Paylaş
Karşınızda gerçek bir gezgin var. Mehmet Ali Birand’ın eşi Cemre Birand, yıllar içinde kolay kolay gidilemeyecek coğrafyalara geziler yapmış. O, kabına sığmayan bir ikizler burcu. Yükseleni de İkizler. Ayrıca bir meraklı turşu. Her şeyi merak ediyor. Tut, tutabilirsen... Yanlış anlaşılmasın, klasik seyahat rotaları anlatmıyor.
Himalayalar, Bali’nin bilinmedik, ayak basılmadık adaları, taaa 20 yıl öncesinin Çin’i, adeta bir saplantı haline getirdiği Hindistan...
Hepsini, artık aramızda olmayan eşine söz verdiği üzere kitap yapmış. Üstelik konuşur gibi yazmış. Tıpkı Hürriyet Seyahat’e yazdığı yazılar gibi son derece keyifle ve ilgiyle okunuyor. İnsan eti yiyen yamyamlar, Budist, Tibetli rahipler... Dalmak da bir tutku Cemre Birand için. Rotalarını bazen de bu belirliyor...
Hadi ben kaçtım, sizi bu çılgın ikizler burcu gezginle baş başa bırakıyorum...
Sözünüzü tutmuşsunuz, Mehmet Ali Bey’e harika bir kitap yazmışsınız. Nasıl hissediyorsunuz?
- Doğurmuş gibi hissediyorum! 10 yıldır hamileymişim de, nihayet doğurmuşum gibi. Yıllar içinde pek çok yere gittim. “Anlat” derdi Mehmet Ali, “Anlat bakalım, ne gördün, ne yedin, ne içtin?” Ben de başlardım anlatmaya, dağları, tepeleri, başımıza gelenleri, kim ne dedi, kim ne yaptı. “Yaz bunları” derdi. “Bak ne güzel anlatıyorsun. Kitap yap, okusunlar, tecrübelerinden faydalansınlar. Torunun seni tanısın, oğlun senden cesaret alsın.” “Yazıcam Memoş, yazıcam” deyip durdum. O da, “Çok duyduk bunları” dercesine kafasını sallar, tembelliğimden yakınırdı. Evet, tembeldim. Ama işte şimdi kırdım o tembelliği. Bu kitap sevgilime, en iyi arkadaşıma, kocama verdiğim sözün kitabı.
Valla tebrik ederim. İtici güç yine Mehmet Ali Bey olmuş...
- Evet, bir gün aynada kendime bakarken, “Ama ayıp ediyorsun Cemre!” dedim, “Bak Mehmet Ali vefat edeli bir sene oldu. Söz verdin, hâlâ tutmuyorsun...” Sonrası kendiliğinden geldi. Gittim bilgisayarın başına oturdum. Ve kalkmadım. Yazdıkça yazdım. Sanırım bilgisayarın başında doğurdum! Ama paniğe de kapıldım. Hani insanın çocuğu olunca bir şaşkınlık geçirir, güzel midir değil midir bilemez ya, ben de o haldeydim. Sakladım bir süre kitabı. Sonra Doğan Kitap’a götürdüm. Beğendiler. Şaştım kaldım. Anlattığım şeyler sadece kocamın ilgisini çekiyor zannediyordum, öyle değilmiş.
Kitabı okuyunca anladım ki siz gerçek bir gezginsiniz. Kabına sığmayan, özgür, çılgın bir ikizler burcu...
- Öyle, öyle... Yükselenim de ikizler! Her sabah bir başkası olarak uyanıyorum.
Nasıl yani?
- Ruh halim değişken. Mesela bir sabah Gertrude Bell olarak uyanıyorum. Bir gün Freya Stark, bir başka sabah da Dervla Murphy olarak. Bu insanların hepsi benim çok sevdiğim seyahat yazarları. Bazı sabahlar Himalayalar’ı katır sırtında gezecek bir gezginmişim gibi hissediyorum, bazı sabahlarsa Cemre gibi. Değişmeyen tek şey seyahat tutkum.
Yeni ülkeler, kültürler, hikâyeler keşfetmek neden bu kadar önemli sizin için? Bunlar olmazsa siz, siz olmuyor musunuz?
- Evet! Ben sürekli gezeyim, yollarda olayım istiyorum. Sebebini bilmediğim bir merak duygum var. O gittiğim ülkelerdeki kültürü, yaşam tarzlarını, âdetlerini, geleneklerini öğrenmek istiyorum. İnsan, yamyamların hayatlarını merak eder mi? Ben ediyorum. Ah bu seneler içinde neler öğrendim bir bilsen Ayşe! Mesela Yeni Gine’den yeni geldim, orada bir kabile var, anneler ölünce kızlar annelerini yiyor. Babaları ölünce de oğulları yiyor!
Hadi canım...
- Valla öyle! Basbayağı yiyorlar. Öyle yaparak annelerinin ruhunun kendilerine geçtiğine inanıyorlar. Dehşet içinde dinledim bunları. Bir de kabilenin şefine saygı gösterisi olarak oral seks yapılan bir kabile vardı. Kimilerine ayıp gelen, kimine gelmiyor, doğal geliyor...
Siz nasıl gittiniz oraya?
- ‘Silver Discoverer’ diye bir gemiyle. Manila’ya uçtum, sonra Seul’e, oradan Palau Takımadaları’na geçtim, oradan bindim gemiye...
Gezdiğiniz, gördüğünüz yerler çok normal yerler değil! Herkesin cesaret etmeye gidemeyeceği yerler. Bu cesaret nereden kaynaklanıyor? “Ya tansiyonum çıkarsa ya bana bir şey olursa o uzak diyarlarda” diye korkmuyor musunuz?
- Yaşlılıkta tansiyon oluyor. E ben de çok genç sayılmam. Dikkat etmeye çalışıyorum. Çünkü tansiyonum olursa, dalamam. Onun için dalmayı şimdi yapmaya çalışıyorum. Bir de benim gittiğim yerlere sıhhatliyken gitmek lazım. Şöyle düşünüyorum: Avrupa’yı tekerlekli sandalyeyle bile gezebilirim. Çünkü medeni oralar. Ama benim gittiğim yerleri şimdi sağlıklıyken keşfetmem gerekiyor.
Bunun altındaki dürtü ne? Bir meydan okuma mı hayatla dalga geçme mi, ne bu?
- Yok yok, sadece merak. Ne yapıyorlar ille de öğreneceğim!
Yoksa Mehmet Ali Bey’i etkilemek için miydi?
- Valla, o da değil. O bana hep “Git, gör!” derdi ama bu kadar tuhaf yerleri sevmeme hayret ederdi. Zaten diyordu ki,: “Bir gün maymunlar seni yakalayıp ormana götürecek ya da yamyanlar kaynatıp yiyecek. Göreceksin o zaman!”
Yollarda ruh haliniz nasıl oluyor?
- Uçağa bindiğim andan itibaren dünyalar benim oluyor. Kapısı kapanıyor, içkim geliyor. Oh benden mutlusu yok! Bir sürü polisiye kitap oluyor yanımda ve bulmacalarım. Pek çok yeni yer göreceğim için de heyecandan ölüyorum.
Anladım ki, Hindistan en büyük aşklarınızdan biri. Defalarca gitmişsiniz. Hâlâ aynı zevki alıyor musunuz?
- Almaz mıyım? Hindistan’ın junkie’si oldum ben, 15 kere filan gitmişimdir. Benim için Hindistan’ın en güzel bölgesi Rajistan. Yani o cengâverlerin ülkesi. Çünkü dedelerinin saraylarını otel yapmışlar. O otellerde kalıyorsun. Dedelerinin pırlantalı, kocaman kocaman zümrüt kolyeli resimlerini görüyorsun. Onların yattığı yataklarda yatıyorsun, onların yediği tabaklardan yiyorsun. Bir de şahane hikâyeler anlatılıyor. Hindistan’ın her yeri hikâye. Hiç sıkılmam. Bugün git deseler, şimdi biner, giderim.
Hani diyorlar ya, çok pis filan...
- Çöpçüler gelmeden Nişantaşı’nı gör sen! Hangi pislikten söz ediyorlar. Onların gerçeği bu, alışmak lazım, o koku da beni rahatsız etmiyor. Herkesin hayatı kendine diye düşünüyorum. Yargılamıyorum, eleştirmiyorum. Acıklı filan da gelmiyor. Benim kısıtlı bir ömrüm var bu dünyada. Ne kadar çok görebilirsem, benim için o kadar büyük bir görsel zenginlik! Ben şimdi multimilyonerim gördüklerimle. Parası olan bir sürü insan, benim gittiğim yerlere asla gidememiştir.
İnsan nereleri görmeden asla ölmemeli?
- Valla, insanın en başta iyi bir acentesi olmalı. Benim var. Kardeşim Ömer Karacan’ın acentasi. Onlarla çalışıyorum. Benim ruhumu biliyorlar. Tabii ki iyi bir otelde kalmak önemli. İyi bir otelde kalacaksın ki, bütün o harala güreleden sonra iyice dinleneceksin. Ve emniyette olacaksın. Kimse senin kafana vurup çantanı çalmayacak. Budur... Haaa, sonra nerelere gideceksin? Benim için olmazsa olmaz Hindistan’dır, Bora Bora’dır, Vietnam’dır...
Tibet peki?
- Gittim, perişan oldum! Rus ruleti gibi bir şey, ne olacağın belli olmuyor. O kadar yüksekte hasta olma ihtimalin var, ben oldum... Pasifik Adaları, Solomon Adaları da çok güzel... Tabii ki Afrika şahane... Güney Amerika da favorim. Arjantin mesela. Buenos Aires’e gitmeden bir ay tango dersi almıştık Mehmet Ali’yle, tango yaptık sokaklarda...
Daha nereleri görmek istiyorsunuz? Hedefte hangi ülkeler, maceralar var?
- Hedefte, bir gemi turu daha var. Phuket’ten bütün Hint Okyanusu’ndaki adaları geziyor. Gemi seyahatlerini herkese tavsiye ederim, çünkü rahat. Valizini bir kere açıyorsun, oteline yerleşiyorsun ve o otel seni her gün başka yere götürüyor...
İçinizde kalan bir yer oldu mu? Ah şuraya gidemedim, Güney Kutbu’na, Kuzey Kutbu’na filan...
- Ayşecim, ben palmiyesiz bir yere gitmiyorum. Sıcak olacak. Işık olacak. Gök mavi olacak. Yaşam sevinci olacak. Buzullarla hiç ilgim yok, beni affetsinler, fokları ve kutup ayılarını görmesem de olur. Beni egzotik yerler çekiyor.
Ben de Gelecek ay Ruanda’ya gorillere gideceğim...
- Bak o güzel. Ama mutlaka Papua Yeni Gine’ye de git. Çok enteresan.
Gerçekten zamanın gerisindeler mi?
- Evet. Bu devirde yaşıyor gibiler ama değiller. Evet, para almak için kendini boyamış ve yerli süsü vermişlere de rastlıyorsun ama şunu biliyorsun ki, bunların babaları insan yemiş! Bir de Pasifik Adaları’ndaki savaş alanlarına gitmeyi seviyorum. İkinci Dünya Savaşı çok ilgimi çekiyor, bu konuda çok okudum. Gidiyorum savaşın yaşandığı yerlere ve olan biteni canlandırıyorum.
Bazıları der ya, “Bu yaştan sonra lüks arıyorum...” Sizin lüks anlayışınız ne?
- Benim lüks anlayışım temiz bir yatak, sıcak suyu akan bir duş. Bir de otelim güvenli, yastığım mümkünse kuş tüyü olsun. Artık pek alışveriş yapmıyorum. Doyuyor insan, sadece görmek yetiyor.
VAKİT VARKEN AİLECE GEZİN
Kitabın başında da NATO’da albay rütbesine erişmiş bir kadın olarak varsınız karşımızda. İlk defa aslında hayatınızın o dönemini de bu kadar detaylı anlatıyorsunuz. Tatbikatlar, Soğuk Savaş’ın gizemli yöntemleri, Türkiye adına yapılan lobi faaliyetleri, çok da hızlı yükseliyorsunuz. Bir an geliyor, oğlunuz için her şeyi bırakıyorsunuz. Hiç pişmanlık yok mu?
- Hiç olmadı! Çünkü yapacağımı yapmıştım ve çocuğum elden gidiyordu. Topuğundan yakaladım oğlumu. 11 yaşındaydı, o son çocukluk yıllarını biraz onunla geçireyim istedim. Ama ben işi bırakınca, ailenin ödü koptu! Özellikle Mehmet Ali’nin, sandı ki ona sardıracağım, bulut gibi tepesine çökeceğim. Öyle olmadı tabii. Bu seyahatler de benim kendime verdiğim ödüllerdi, ruhumu hava aldırmaya çıkarıyordum.
En çok ne zaman korktunuz?
- Endonezya’da sel baskını oldu. İşte o zaman öleceğimi düşündüm. Felaket bir seldi. İnsanlar perişandı. “Buraya kadarmış, bizi kimse kurtaramaz!” dedim. Annem vardı o seyahatte yanımda, o da pek cesurdur, “Viskiler nerede?” dedi. O öyle dedi ya, ölmeyeceğimizi anladım.
Viskiniz de oluyor yani!
- Aaaa tabii. Fındık, fıstık hep götürürüm seyahatlerime, torba torba...
Dalmak sizin için nasıl bir tutku?
- Son üç yıldır seyahat rotalarımı dalmak belirliyor. Denizin altını görmek için çıldırıyorum. Köpekbalıkları gelip gidiyor. Yılanbalıkları yanımda dans ediyor.
En unutulmaz seyahatler hangisiydi?
- Çekirdek aile olarak gittiğimiz seyahatler. Mehmet Ali, Umur, ben... Beraber dalıyorduk da. Derim ki, vakit varken, ailece gezin... Bir rota belirleyin, arabaya binip, gidin... Umur diyor ki: “Galiba soykırımın ne olduğunu bilen en küçük çocuk bendim!” Çünkü o küçükken, bütün toplama kamplarını, gaz odalarını gezdik. Mehmet Ali kullanırdı arabayı, elimde haritalar, co-pilotluk yapardım.
İkinizin aşk dolu, bazen sarhoş sarmaş dolaş hallerinizi çok sevdim okurken. Zaman, hasreti azaltmıyor mu?
- Hayır, büsbütün kötü oluyor! Çünkü sen, hayatı yaşadıkça, paylaşacağın çok şey oluyor. Ama paylaşmak istediğin insan yanında olmuyor! Uyanınca “Günaydııın” diyorum, yatmadan “İyi geceler Mehmet Ali”. Bazen mezarı başında konuşuyorum. Kitabı götürdüm. “Bak söz verdim sana, yaptım naber!” dedim.
O sanki hâlâ hayattaymış gibi uyandığınız günler oluyor mu?
- Olmaz mı? Bazen mutluluk içinde uyanıyorum, ölmedi gibi geliyor, sonra bir bakıyorum yatağın kenarına, yok. Doğru ya, Mehmet Ali öldü diyorum!
Fotoğraflar: Fethi Karaduman
Paylaş