Paylaş
SICAK BÖBREĞİ ELİMDE TUTTUM / FOTOGALERİ
Üç-beş cümleyle özetlenebilecek bir şey.
Şöyle gazete haberleri...
“Ölürken, dört kişiye can verdi...”
“Bir hayat biterken, bir başka hayatın başlaması...”
Evet, bu heyecan verici haberleri okuyordum ama teknik olarak nasıl gerçekleşiyor hiçbir fikrim ve bilgim yoktu.
Üstelik, ben bir organ nakli bağışçısıydım. 18 yaşında, organlarımı bağışlamak için kart bile doldurmuştum. Gerçi o kart nerede, bir yerde kayıtlı mı değil mi bilmiyorum.
Ara sıra aklıma düşüyordu:
Ya trafik kazası filan geçirirsem ne olacaktı, nasıl olacaktı?
Organlarım alınabilecek durumdaysa, nasıl verecektim, verebilecek miydim?
Böyle bir durumda, “Organlarımı alın, bir başkasına hayat verin” demek için, kime başvurmalıydım?
Aileme vasiyet etmem yeterli miydi?
Organlar, ölülerden mi alınıyor, ölmek üzere olanlardan mı?
Bir de ‘canlı verici’ler var, sadece akraba, akrabaya mı verebiliyor?
Çok sevdiğim bir arkadaşıma, veremez miyim mesela?
Bir de tabii, ‘organ mafyası’ belası var.
İnternette bir sürü söylenti dolaşıyor.
Uyandığında kendini banyo küvetinde buluyorsun, yanında bir not:
“Böbreğiniz çalındı, lütfen en yakın hastaneye gidin!”
Olabilir mi gerçekten böyle bir şey?
O kadar çok soru dolanıyor ki beynimde.
Kendi kendime, “Dur Ayşe!” diyorum, “Telaş etme, sakin ol. Bütün sorularının cevabını alabileceğin yerdesin!”
*
İnsanın içini açan pırıl pırıl bir gün.
Medical Park Antalya Hastanesi.
Gökte aradığım şeyi yerde buluyorum.
Profesör Alper Demirtaş ve ekibinin gerçekleştireceği bir böbrek nakli operasyonunu izleyeceğim.
Alper Hoca, alanında bir efsane.
Hacettepe Tıp Fakültesi’den mezun.
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında transplantasyon departmanlarında görev almış, Cambridge, Miami... Zaten organ nakli cerrahisi uzmanlığını da Miami Üniversite’nde yapmış. Bu alanda Japonya’da dahi çalışmış. Duruma fazlasıyla hakim. Türkiye’de de bir sürü ilke imzasını atmış.
Türkiye’deki ilk ‘böbrek artı pankreas’ naklini o gerçekleştirmiş.
Akdeniz Üniversitesi’nde ilk karaciğer naklini yapan da o.
Organ nakillerinde eskiden en büyük problem, kan grubu ve doku uyumsuzluklarıyken, bu sorunun aşılmasında Alper Hoca’nın çabaları büyük.
Bu ülkede ilk doku uyumsuz böbrek naklini o yaptı.
İlk kan grubu uyumsuz böbrek naklini ve ilk hem doku hem kan grubu uyumsuz böbrek naklini de...
Durun, bitmedi!
Son bir yılda, dünyada en fazla böbrek naklini gerçekleştiren cerrah da o.
Dikkatinizi çekerim, dünyada!
Amerika’da bir merkezin ulaşabildiği en yüksek organ nakil sayısı 356’yken Alper Hoca ve ekibi 500 nakil gerçekleştirmiş.
Başarı oranı açısından da Amerika ortalamasının bir puan üzerinde.
Ben şanslıyım, bugün 1000. böbrek nakli operasyonunu yapacak.
Fotoğrafçı arkadaşım Emre ile başımıza daha iyi bir şey gelemezdi.
Heyecan var mı?
Had safhada.
*
Üzerimdeki her şeyi çıkarıp, o yeşil elbiseleri giyerken kendimi bir tuhaf hissediyorum.
Tecrübesiz olduğum için maskemi, bonemi takarken yardım ediyorlar.
Ameliyathaneye girince dünyayla aramıza sanki bir set çekilmiş gibi oluyor, dünyaya ait her şey, saatler, takılar, çantalar, telefonlar, dedikodular, manasız tartışmalar, salaklıklar geride kaldı.
Başka bir yerdeyiz şu anda.
Yavaş yavaş, başka bir suyun balığı oluyorum. Tek tek bütün ameliyat ekibiyle tanışıyorum.
Böbreği çıkaracak cerrah Sabri Tekin, takacak olan Alper Hoca.
Sabri Tekin, eskiden Alper Hoca’nın asistanıymış, usta-çırak ilişkisi...
Anestezistler, asistanlar, ameliyathane hemşireleri, hasta bakıcılar...
Muhteşem bir ekip...
Hepsi hayati önemde uzmanlar...
*
Yavaş yavaş durumu kavramaya başlıyorum. 60 bin insan var Türkiye’de böbrek hastası olan.
Bir hastaya son dönem böbrek yetmezliği tanısı konursa, önünde iki seçenek beliriyor.
1- Diyaliz.
2- Organ nakli.
Diyaliz ağır bir şey. Haftada üç gün, dörder saat, makineye bağlanıyorsun. Koca koca iğneler kolunda, kanın değişiyor. Bir de ‘periton diyalizi’ denen bir şey var, hastaların lisanında ‘karın diyalizi’. Meşakkati diğerinden farklı değil.
İkinci yönteme, organ nakline gelince ya kadavradan alınıyor ya da canlı insandan.
‘Kadavra’ deyince, benim aklıma morgdakiler geliyor. Meğer öyle değilmiş. Beyin ölümü gerçekleşene ‘kadavra’ deniyormuş.
Gül bahçesinden bir gül koparttınız diyelim. Onu gölgede tutup, suya koyarsanız bir süre daha canlılığını muhafaza ediyor, size güzel kokusunu ulaştırıyor.
Ama bu onun artık ölü olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
İşte beyin ölümü gerçekleşen insan, bahçeden kopmuş bir gül.
Tabii aileler de gülleri bağışlamaya kolay kolay yanaşmıyor.
Biliyor musunuz, geçen yıl koskoca 10 küsur milyonluk İstanbul’da sadece 10 kişi organlarını bağışlamış.
Bütün Türkiye’de ise 431.
Ama hayata yeniden umutla bakabilmek için böbrek bekleyen insan sayısı:
60 bin!
Bu 60 binden, yedi bini, her yıl, uygun organ bulunamadığı için hayatını kaybediyor.
Organ naklinin önemi burada.
Üstelik hastanın yaşam süresi de uzuyor.
35 yaşında bir hasta diyalizle sekiz yıl yaşayabiliyorsa, organ nakli sayesinde 24 yıl yaşayabiliyor.
Ve işte müthiş an geliyor.
Organ nakli operasyonu şimdi başlıyor.
Ameliyathanedeyiz.
Ortadaki masada yatıyor Murat.
Allah’tan neşeli ve moralli.
Ben yine de, onun için endişeleniyorum.
Acımayla karışık şefkat duygusu.
Birazdan bir yolculuğa çıkacak, tek başına, kendi isteğiyle kesilip biçilecek, amcasına böbreğini verecek, o bir kahraman...
Hayatımda ilk defa bir ameliyathanedeyim.
Yani uyanık, bilincim yerindeyken.
Her şey gözümün önünde gelişiyor.
Hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan, ezberlemeye çalışıyorum.
Hissetmemek imkansız, burası başka bir dünya.
‘Gerçeklerin Dünyası’na hoş geldiniz!
Burası ölümle yaşamın sırt sırta verdiği yer, köprünün bir tarafı yaşam, bir tarafı ölüm.
Böbrek, bu ameliyathanede alınacak, çaprazdaki ameliyathanede amcasına takılacak.
Canlı böbrek, Murat’tan çıkarılınca önce ölecek, sonra amca Şaban’a takılınca, tekrardan hayat bulacak.
Bana bu anlattıkları şey, acayip sürreel geliyor.
O böbrek oradan nasıl çıkacak?
Benim aklım almıyor, zavallı Murat!
GÖZÜNÜ BANTLIYORLAR
Fonda Ahmet Kaya çalıyor.
Şimdi narkoz öncesi hazırlıklar yapılıyor.
Murat, 10-15 dakikaya uyumaya başlayacak.
Ve aynen öyle oluyor, koluna iğneyi yiyor, bilincini kaybediyor.
Soluk alıp vermesi tamamen aneztesi doktorunun kontrolüne geçiyor.
Murat bir süre maskeyle nefes alıp verirken, boğazına bir tüp yerleştiriyor. Bütün genel anestezilerde uygulanan yöntem buymuş, bilmiyordum, ameliyat süresinde hasta narkozluyken, o tüp, nefes borusunda dururmuş.
Gözüm, Murat’ın tam arkasındaki anestezi cihazına takılıyor.
Bütün parametreler oradan takip ediliyor, en üsteki nabzını gösteriyor, onun önündeki çizgi kalp atışlarını, onun altındaki mavi çizgi şu anda kanındaki oksijen miktarını, onun altındaki ise tansiyonunu.
Bu arada gözü de bantlanıyor.
Bu da bilmediğim bir ayrıntı.
Neden acaba?
Meğer açık kalırsa göz kurur, tahriş olurmuş, o yüzden.
Çene de sabitleniyor, ağzındaki tüp çıkmasın diye.
YEŞİL BOHÇALAR ÇIKIYOR
Ve hummalı bir faaliyet...
Eller dirseklere kadar batikonla usulünce yıkanıyor, kirli su aşağı inmesin diye yukarıda tutuluyor, hemşireler cerrahlara sterilize edilmiş önlükler ve eldivenler giydiriyor. Masalar açılıyor, yeşil bohçalar çıkıyor, o masalarda steril malzemeler yayılıyor.
O andan itibaren steril olmayan herhangi bir şeye dokunmak yasak.
Hani o filmlerde gördüğümüz, hemşirenin sık sık doktorun terini silmesi sahnesi var ya... Palavraymış tamamen!
Hızlı, seri, şiir gibi insanın içini rahatlatan ve güven veren bir görüntü oluşuyor birden ameliyathanede.
Tamamdır, ekip ameliyat hazır!
BATİKONLA BOYUYORLAR
Murat’ın üzerindeki önlüğü çıkarıyorlar.
Varis çorabıyla kalıyor.
Bu tür ameliyatlarda en büyük komplikasyonlardan biri, pıhtı atması, çoğunlukla da akciğere atıyor, hastanın hayatı tehlikeye giriyor, bu çorap o yüzden önemli.
Ve onu ameliyat masasında yan yatırıyorlar, sol böbrek alınacağı için sol yanı üste gelecek şekilde.
Kayışlarla bağlıyorlar.
Ameliyatın kolaylaştırılması için leğen kemiğiyle kaburga kemiğinin ayrılması gerekiyor, amaç böbreğe daha rahat ulaşmak.
Murat, narkoz altındayken rahat nefes alabilmesi için de, bacaklarının arasında silikon yastıklar konuyor.
Sonra çok acayip bir şey oluyor.
Bir kere daha bilmediğim bir ayrıntı.
Kayışlarla bağladıkları Murat’ı batikonla boyuyorlar.
Artistik bir görüntü oluşuyor.
Sonra onu tamamen örtüyorlar, sadece ameliyat edecekleri bölüm açık kalıyor.
Vayyyyy.
Bir insanın kesilmesini görmek çok acayip.
Onun canı acıyor diye senin için çekiliyor.
Oysa o narkozlu, farkında dahi değil.
Kesim işlemi öyle bir anda bitmiyor, dört kat adale tek tek kesilip, yavaş yavaş aşağı kadar iniliyor.
Biraz uzaktan baktığım için parmak uçlarımda yükselmeye çalışıyorum, daha rahat görebileyim diye.
Ama havadaki yanık kokusunu almamam imkansız.
‘Kotel’le kesince, odayı etin yanma kokusu sarıyor.
Nedense bana tanıdık geliyor, sezaryenimden.
Alper Hoca, her şeyi görebilmek için sarf ettiğim gayreti görünce, “Seni de sterilize etsinler, gel yanımıza” diyor.
Mutluluktan ölmek istiyorum.
Dışarıda sterilize oluyorum, ben de ellerim havada ameliyathaneye giriyorum.
Hoş geldim!
Nasıl heyecanlıyım anlatamam.
Murat’in içini yakından göreceğim.
Ve Sabri Hoca’nın yanına dikiliyorum, başka bir yere değmeyeyim diye, ellerimi hastanın üzerinde tutmamı istiyorlar.
Gözlerimi alamıyorum, çünkü Murat’ın karnının içinde leğen gibi
bir delik var ve ben onun karnının içini görüyorum.
Ve orada bambaşka bir hayat var.
BEDENİN İÇİ BÜYÜLEYİCİ
Aman Allah’ım!
İnsan bedenin içi bir lav gibi.
Annemin yaptığı Alman sebze çorbaları gibi.
Ama yanlış anlaşılmasın, itici değil.
Aksine büyüleyici.
Rengarenk.
Yani öyle yeknesak bir kırmızı değil.
Kaslar başka, yağlar başka, organlar başka.
Lav gibi, magma gibi, etkileyici bir tablo gibi.
Herhalde bu manzara herkesin bu kadar hoşuna gitmiyordur, tuhaf olan benim galiba. Ama gerçek bu, masanın üzerinde yatan insanın içine bakınca, müthiş bir coşku duydum.
Bir de tabii yanında durduğum o ekibe hayranlık duydum.
Nasıl incelik gerektiren bir iş, nasıl bir dikkat, nasıl bir sabır...
Böbreğe inerken, bir damarı kesiyor mesela, kan fışkırıyor, o damarı pıt diye dikiveriyorlar...
Damar deyince de, hayalimdekiyle alakası yok, ben damarları solucan kalınlığında zannederdim, öyle değil, incecik...
Bir erkeğin, bu kadar incelikle, ustalıkla nasıl dikebildiğini anlamak da mümkün değil.
Alper Hoca arada bir bana bakıp, “İyi misin?” diye soruyor.
Düşer miyim, kan görünce bayılır mıyım diye endişeleniyor.
Yok ya ne bayılması!
Evet, bayılıyorum ama mecazi anlamda.
Ben suyun altında dalarken de böyle tuhaf şeyler hissetmiştim.
“Tanrı var” demiştim, “Bu kadar güzelliği, ahengi, rengarenkliği, tıkır tıkır işleyen bir düzeni, sistemi ancak öyle bir güç yaratabilir.”
İnsan bedeni de bana o hissi verdi.
Ve işte böbreğe ulaşıyor.
Alper Hoca hayatımın teklifini sunuyor.
“Dokunmak ister misin?”
İstemez miyim?
“Getir elini” diyor.
Ve ben, elimi Murat’ın karın boşluğuna sokuyorum.
“Bak burada atar damar var. Gel dokun ve hayatı hisset” diyor.
Doğru söylüyor, sıcak, küt küt atıyor.
İşte hayat!
Hissediyorum, elimin altında.
Ağlamak istiyorum.
Çok heyecan verici bir şey, çok.
Ve benzersiz bir deneyim.
CHANEL OJE RENGİNDE
Böbreği saran bir zar var, böbreği travmalardan ve dış etkilerden koruyor, sıcaklığını sabit tutuyor, o zarı açıyorlar karşınızda böbrek...
Dokunuyorum, ılık.
Koyu bordo Chanel oje renginde...
Böbreğe ulaşınca, önce atardamar, toplardamar var ve idrar kanalı ayrılıyor.
Yarım saat süren bir işlem.
Öyle kolaycacık bir şey değil yani.
Damarlar özel clant’lerle bağlanıyor ve böbrek dışarı çıkarılıyor.
Bir buz kabına konuyor.
Sersemlemiş vaziyetteyim, daha bu sabah organ nakli nasıl bir şeydir bilmiyordum, şimdi her şey gözümün önünde, bir adamın içine elimi soktum böbreğine dokundum ve şimdi o böbrek dışarıda, karşımda duruyor.
Özel bir solüsyonla içindeki kan temizleniyor.
Solüsyon, dışarıda durduğu sürece hücrelerin canlılığını korumasını da sağlıyor.
Ama böbrek gittikçe grileşiyor, birazdan ölecek.
İLK ÇİŞİ GELİYOR
Böbrek elde...
Diğer ameliyathaneye geçiliyor.
Murat öbür tarafta kaldı, biz amcası Şaban’ın ameliyatına gidiyoruz.
Şimdi Murat’tan alınan böbrek, amcası Şaban’a takılacak.
Allah kahretsin, o arada, heyecandan, yanlışlıkla duvara değiyorum, tekrar dışarı gönderiliyorum yeniden sterilize olmak üzere.
Şimdi de Alper Hoca’nın böbreği nakletmesini izliyorum.
Bir mucizeye daha tanıklık ediyorum.
Az önce grileşip ölen böbrek, ince uğraşlardan sonra Şaban’a takılınca, birden pembeleşmeye, canlanmaya başlıyor.
Birden içine kan doluyor, ölü böbreğe, bir başkasının içinde yeniden hayat geliyor.
İnanılmaz bir şey!
Çok çok acayip.
İnsana ağlatabilecek kadar acayip.
Bir çocuğun doğumuna tanıklık etmek gibi bir şey,
Operasyon biterken, Alper Hoca, “Ver elini” diyor, parmağımı alıyor, bir damarın altına getiriyor...
Kan değil...
Ama bir sıvı parmağımı ıslatıyor...
Alper Hoca gülümsüyor.
“Bu Şaban’ın idrarı” diyor.
“İşte gördüğün gibi böbrek çalışıyor, ilk seni şereflendirdi...”
HASTA YAKINLARINI BEYİN ÖLÜMÜNE İKNA ETMEK ZOR
Medical Park Antalya Hastanesi Organ Nakli koordinatörü Dr. Levent Yücetin’le ameliyathaneye doğru yürüyoruz, soruyorum...
- Siz organlarınızı bağışladınız mı?
- Tabii tabii. Tıp Fakültesi’nde okurken. Bu ekiptekilerin hepsi öyle.
- Organ bağışı için hangi şartların yerine getirilmesi gerekiyor?
- Öncelikle ölüm şekli önemli. Her ölüm biçiminde organ alınamıyor. Ancak hasta yoğun bakımda, makinelere bağlıyken, beyin ölümü gerçekleşirse mümkün oluyor.
- İyi de okuyoruz, duyuyoruz, yıllar sonra elini oynattı, gözünü kırptı...
- Yok hayır, karıştırmayın, o koma hali. Beyin ölümü başka. Dört uzman hekimin onay vermesi, “Beyinde hiçbir damarda ve hücrede kan akımı kalmamıştır” diye rapor vermesi gerekiyor.
- O zaman kalbin durması gerçek ölüm değil...
- Değil, ölüm son nefesin verilmesi ile gerçekleşiyor. Onun için de beynin durması gerekiyor.
- Siz ne tür zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
- Tam da bu sözünü ettiğiniz şeyleri açıklamakta güçlük çekiyoruz. ‘Beyin ölümü’ tanısı konan hastanın yakınlarını, o kişinin artık yaşamıyor olduğuna ikna edemiyoruz. İnanmak, kabul etmek istemiyor. Çünkü hastanın kalp atımı devam ediyor. Ve dokunduğunuzda sıcak, rengi de pespembe. Gel de o insana, “Hastanın organlarını bağışlayın” de.
- Türkiye’de senede kaç beyin ölümü gerçekleşiyor?
- Onu tam bilmiyorum çünkü her hastanede beyin ölümü tanısı konamıyor.Ama geçen sene 240 bağış oldu. Bu rakam ABD’de 6500. Amaç, bu oranı Türkiye’de de yükseltmek.
- En çok hangi ölüm şekillerinde organ nakli gerçekleşiyor?
- En sık rastlananı trafik kazası, yüksekten düşüp kafasını çarpanlar, yüksek tansiyona bağlı beyin kanaması geçirenler ya da kurşunlananlar...
- Bu işin devlete maliyeti?
- Hasta diyalizde kaldığı müddetçe, beş yılda, hasta başına yaklaşık 100 bin dolar harcanıyor. 2016’da 100 bin diyaliz hastası olacak. Devlet bu hastaları ayakta tutabilmek için 3.5 milyar dolar harcamak zorunda. Bu hastaların tümüne nakil yapılabilse tam teşekküllü 500 hastane açılabilir.
Murat bir kahraman
Şaban Akçay ve Murat Akçay. Amca ile yeğen. Aralarında sadece altı yaş fark var, kardeş gibi büyümüşler. Karadenizliler. Şahane tipler. Neşeli, mert, komik. Murat ‘verici’, oto tamircisi, “Araba doktoruyum” diyor. Şaban ‘alıcı’ kuaför.
Ameliyata girmeden soruyorum...
- Hiç tereddüt geçirmediniz mi?
MURAT: Hayır, hiç.
- Korku filan?
MURAT: Yok ya, ne korkusu. Türkiye’deki en iyi ekiplerden biri. Gireceğim, çıkacağım, hiçbir şey hissetmeyeceğim ki. Birkaç gün sonra da taburcu olurum zaten.
- Böbreklerin uyduğunu ne zaman anladınız?
MURAT: İkinci gelişimizde. Bir sürü test yaptılar. Öyle ha deyince olmuyor.
- Başka birinden bulmayı denediniz mi?
ŞABAN: Evet. Satmayı teklif edenler oldu, biz kabul etmedik. Kendi ailenden biri olması çok mutluluk verici. Tabii minnet duyuyorum Murat’a. İnşallah her şey iyi olacak.
- Sizi tebrik ediyorum, amcanıza yaptığınız iyilik müthiş bir şey!
MURAT: Zaten herkes bana kahraman gibi davranıyor.
- Ama öylesiniz, sapasağlam adamsınız ve böbreğinizi veriyorsunuz...
MURAT: Evet ama tek böbrekle de pekala yaşanıyormuş. Zaten diğer böbreğinde problem varsa, almıyorlarmış.
- Siz aynısını yapar mıydınız?
ŞABAN: Yapardım.
- Yeğeniniz vermese ne olurdu?
ŞABAN: Diyalizde bir süre daha yaşardım. Tabii ona yaşamak denirse...
- Biri bana bu kadar büyük bir iyilik yaparsa, ben altında ezilirim...
MURAT: Yok canım, o kadar büyütmeye gerek yok! Amcam iyileşsin, deniz kenarında mangal partisi yapalım yeter. Ama en çok da şöyle kana kanaaa su içmesini istiyorum...
YARIN: Prof. Alper Demirbaş, organ nakli konusunda merak edilenleri yanıtlıyor...
Tek böbrekle yaşanır mı? Organ çalmak o kadar kolay mı?
Banyo küvetinde böbrek çıkartılabilir mi? Böbrek satışı neden etik değil? Çapraz bağış ne demek?
Paylaş