Kuştepe Alev Sokak’ta bir Çingene kral

Ben böyle bir yer görmedim.

Bu kadar farklı...

Bu kadar renkli...

Bu kadar yaşayan...

Sokak sanki nefes alıyor, kendi başına bir canlıymış gibi. Sokağın üzerine vuran güneş de, hayat kıpırtısının son rötuşlarını yapıyor, sokak alev alev yanıyor.

Zaten adı da Alev Sokak.

Genellikle böyle yerlere ‘gizli bahçe’ ya da ‘saklı kent’ gibi laflar uydururlar.

Neden mi? Çünkü dümdüz giderken, birdenbire öyle bir yere gelirsin ki, feleğin şaşar.

Alev Sokak, öyle bir yer işte.

Onu şehirden, şehrin bildik, sıradan akışından bir tek yokuş ayırıyor.

Bir yokuş iniyorsun, dünya değiştiriyorsun!

Orada, İstanbul’un bütün çiçekçi Romanları yaşıyor.

Ve nasıl bir çelişkiyse, evleri plastik çiçek dolu...

Ama rengarenk.

Bu insanlar tuhaf bir şekilde, sanki usta ressamlardan renk dersleri almışlar. Öyle bir uyum yetenekleri var. Sıcak ve soğuk renkleri inanılmaz bir ustalıkla bir arada kullanıyorlar. Turuncu bir duvarın ortasından açık mavi bir şerit geçiyor, ruhunuzu okşayarak.

Sokak, bir meydana dönmüş kendi kendine. Çünkü herkes sokakta.

Kuştepe Romanları, sokağı sonuna kadar sömürerek yaşıyorlar.

Ev gibi döşemişler sokaklarını.

Minderler, yataklar, koltuklar, sandalyeler...

Sokakta rahat edebilmek için ellerinden geleni esirgememişler.

Halılar atmışlar, üzerine yayılıp sohbeti koyultuyorlar.

Kaldırımda bile uyudukları oluyor, üstlerine yorgan alarak...

Anladınız!

Onlar, dört duvar arasında girmekten hoşlanmıyorlar.

Özgür ruhları sıkılıyor, daralıyor...

*

Bu sokağa gelenin aklına ilk düşen, müthiş bir özgürlük duygusu...

Haliyle onlara imreniyorsunuz.

Sanki hiç dertleri yok gibi.

Sürekli bir karnaval havası.

Ellerindeki tencereleri, darbuka niyetine çalıp oynuyorlar kendi kendilerine. Ağlamak fiilinin yerini gülmek almış. Sevinçli ya da acıklı her şeye gülüyorlar. Yüksek sesle gülüyorlar. Kendileri öyle ifade ediyorlar...

Bu sokakta göremeyeceğiniz tek şey korku.

Sanki hiçbir şeyden korkmuyorlar.

Bize benzemeyen yanlarından biri de bu. ‘Elle gelen düğün bayram’ havasındalar, ‘Başımıza ne gelirse yaşarız...’

Ve carpediem diye bir şey varsa, (anı yakalamak, günü yaşamak) işte onu, somut bir biçimde gözlemlemenin yeri bu Alev Sokak.

Yarının önemi yok burada.

Gelecek de yok...

Varsa yoksa bugün, şimdi, bu an...

Ve Allah için, şimdi’nin hakkını veriyor bu insanlar.

Ölümden intikam alırcasına, güle oynaya yaşıyorlar.

*

Ben gittiğimde bir sünnet düğünü vardı.

Sokağın ortasına sarı lacivert bir yatak kurmuşlar.

Dev bir yatak.

Guliver’inki gibi.

Otomatikman Alice, kendini harikalar diyarında hissediyor.

İnsanın içini tarifi olmayan bir sevinç kaplıyor, tepedeki rengarenk ampullere, balonlara bakıp gülümsüyor. O tarifsiz sevinç, tören boyu devam ediyor. Çünkü sünnet çocuğunun annesi gecenin ilerleyen saatlerinde kostümcüden kiraladığı 3 değişik Hint kıyafetiyle boy gösteriyor.

Bu sokakta her gün bir sünnet oluyor. Ya da bir şeyi kutlama vesilesi. Kız mı istenecek?

Haydaaa, bütün sokak ayakta...

Hep birlikte gidiliyor, hep birlikte dönülüyor.

Hem evlilikte hem de kız istemede inanılmaz ritüelleri var.

Şöyle konuşuyorlar mesela:

‘Bir koyun, 8 çift erkek ayakkabısı, 12 çift de kadın ayakkabısı isteriz.’

Erkek tarafı bir tepsiye koyuyor malları, gidiyor kızı istemeye...

Düğün davetiyeleri de değişik, birdenbire evinize bir gömlek gelirse, siz anlıyorsunuz ki bilmem kimin düğününe davetlisiniz.

Ya da bir paçalı don ya da atlet...

Sonra, Alev Sokak’ın güzel kızları var. İnce belli, iri memeli... Kocaları askerde... Dediklerine bakmayın, hapiste... Ama namusları son derece yerinde...

Çünkü eteklerinin altına paçalı don giymeden sokağa çıkmıyorlar ve bununla çok ama çok övünüyorlar.

*

Ve bu sokağın siz deyin delisi, ben diyeyim bir kralı var: Erdin Doğan.

İki sene önce eline 6’lı ganyan dışında, kağıt kalem almamış biri.

Şimdi acayip resimler yapıyor (Bilgi Üniversitesi’ndeki Kuştepe sergisinde resimleri sergilendi) ve yazılar yazıyor.

Erdin Doğan, Alev Sokak için tescilli deli ama bana sorarsanız şahane biri...


Ne ermişim ne derviş ben bir garip çiçekçiyim


n Siz nereden çıktınız?

- Valla, ben bir yerden çıkmadım. Hep buradaydım.

n Şunu öğrenmeye çalışıyordum aslında: Kendi kendinize mi çıktınız yoksa size talimat mı geldi?

- 2 sene önce kandil gecesi bir şey oldu. Ama açıklayamam. Manevi sırlarım var benim.

n Anladım. Yeryüzünde kimi temsil ediyorsunuz?

- Yardıma muhtaç olanları.

n Tam olarak yaptığınız nedir? a) Adalet dağıtmak b) Fikir dağıtmak c) Eğlenmek, eğlendirmek

- Ne ermişim ne derviş, ben bir garip çiçekçiyim!

n Mahalleli size ‘deli’ diyor. Doğru mu söylüyorlar?

- Kimin ne düşüneceğine, ne söyleyeceğine ben karar veremem.

n Belki de sizi anlamıyorlar...

- Sizi herkes anlıyor mu?

n Sizin kimseye zararınız var mı?

- Sizin olduğu kadar!

n Size nasıl tebliğ edildi? Uzaydan mı geldi, nur mu indi?

- O gece öyle bir geceydi ki, kalbimden bir şey düştü aşağıya...

n Ne oldu ki, sizi ertesi günü Bakırköy’e götürdüler?

- Hemen değil. Daha sonra. Kolay değil öyle getir götür.

n Pardon. Sıralamayı bilmiyorum, önce ne oldu?

- Cinciye götürdüler.

Hangi cinciye?

- Kasımpaşa’dakine.

Ne yaptı?

- Bana dik dik baktı, ‘Ben Kasımpaşa’nın evliyasıyım’ dedi.

Siz ne dediniz?

- ‘Memnun oldum, ben de Kuştepe’nin evliyasıyım’ dedim.

Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?!

- Estağfurullah. Kuşlar ekmek veriyorum, kapımın önünü süpürüyorum ve durmaksızın yazı yazıyorum diye deli olduğuma kanaat getirdiler...

Sadece bu kadar mı?

- Ha bir de çocuklara şeker verme hikayem var: Her sabah 0-2 yaş grubuyla 8-13 yaş grubu arasındakilere şeker dağıtıyordum. Cebimden sarı, kırmızı, yeşil, turuncu şekerler çıkıyordu. Sarı bulana bir daha veriyordum. Ben çocuklarla empati kuruyordum. Sorunlarını dinliyordum. ‘Mutlu musunuz?’ diye soruyordum. Evimin önüne geliyorlardı, ‘Erdin Abiiii’ diye sesleniyorlardı...

Mahalleli ne yapıyordu?

- Kimilerinin hoşuna gidiyordu. Ama şurada bir kopukluk oldu...

Anlamadım nerede?

- Alev Sokağının şu bölümünde...

Onlar mı delirdiğinizi düşünenler...

- Evet, ‘Kafayı oynattı’ diyorlar. İşin gerçeği şu: Ben artık meteliğe kurşun atıyorum. Cenazem olsa, Allah korusun şu anda, kaldıramam. Oysa bir zamanlar zengin bir adamdım. Kadıköy’de kilisenin yanındaki çiçek tezgahım her zaman iş yapardı. İki yıldır işe gitmemeye başladım. Yani insanlar parasızlıktan bana sırt çevirdiler. Ama deli olduğumu söylüyorlar. Paran yoksa gücün yoktur, sana her şeyi söylerler...

Peki doktorlar tarafından saptanmış ciddi bir rahatsızlığınız var mı?

- İyi oldu sorduğunuz, oraya da temas edeyim: Hekimlerimizi hor görememem. Ama Bakırköy’deki hekimler beni gördüler. Onlar ne günlüklerimi okudular, ne de resimlerime göz attılar. Ben gelmeden orada bir şeyler döndü. Oysa ben hekim hocalarımın en azından bazı eserlerime bakmalarını isterdim. Bakmadılar. ‘Biz seni şuraya alalım’ dediler. Yani yan odaya. Yan odadan da servise! Dört gün orada çok muhterem arkadaşlarla teşviki mesaimiz oldu. Hakverdi önce benimle birlikte değildi, Allah’tan sonra kavuştuk birbirimize. Siz tabii Hakverdi’yi görmediniz...

Hakverdi kim?

- O benim asam. Şimdi boyamaya verdim. Cilalanıyor. O bana güç verir...

Sizce niye sizi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde dört gün tuttular?

- Pek çok normal insanı orada niye tutuyorlarsa o yüzden. Hayat böyle: Bazı normaller içeride, bazı anormaller de dışarıda. Orada habire ilacı dayıyorlar. Haliyle bitkinlik başladı bende. Kayınçoma dedim ki ‘Beni çıkar buradan, gücümü kaybediyorum.’ Hakverdi’yi de o yüzden aldım...

Elinizdeki asanızla dolaşıyorsunuz ya... Sizin müritleriniz filan var mı?

- Haşa! Mürit filan yok. İyi analiz ederseniz söylediklerimi, ben bir şeyler söylüyorum. Ama ermiş değilim...

Deli de değilsiniz!

- Niye öyle söylüyorsunuz, deliyim! Kaleme, kağıda deliyim, insanın hasına değilim...

İnsanlara, fanilere mesajınız nedir?

- Bedeni yerleşik, ruhu göçebe bu çirkin Roman’a kulak verin: Nefes aldığınıza şükredin...
Yazarın Tüm Yazıları