Biri sanki ümüğümü sıkıyor. Biri sanki boğazımda oturuyor. Offf yine mi aynı şey! Sürekli gökyüzüne bakıyorum. Kötü değil, en kötü senaryoları yazıyorum. Yağmur mu var? Yandım. Rüzgâr mı? Bittim. Aşağıda yağmur yağıyorsa, yukarıda fırtına olur. Uçağı oradan oraya savurur. Eyvah ki ne eyvah! Türbülansın biri bin para herhalde. O kadar çok uçuyorum ki, eeee bu kadar zorlarsan şansını, belanı bulursun! Yoksa bugün, o gün mü? * “İç sesini dinle Ayşe!” Sezen Aksu inermiş mesela. Sen hiç binme istersen! İç ses çünkü “Binme, uçma!” diyor. Ama bu benim iç sesime de güvenilmez ki, hep aynı şeyi söylüyor. Fakat çaresi yok. Bineceksin. Aslına bakarsan havayolu, en güvenli ulaşım yolu. Gitmen gerekiyor. Kızın seni bekliyor. Sen korkusuz bir annesin. Yapacaksın. Ayyyy hayır, lodos arttı. Ya kızın toptan annesiz kalırsa?! O anda ne istiyorum biliyor musunuz? Biri, çip gibi beynimi çıkarsın, Dubai’ye indiğimde geri taksın... * Havaalanında millerimle ekonomiyi business’a çeviriyorum. Tek sebebi, ön taraf daha az sallıyor. Arka taraf ejderhanın kuyruğu gibi. Ne zaman türbülansa girsek, hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Ve “tek kişilik komedim” başlıyor. Uçağa binmeden, önüme gelen herkese, önce kontuardakilere... “Fırtına varmış, öyle mi? Büyük mü? Hava rüzgârlı da. Sallar mı çok?” diye soruyorum. Neredeyse kendi uydurduğum hava durumuna kendim inanacağım. “Yoooo” diyor kontuar görevlisi, “Bizim öyle bir şeyden haberimiz yok...” Bir başkası, “Ayşe Hanım bu kadar uçuyorsunuz... Hâlâ mı korkuyorsunuz?” diyor. “Korkmak durumu açıklamıyor, ödüm patlıyor” diyorum. Biri atlıyor, “Valla geçen sefer size hayret ettim. Yanınızda çocuğunuz olmasına rağmen o havada atladınız gittiniz...” “Ne vardı ki havada?” diyorum. “Fırtına alarmı verilmişti” diyor. İyi ki o anda haberim olmamış! Alya’yı da alıp paşa paşa binmişim. Bilsem biner miyim?! Durduk yerde korkuyorum zannetmeyin yani, bugüne kadar nerede abuk sabuk türbülans varsa beni buldu, o kadar sallandım ki, artık her defasında korkuyorum. Kızım yanımdayken daha az korkuyorum, onun yanında korkmamam gerekiyor diye büyük insan rolüne giriyorum ama şimdi yalnızım... * Pasaport kuyruğunda önümdekilere soruyorum... “Nereye uçuyorsunuz?” Suç ortağı arıyorum, benimle aynı yere gidecek, aynı kaderi paylaşacak, aynı sallantıyı yaşayacak birini... Biraz rahatlayabilmek için... Pasaport görevlisine pasaportumu uzatırken, “Çok sallar mı?” diyorum, medet umar gibi... Adam tuhaf tuhaf suratıma bakıyor, “İnşallah sallamaz” diyor. Lounge’daki görevlileri sıkıştırıyorum, “Dubai yönündeki uçaklarda rötar var. Hayırdır? Hava mı kötü? Fırtına mı var? Söyleyebilirsiniz, metanetle karşılayabilirim...” Bana acıyarak bakıyorlar. Bense kurmaya devam ediyorum. Uçakta tanıdık biri var mı anlamaya çalışıyorum, isim soruyorum. Varsa bana iyi geliyor. Mehmet Yılmaz’ı hatırlıyorum, uçakta küçük çocuk görürse “Hah bir şey olmayacak!” dermiş, “Allah onları korur...” “Uçakta kaç küçük çocuk var?” diye soruyorum görevlilere... Korunma oranını hesaplayabilmek için... Tuvalete giriyorum, bembeyaz suratımı görünce temizlik yapan kadın bile “Neyin var evladım?” diyor, “Teyzecim uçaktan korkuyorum” diyorum. “Kork tabii” diyor, “Korkulmaz mı, o demir yığınlarının nasıl uçtuğunu benim aklım hiç almıyor...” * Sonra bir işaret arıyorum etrafta... Bir sözcük arıyorum... “Don’t”, “Yapma”, “Stop”, “Binme...” diye... Bulsam, güç alıp binmeyeceğim uçağa... Ama yok. İşaret mişaret gelmiyor. Gerçi kapı numarası... Tek sayı mı, çift sayı mı? Oturduğum koltuk... Bunların hepsinin benim lügatimde bir anlamı var. Hepsi bir totem. Çift sayılı kapılardan binilen uçaklar daha az sallar. Uçağın burnunda yazılı olan adı da önemli. Girerken pilotu görüyor muyum, göremiyor muyum, anonstaki sesi tenor mu, bariton mu? Bunları hepsi mühim. Ve en önemlisi tabii, uçağa sağ ayakla bineceksin! İlk iş tuvalete gitmem lazım, hem heyecandan hem de daha sonra kalkmamak için. Gözümü kapatacağım ve Dubai’ye kadar açmayacağım. Gözkapaklarım bir dükkânın kepengi gibi kapalı bekliyorum. Ve dua ediyorum. Havada başka yerde olmadığım kadar inançlı ve dindarım. İyi ki Kutas nenem, Amentü ve Kulhuvallah’ı öğretmiş. “Allah’ım beni kızıma ve kocama bağışla! Alma canımı!” Ama sonra adalet duygum ağır basıyor, diyorum ki, “O kadar güzel bir hayat yaşattın ki bana. Sevdiğim bir adamla birlikteyim, bayıldığım bir çocuğum var, güzel bir işim var, mutlu bir insanım, evet eşek gibi çalıştım ama sen de bana iyi davrandın. Artık bir kaza olsa, neden ben diye sormaya hakkım yok. Her zaman ben şanslı olamam. Alabilirsin de istiyorsan...” Ama yok, sakın yapma, hazır değilim! Bu adamı ve çocuğu çok seviyorum! Alyam’ı ve Ömerim’i bir daha görmek istiyorum! Yoksa, dün evden çıkarken onları son kez mi gördüm, o yüzden mi böyle şeyler geçiyor beynimden? Aman Allah’ım işte başladı! Sallıyor! Ben korkuyorum diye mi sallıyor? Ben kafayı bu kadar takmasam sallamaz mıydı? Çağırıyor muyum? Çağırmak istemiyorum. Başka şeyler düşün Ayşe, başka şeyler düşün... * Başka şeyler düşünmeye çalışırken, saatler geçiyor... Tekerlekler yere değiyor... Derin bir iç çekiyorum. Neredeyse her hafta yaşadığım işkence bitiyor. O andan itibaren başka bir insan oluyorum. Emniyet kemerimi açıyorum, ayağa kalkıyorum, yukarıdan bilgisayar çantamı alıyorum. Ve dimdik, güvenli adımlarla, hiçbir şey olmamış gibi uçaktan iniyorum. Çok fena, sanki 4 saattir bütün o korkuları yaşayan ben değildim! Sanki “Ömrümü elimden almaaa” diye dua eden, yalvaran ben değildim! Kendime inanamıyorum. Ve çok kızıyorum. Hayatımı bana geri hediye etti. Bense, sanki hep benimmiş gibi davranıyorum. Benim gibilere ne deniyor biliyor musunuz: Nankör.