Aynaya iyice yaklaşmışım.Kirpiklerime rimel sürüyorum. Üzerimde askılı siyah elbisem var. Benim için bir zaferdir, artık içine girebiliyorum. Bu akşam iki sevgili baş başa yemeğe gidiyoruz, heyecanlıyım, en topuklu ayakkabılarımı giymek istiyorum, çok çok kadın gibi durmak istiyorum. Ben bu banyoyu seviyorum. Duvar boyunca ayna ve önünde yan yana iki lavabo. Birinde ben, diğerinde sevgilim. Yüzü bembeyaz, köpük içinde.Aynada göz göze gelip, birbirimize gülümsüyoruz...
O da ne! Yalnız değiliz.Biz dışarı çıkmak için hazırlanırken, birileri ayağımızın altında dolaşıyor. Bir küçük fare gelmiş banyomuza. Poposunda bezi olan. Kıvırcık sarı saçlı, cin bakışlı.Beyaz minik bir fare. A aaaaa! Az evvel buradaydı fiimdi yok. “Havadaki tuvalet kağıdını takip et, nerede oluğunu bulursun!” diyor sevgilim gülerek. Bizimki yine gizlice çekmiş tuvalet kağıdını. O koşuyor, tuvalet kağıdı peşinden geliyor. “Alya kaç kere söyledim, tuvalet kağıdı öyle çekilmez diye. Ver bakim ucunu...” “Biz baba’yla atta gidiyoruz, sen bize ‘bay bay’ yapacaksın, Mine’yle yemek yiyip uyuyacaksın. Tamam uyumadan önce biraz çizgi film de seyredersin...” Böyle anne anne konuşmam bitince, tekrar aynaya dönüyorum, süslenmeye devam ediyorum, dudaklarıma ruj sürüyorum... Birdenbire.. “Aman Allah’ım o takı kutusunu nereden buldun? Bakar mısın, dökmüş hepsini yere... Bu küpenin teki nerede? Yuttun mu yoksa? Çıkar ağzından. Aç bakim ağzını, inanmıyorum, kolyenin ucu da ağzında! Çıkar, çıkar...” “Bu ruju ne zaman ağzına soktun sen..!” “Mineeeeeeeeeeee kurtar bizi...” “Banyoyu başımıza yıkıyor!” * Mini mini 1’ler. Korkunç 2’ler. O minik sarı bukleleriyle Rönesans tablolarındaki melekler kadar masumdu benim güzel kızım. Bir de gelin şimdi görün.Aynı çocuk mu inanmakta güçlük çekiyorum. Çocuk eğitiminde “Terrible 2” (Felaket 2’ler!) diye bir tanımlama var, üzerine kitaplar yazılıyor. 2 yaşına gelen çocukların nasıl küçük şirin birer canavar haline geldikleri anlatılıyor. Annelere sabırlı olmaları öğütleniyor. “Bu dönem de geçecek” deniyor. Bizimki biraz erken mi girdi nedir? Önce elindekini atıyor, sonra onun için ağlıyor. Ve inatçı bir keçi oldu artık. Tuhaf tuhaf adetler geliştirdi, kendi yemek yerken, etrafındaki her şeye ve herkese yemek yedirmek istiyor. “Hayır Alyacım, çiçekler çorba içmez, su içer...” “Ben seni zorluyor muyum yemek ye diye, sen niye bu küçük ayıcığın ağzına zorla yemek tıkmak istiyorsun!” Ve tabii bütün gün çok meşgul, çünkü ya dolapları, çekmeceleri, kütüphaneyi, komidinleri, kutuları boşaltıyor ya da bulduğu bütün eşyaları ve oyuncakları bir yere yığıyor. Baba kestiriyor mesela, 10 dakika sonra gözünü açtığında, Alya evdeki bütün oyuncakları babasının yanına yığmış, bir oyuncak dağı yaratıyor, sonra da babasını o küçük parmağıyla dürterek uyandırıyor: “Babababababa...”Tercümesi: “Oyuncakları getirdim hadi oynayalım...” * Kitaplar, bir toddler’ın (İngilizce’de yürümeye başlayan çocuklara verilen isim, Türkçe karşılığı yok) hayattaki en önemli görevinin oyun olduğunu yazıyorlar. Oynayacak ki öğrenecek, el becerileri gelişecek, hayal gücü devreye girecek, kısacası oynayacak ki büyüyecek... Uyku kadar, yemek kadar, önemli bu çağda oyun. Ama ne var ki, evin içinde oyun oynayabileceği alanlar da sonsuz değil. Bizim getirdiğimiz sınırlamaları düşünürseniz, “Oraya dokunma! Bu cız, o fız, bu tız...” Küçük canavar ne yapacağını şaşırıyor. Ha öyle mi? Yukarı katta odalara açılan bir hol vardı, ortasında bir kanepe, son derece sakin bir yerdi, orayı olduğu gibi değiştirdim, kanepeyi ikiye böldüm, üzerine renkli örtüler attım, duvarlara Alya’nın bize resim diye yutturduğu karalamaları astım, İkea’dan ucuza renkli lolipop gibi ışıklar aldım, rengerenk yastıklar ve bütün oyuncakları, alın size şahane bir oyun yeri... Bir köşede Alya’nın çadırı var, diğer köşede teyzesinin hediyesi sallanan salyangozu, kendini yerden yere atabileceği, özgürce kudurup durabileceği bir alan işte. “Kafasını oraya mı çarpacak, buraya mı acaba?” diye yüreğinizin pır pır etmeyeceği bir mekan. Biz de bu yeni yerden pek bir memnunuz. Ben mümkün olduğunca orada vakit geçiriyorum. Baba da laptopuyla orada çalışıyor. Aile huzuru denilen havayı içimize çekiyoruz... * fiu andaki ilgi alanlarına bakılırsa Alya, ileride ya aşçı olacak ya santral memuresi. Çünkü telefonlarla oynamaya bayılıyor hâlâ. Ve sürekli yemek pişiriyor. Oyuncak makarnalar, oyuncak sosisler. O gün elinin altında nevale olarak hangi oyuncak varsa. Fakat bu yemek meselesi başımıza iş de açıyor. Plajdayız değil mi, Alya herkesin şezlonguna gidip, “Mammam” diyor, bisküvi ve patates kızartması dileniyor... “Alya gel buraya, yedin sen mammamını... Kusura bakmayın özür dileriz. Çocuk işte!” Biliyorum ayıp oluyor ama... Burası hep yaz ya... Hafta sonları plajdayız haliyle. Yaramaz Alya, başka çocukların toplarına, küreklerine, eleklerine, kovalarına saldırıyor. Ve kıyamet kopuyor. O yüzden biz tam teçhizatlı gitmek zorunda kalıyoruz. Hadise çıkarmasın hanımefendi diye. Erkek olması nedeniyle hiçbir şey taşımaktan hoşlanmayan sevgilim, Alya’nın benden artan kalan simitlerini yüklenmek zorunda kalınca söyleniyor tabii. Baba, hamal gibi dolaşmaktan hoşlanmıyor. Oysa, annelerin kaderi bu. Sahilde güneş batıyor.Üçümüz kumdan kale yapıyoruz. Alya, babasının yaptığı içinden sular akan kaleyi hayranlıkla izliyor. İki dakika önce minik elleriyle çok beğendiği için alkışladığı surları, birdenbire hiç acımadan yıkıveriyor. “Neden böyle yaptın?” diyoruz. Azarlandığını anlıyor. Kendini yere atıyor. Bir yandan ağlarken, bir yandan da kumların tadına bakmaya ihmal etmiyor. İki işi aynı anda yapabiliyor! Sonra kendisine biraz büyükçe gelen poposunu sallaya sallaya denize koşuyor. Üzerine gelen onun çapına göre dev dalgayı görünce de, gerisin geri paytak adımlarla geliyor. Bacaklarımıza sarılıyor, “Beni şu yaramaz dalgadan koruyun” diye. Artık alışverişe gitmek “mission impossible.”Yani “görevimiz tehlike!”Elleriyle bütün raşarı aşağıya indiriyor. İşin yoksa tek tek topla, yeniden rafa diz. Ben yanmışım, bu kız özgürlüğünü daha şimdiden ilan etti. Merdivenleri onun elini tutarak birlikte çıkmamızdan hoşlanmıyor, hepsini kendisi tek başına çıkacakmış, ama yürüyerek çıkmak riskli düşebilir, o yüzden kendisini garantiye almayı ihmal etmiyor, “Bebek Firarda” filmindeki gibi emekleyerek zirveye ulaşıyor. Arkasında ben. Garantör anne olarak. Kafasını kırmasını diye. Valla, o kafayı kırmasın diye ben bazen kafayı yiyorum ama... Değiyor. Her şeye değiyor.