar kahvaltı ediyoruz ve tekrar kahvaltı ediyoruz, o kadar hızlı geçiyor ki zaman. Her şey benim elimden avucumdan gitmiş vaziyette. Tabii sen bunu anlayamazsın. 50-60 arası oluyor. Zaman, inanılmaz bir hız kazanıyor...
BU RÖPORTAJI DA ASLINDA YAPMAK İSTEMEDİM
Sizin film yaparken ana saikiniz ne? Para, insanları etkilemek, "Ben ne kadar zekiyim bak"ı göstermek, başarma duygusu, beğenilmek... Ne?
- Kendinde olmak, kendinin farkında olmak, etkili olmak, yönetmencilik oynamak, başkalarının üzerinde iktidar sahibi olmak, yaptırımcı olmak, "Benim" filan demek, bunlar güzel aslında, insanlar yönetmen olmak isterken bunları istiyorlar. Yönetmenlik gömleğinin ya da arkasında adının yazılı olduğu o yönetmenlik koltuğunun bir cazibesi var. Hele "ünlü yönetmen" denmişse sana, hele bir de magazin sayfalarına düşmüşsen, hoş hanımlarla filan fotoğrafların çıkıyorsa, bunlar kolay terk edilebilecek duygular değil. Ama tabii farkına varıyorsun bütün bunların, eşek de değilsen, o hallere düşmek istemiyorsun. Kendi kendine "Sen biraz kenara çekil, sakın bulaşma, bunlar gelip geçici" diyorsun. Çünkü hayatta önemli olan bir şeyleri iyi yapabilmek ve geleceğe sunabilmek...
Bu söylediklerinizde gizli bir kibir yok mu?
- Var.
Çaktırmadan bir küçümseme de var...
- Var tabii. Üstün olmak duygusu var. Farklı olma duygusu var. Utanç verici ama terk etmek istediğin her şeyi yaptığını görüyorsun... Bir türlü olmuyor. Hep kendini adam etmeye çalışıyorsun. Hep ermiş gibi davranıyorsun ama değilsin. İnsanın kendi içine yaptığı yolculuk en zoru. Ben seni rahatlıkla eleştirebilirim, yerden yerde vurabilirim ama ne zaman okları kendime çeviririm o zaman işler değişir. Ben bu röportajı da aslında yapmak istemedim. Yapmama engel olacak şeyin kibirim olduğunu bildiğim için, kabul ettim.