Paylaş
19 yaşındaydım.
Mehmet Ali Birand’la görüşebilmek için Sirkeci’den trene bindim, üç günde Brüksel’e varacak...
Biliyorum manyaklık!
Babama da öyle geldi.
Hatta o yüzden beni geçirmeye gelmedi.
Küstü.
Nasıl bir cesaretse, gittim.
*
O zamanlar 1 aylık tren biletleri vardı, tüm Avrupa’da ikinci sınıf trenlerde seyahat edebiliyordun.
Planım müthişti!
Brüksel’de idolümle tanışacak, işe alması için yalvaracak, sonra bütün Avrupa’yı gezecek, tekrar Türkiye’ye dönecektim.
Gençtim, deliydim, kim tutardı beni.
O yıl da Nokta’da stajyer olarak çalışmaya başlamıştım, randevuyu da Nokta sayesinde kaptım zaten.
Bir yerden Birand’ın telefonunu bulup aradım, Ankara’daydı, 32. Gün için Brüksel’den gelmişti.
Nokta çok itibarlıydı o yıllarda, “Nokta dergisinden arıyorum, sizinle röportaj yapmak istiyorum” dediğimde, “Hay hay” dedi.
Nereden bilsin sıradan bir stajyer olduğumu.
En havalı sesimle, “Ben şu tarihte Brüksel’de olacağım” dedim, sanki çok önemli biriymişim, zırt pırt yurtdışına gidermişim gibi, “Mümkünse orada görüşelim...”
“Tamam” dedi, “Gelince arayın”.
O kadar.
Adres madres yok.
İki hafta sonra çarşambaya kilitlendim ben!
*
Çıktım Sirkeci’den yola.
Neredeyse boyum kadar bir sırt çantasıyla, onu da Sultanahmet’ten almıştım.
Kenarlarından tencere değil lastik ayakkabılarım sarkıyordu.
Bulgaristan, Yugoslavya, Avusturya, Almanya...
Çuf çuf gidiyorum.
Kalbimin ortasında bir kuş oturuyor, fırladı fırlayacak...
Ben kim, Mehmet Ali Birand kim...
Ne diyeceğim onu görünce?
Röportaj soruları hazırlamışım ama amacım röportaj değil ki, “Beni 32. Gün’e işe alın” diyeceğim, 19 yaşında olduğumu anladığında, “Hadi len” der mi, kızar mı, güler mi?
Gerçi şimdi düşününce, o yaşlardaki cesaret, korku, titreme ve adrenalin karışımı duygularımı özlüyorum.
Artık bu denli hayran olduğum kimse yok.
Brüksel’deyim, üzerimde bir bermuda bir tişört, kafamda bir Fas beresi...
Bir telefon kulübesine girdim.
Bir türlü çeviremiyorum numarasını, elimdeki buruşmuş kâğıda bakıyorum...
Göğsümden yine o kuş fırlayacak...
Hayatımda sadece bir kere konuştuğum biri.
Neden kabul etsin ki beni?
Ama 72 saat de yol tepmişim...
Şimdi arayamıyorum heyecandan.
Gel dedi ama unutmuş olabilir, zırt pırt seyahat ediyor, gitmiş olabilir, Brüksel’de olmayabilir...
Aradım.
Unutmamıştı, “Nokta dergisinden değil mi?” dedi, “Evet” dedim, adresi verdi ama ekledi, “Beklenmedik bir gelişme oldu. Acilen Irak’a uçmam lazım. Taksiye atlayıp gelin ama sadece 15 dakika konuşabiliriz...”
Üzüldüm, yıkıldım, üç gün yol tep, 15 dakika konuş!
Ama sonra sevindim, “Deli misin? En azından gel” dedi, “Hiç konuşamamaktan iyidir!”
*
Ve sonra ben o güzel insanı tanıdım.
Ne mutlu bana ki, biraz olsun hayatına değebildim.
Ben onu hep çok sevdim, sanırım o da beni sevdi.
Bazı insanlar farklıdır, o da öyleydi, başka bir ışığı, başka bir enerjisi ve şeytan tüyü vardı, sizi hemen etkisi altına alırdı.
Coşkulu, heyecanlı, komik, tatlı, renkli, müthiş komplekssiz, iyi kalpli ve çalışkan...
Her daim gazeteci, her daim muhabir...
O sıralarda da 32. Gün’le bütün gazetecileri kıskandıracak işler yapıyordu.
Bu mesleği yapan herkes, onun gazetecilik aşkına, heyecanına hayrandır. Azmine, hırsına, pes etmeyişine, enerjisine, titizliğine, çalışkanlığına...
Onun ideolojisi gazetecilikti.
Ona sorulmayacak soru yoktu.
Her insan, bu hissi vermiyor.
Birand’ın bütün kapıları açıktı.
*
19 yaşından sonra bir süre TRT’ye gidip geldim ama olmadı, benden televizyona iş çıkmadı.
Fakat hiçbir zaman ondan kopmadım.
Ne zaman iyi bir iş yapsam, “Yaşa kızzz” diye arardı.
Birçok defa onunla röportaj yaptım.
Hep ama hep hayata ve işine karşı tutkusuna her zaman hayran kaldım.
Sondan bir önceki röportaj Bodrum’daydı, pankreas kanserinin ilk zamanları, o zaman Cemre Hanım’ı da tanıdım.
Böyle bir adama, böyle bir kadın yakışırdı!
Kendinden emin, güvenli, esprili, zeki, “Bizim evin küçük oğludur Mehmet Ali” demişti, “Umur’la onu oğlumuz gibi severiz”.
*
Son röportaj için bir sürü fotoğraf senaryosu yazdım ona.
“Ben seni bilirim, bana çok çılgınlık yaptırma!” diye yazdı.
Ama dans karesine itiraz etmedi.
Röportajı da sevdi.
Neşeli bir mesaj attı: “Aşkımızın böyle halka mal olmasını istemezdim, ancak kendimi tutamadım! Ellerine sağlık. Her zamanki sıcaklığını vermişsin röportaja. Aşkım sana daha da derinleşti! Ömer’den özür dilerim!!!”
Robert Redford’la röportajı çıktığında ise, “Kendimi Robert Rodford’la aldatılmış gibi görüyorum, ama unutma yarın o gidecek, ben hep buradayım” Love uuu” yazdı.
Ben de, “Size bayılıyorum. Tabii ki o gidici, herkes öyle, bir tek siz kalıcısınız. Taa o Demirkırat yıllarından beri sizi çok seviyorum...” yazdım.
Gerçekten de öyle.
*
Doğum günlerimiz de aynıydı.
Ve hep bir yerlerden arardık birbirimizi.
Onun sesini duyunca, “Tamam bu sene de iyi geçecek” derdim.
Ben onun bu “son”a hazırlanış biçimine de bayıldım.
Nasıl hatırlanmak istiyorsa, ona uygun şeyler bıraktı.
Onu, sonraki nesillere aktaracak şahane bir biyografi...
Sahici bir insanı anlatan sahici bir kitap.
Ve tabii ki bunu Can Dündar’dan daha iyi yapacak başka biri de yoktu.
Okumadıysanız mutlaka okuyun.
Hayatı boyunca ne kadar acı çektiğini göreceksiniz.
Ama pes etmek yok.
Kendi inşa etmek var!
Onun tek çıkış yolu başarılı olmak... Oldu da...
Can Dündar aynı zamanda bir Birand belgeseli de çekti.
Siz böyle başka bir adam tanıyor musunuz?
Arkasına bakmadan yaşayan ama geleceği de öngören, hatta planlayan...
Bu ancak çok çok vizyoner bir insanın yapabileceği bir şey.
*
Cenazesinde da aynı şeyi düşündüm, mottosu “başarılı olmak”tı...
Cenazesi bile öyle oldu.
Müthiş bir cenazeydi!
İnsanlar sokaklara taşmıştı...
Yollar kapanmıştı...
Sokak kenarlarında Birand atkıları, rozetleri satılıyordu.
Akın akın insan, kaldırımlar, apartmanlar, damlar, camlar...
Bunu da zorla yaptıramıyorsun kimseye.
Canı istemezse, seni sevmezse gelmez.
Geldiler.
Hem de nasıl geldiler.
Herkes oradaydı, “veda”ya gelmişti.
Biz aramızda, meslekte bir dönemin onunla kapandığını konuştuk. Artık herkes, uğraşmadan, didinmeden, kestirmeden marka olmanın peşinde. Birand öyle değildi, muhabirlikten hiç vazgeçmediği için en büyük markalardan biri olmuştu.
Meslekte çığır açtı, çıtayı yükseltti.
Bana röportajda, “Ne kalıcılığı ya, müthiş sanatçılar, müzisyenler geldiler geçtiler, nerede? Kimse hatırlamıyor onları, hepsi unutuldular!” demişti...
Öyle değil.
Siz kalıcısınız!
Hepimiz sizi, dudaklarınızdaki o muzip gülümsemeyle hatırlayacağız.
Yaptığınız o olağanüstü işlerle hatırlayacağız.
Sizi çok seviyoruz.
Güle güle Mehmet Ali Birand!
HAMİŞ: Cenazede ulaşabilmek mümkün değildi, bütün ailesine, çalışma arkadaşlarına ve asistanı Nilgün’e başsağlığı diliyorum.
Paylaş