Paylaş
Yılların sinema eleştirmeni, daha doğrusu sinema delisi, mimar, kültür adamı ve bir İstanbul âşığı...
“Emek yoksa, ben de yokum” dedi.
Ve alışık olmadığımız üzere sözünü tuttu.
Ve ne oldu?
Çok geniş bir yelpazede, onu ağlatacak kadar güzel yazılar çıktı hakkında.
Fark ettim ki, ben onun onurlu tavrını, kişisel tarihine derin bir tutkuyla sahip çıkmasını çok sevdim.
Cesaretini ve dürüstlüğünü de.
Kalkıp Ulus’taki evine gittim…
Şu an yaşadığınız, yaşarken cenazenizin ne kadar kalabalık olduğunu görmek gibi bir şey! Her kesimden müthiş bir kucaklama... Ne hissediyorsunuz?
- Şaşkınlık içindeyim! Asla bu kadar büyük bir ilgi beklemiyordum.
“Meğer ne kadar seviliyormuşum!” diye düşündünüz mü?
- Düşünmez miyim? Bu kadar güzel yazılar yazılacağını hayal bile edemezdim. Dün de Yılmaz Özdil’in bir yazısı çıktı.
N’aptınız okuyunca?
- Ağladım. Karım geldi, baktı ben koltuğumda oturuyorum, gözümden yaşlar akıyor... Evvelsi gün de Hıncal’ın ve bizim magazin ilavesindeki üç yazar arkadaşın yazdıkları çıktı. O zaman da ağladım.
Bu nedir? Bunca yıllık emeğinizin karşılığı mı?
- Galiba öyle. 50 yıllık yazı yazma eyleminin sonucu. Bir de insanlar, benim tümüyle yazarlığı bıraktığımı sandılar. Ama bu mümkün değil. Sadece Sabah’taki köşemi bıraktım, yazarlığım devam edecek. Yazı yazmayı şehvetle seviyorum.
Peki, bir taraftan da kendinizi yenilmiş hissetmediniz mi? Onca uğraşa rağmen Emek yıkılacak...
- Sormayın. Bu hükümet son derece önemli işler yapıyor, Kürt açılımı mesela. Kim ne derse desin, önemli bir olay. Ben akil insan diye seçilenleri de beğendim. Bu alanda dev adımlar atılıyor ama Emek Sineması gibi, onlara göre çok daha küçük ve önemsiz görünen meselelerde kamuoyunu karşılarına alıyorlar. Sebebini anlayamıyorum.
Yeni Kültür Bakanı Ömer Çelik’in tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Sahip çıkmadı. Dahası meydan okuyan bir tavrı var. “Siz istediğinizi söyleyin, biz istediğimizi yapacağız” diyen bir kültür bakanı. Oysa bundan önceki Bakan Ertuğrul Günay da AK Partili’ydi, aydınları dinler, en azından kulak verirdi. Birdenbire, çok sert bir zihniyet geldi. Oysa şimdi yumuşama zamanı. Bakansın yetkilerin var, hakların var, bir sempati sözcüğü sarf et. Orada ezilen, biber gazı yiyen, üstüne su sıkılan aydına bir sempati göster...
Enver Aysever’in programında Emek’i yıkanlarla görüşmeyi kabul ettiniz...
- Gönüllü olarak değil. Enver Aysever o kadar bastırdı ki, sonunda “Evet” demek zorunda kaldım. Gerçi olumlu bir şey öğrendim: Ben yukarı çıkaracakları sinemanın, Emek’in minyatürü olacağını düşünüyordum. En azından hacminin korunacağını öğrendim. Çünkü Emek’i Emek yapan şeylerden biri de genişliği, yüksekliği ve toplam hacmi...
Peki, o yukarıdaki aynı Emek mi olacak?
- Tabii ki hayır. Mekânlara sinmiş bir ruh var, biz bunu anlatmaya çalışıyoruz. Ahmet Hakan da yazdı, “Eskiyi değil gıcırı seviyorlar” diye. Öyle gerçekten. Gıcır gıcır olsun istiyorlar. Neymiş? İçinde fareler, köşesinde tozlar, tavanında böcekler varmış. Avrupa’nın bütün eski salonlarında var. Hepsinin bodrumu fare yuvası. Ama eski Londra tiyatrosu, eski Paris sineması yıkılmıyor, kültür korunuyor.
Türkiye’de hiçbir tarihe esere dokunulamıyor ama Emek’e dokundular. Nasıl oldu? Kılıfına mı uyduruldu?
- Ortada tuhaf bir durum var. Alkazar Sineması, eski eser ilan edildi. Küçük Sahne ve Atlas Sineması da. Çünkü içinde bulundukları bina, vaktiyle Abdülhamid’in -rivayete göre- garsoniyer olarak kullandığı bir yapı. Emek’in içinde bulunduğu yapı ise, dış görünüş itibariyle tarihi değil. Ama iç mekânlar da önemlidir. “Cercle D’Orient” diye kıyameti kopartıyorlar, tabii ki önemli bir bina ve korunması lazım. Ama oraya, tarihi boyunca küçük bir azınlık gitmiştir. Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’un elit tabakası orada buluşur ve kumar oynardı. Emek ise çok daha geniş bir kitleye seslendi ve daha önemli şeyler öğretti. Binlerce insan, yıllar boyu film seyretti. Şöyle diyorlar: “Emek yıkılacak onun yerine bir şey yapılacak ama firma onun parasıyla Cercle D’Orient’i restore edecek.” Emek’in yıkılmasının Cercle D’Orinet’in onarılması için yapılması gereken bir fedakârlık olarak algılıyorlar.
İkisi bir arada olamaz mı...
- Biz de aynı şeyi söylüyoruz zaten. Devlet, kendisi elini cebine atsın. Ya da Eczacıbaşı Grubu gibi birilerinin projesine kulak versin. Onlar hem “Cercle D’Orient”i onarmak hem Emek’i korumak tarzında bir proje hazırlamak üzereydiler ki, olamadı. İktidar nasıl oluyor da, Emek’i yıkan firmayı kayırıyor, neden onların projesine bu kadar itibar ediliyor da, başka projelerin neden yüzüne bile bakılmıyor? Anlamak mümkün değil...
Yani şimdi siz, Ak Parti’ye daha mı fazla muhalifsiniz?
- Evet. Gerçi ben hiçbir zaman ciddi bir muhalif olmadım. Başbakan’ın enerjisine, bir takım konularda karar alma ve onları uygulama azmine hayranım. Azınlıklar hakkında alınan kararlar mesela, malları iade edildi, okulları teker teker açılıyor. Ama ben aynı zamanda bir kültür adamıyım. Kültür konularında hükümetten aynı duyarlılığı, hassasiyeti bekliyorum. Kültür konularında AK Parti’ye kesinlikle karşıyım.
Genelde sizin gibi insanlar yok. Ya sonuna kadar destekliyorlar ya sonuna kadar karşılar...
- Evet. İlle de AK Parti’yi her şeyiyle tutacaksınız, bizim Engin Ardıç gibi. Ya da dünkü yazısı için teşekkür ederim ama Yılmaz Özdil gibi tamamen reddedeceksiniz. Ben iki gruba da ait değilim. Katı muhalefet veya katı taraftarlık benim janrım değil. GS mezunları, otomatik olarak GS’yi tutarlar, benim böyle bir tavrım da yok. Kulüp tutma gibi parti tutma, ideolojiye sımsıkı sarılma, böyle bir yanım hiç olmadı. Zihnimi ve vicdanımı özgür bırakmayı yeğledim.
6 AY SONRA BAKARIZ…
Enver Aysever’in programında “Sabah’a dönebilirim” de dediniz? Ayrılmanız gerekçesinde bir değişme mi oldu ki dönmeyi düşünüyorsunuz?
- Hayır olmadı. Ama şunu da söyleyeyim, “yandaş” bir basında yazmama rağmen gazetem bana tam bir özgürlük tanıdı...
Çok dürüstsünüz. Genelde insanlar çalıştıkları gazeteyi “yandaş” olarak tanımlamaz...
- Ama öyle. Yadsınamayacak bir takım ilişkiler var, yine de Hıncal’ın, benim de başka arkadaşların da gayet muhalif yazılarını da kullandılar, kullanıyorlar. Gazeteyle hiçbir sorunum olmadı.
Dönecek misiniz Sabah’a...
- Dönmek niyetiyle ayrılmadım. Ama ne oldu? Üst düzeyden bana çok nazik geri dönmeler oldu, ısrarla yazmaya devam etmemi istediler. Ve hiç beklemediğim sevgi dolu yazılar çıktı.
“Bir düşüneyim o zaman” mı oldunuz?
- Evet. Çünkü her şeye rağmen ben bir gazeteceyim ve mümkün olduğu kadar geniş kitleye ulaşan bir gazetede yazmak isterim. Ama şu anda tek düşündüğüm “İstanbul nereye, Beyoğlu nereye?” adlı kitaplarımı tamamlamak. O da üç-beş ayımı alacak. 6 ay sonra tekrar duruma bakarız...
Kendinizi kahraman gibi hissediyor musunuz?
- Mütevazı bir kahraman diyelim. Çünkü Türkiye’de kendi alanlarında gerçekten kahraman olan insanlar var. Kendi yaptığımızı asla büyütmememiz lazım.
Genelde insanlar, “Yaparım, ederim, bırakırım” derler ama bırakamazlar...
- Bulunduğumuz pozisyonlar, bazen kendi liyakatimizle geldiğimiz yerlerdir, bazen de bahşedilmiştir. Onlara dört elle yapışmamalıyız. Eğer gerçekten bir yaşam nedenimiz varsa, insan olarak bir benliğimiz, kişiliğimiz oluşmuşsa, hiçbir pozisyona yapışmamalıyız. Bu, köşe yazarlığı da olabilir, bakanlık da, ayrılmasını bilmeliyiz. Ben bunu yapmayanlara hep kızdım, benim sıram geldiğinde de yaptım.
Siz Başbakan’la hiç karşılaştınız mı?
- Evet. Birkaç yıl önce sinemacıların bir toplantısı vardı. Beni de çağırma nezaketinde bulundular. Sonra Başbakan salonu dolaştı, benim oturduğum yere geldi. Ben elimi uzattım, sıktı, iki laf etmek istedim ama elimi sıkar sıkmaz, yanımda Recep İvedik vardı -Şahan Gökbakar galiba o genç arkadaşımızın adı- onunla uzun bir sohbete girişti ve sonra çekip gitti. Maalesef o toplantıda kendisiyle iletişim kuramadık.
Aysever’in programında Başbakan’la Cumhurbaşkanı’nı kıyasladınız...
- Abdullah Bey öfkesiz bir insan, daha soğukkanlı. Ben politikacılardaki öfkeyi sevmiyorum. Sayın Başbakan’daki öfkeyi sevmediğim gibi Sayın Bahçeli’deki öfkeyi de sevmiyorum. Kusura bakmasınlar. Öfkeli konuşmanın belki kitleleri etkilemede bir rolü olabilir ama dünyada böyle bir şey yok. Avrupa’da bir Sarkozy vardı, vatandaşlara ikide bir hareket ediyordu, çekti gitti. Bizde belki toplumun çok çalkantılı olması, insanları öfkeli olmaya sevk ediyor. Veya bunun bir propaganda tarzı olduğu düşünülüyor. Ne yazık ki, ağzından köpükler saçarak konuşan politikacılarımız var. Neredeyse 70 yaşını aşmış bir yazarım, hepsinden daha büyüğüm, kusura bakmasınlar, onların mevkileri çok daha büyük olabilir ama ben bütün politikacılarımıza sükûnet tavsiye ediyorum.
GAYET NETİM
Kendimi erdem timsali filan görmüyorum, “Millet sözünde durmaz, ben durdum” gibi bir övünmem de yok. Ben gayet netim: Hayat tarzıma, önem verdiğim şeylere, ilkelerime ters düşen kararlara ve uygulamalara karşı çıkarım. Çıktım. Yaptığım bu. Her medeni insan da yapmalı.
KORUYALIM ŞUNU YAHU!
Siz küçükken Emek nasıl bir yerdi? Hadi anlatın...
- 11 yaşındaydım. Eniştemin beni elimden tutup götürdüğü film “Rüzgâr Gibi Geçti”ydi, aslında 39 yapımı, ama savaşta gösterilememiş, savaş sonrası da çok pahalı olduğu için gelememiş, 50-51 yıllarında ilk defa orada gösterildi. Hayran olmuştum Emek’e. Bu ilk izlenim unutulmuyor. Sonra binlerce insan oraya gelip o hayranlığı duydular, ne filmler izlendi orada. Türkiye’de ilk defa üç ay oynayan film “Batı Yakasının Hikâyesi”ni ilk defa Emek’te gördük. Aynı şekilde Alan Parker’ın “The Wall” filmini. 80’lerde öyle bir kalabalık yapmıştı ki, sinemadan İstiklal Caddesi’ne kadar kuyruklar vardı. 30 küsur yıl festivalin bütün önemli filmleri. Sayısız insan oraya geldi, ödüller verdi. Koruyalım şunu yahu, ne olur?
YENİLİKLERE AÇIK OLMADIĞIM DOĞRU DEĞİL
Siz, “Emek yıkılmasın!” derken, perdelere koltuklara sinmiş anılardan, yaşanmışlıklardan söz ederken, size “O sinemayı gelişmiş bir teknikle yukarı taşıyacağız” dediler. Sonuçta ne yapmak istiyorlar? Sizi yeniliklere ayak uyduramayan biri gibi göstermek mi istiyorlar mı?
- Aynen öyle. Ama tabii ki doğru değil. Bir insan hem eski sinemayı hem yeni sinemayı sevebilir. Müthiş bir film arşivim var benim, boş vakitlerimde 40’lı 50’lili filmleri izliyorum ama aynı zamanda hafta dört yeni film. Aynı şekilde, ben bazı AVM’lere de bayılıyorum ama bu Emek gibi mekanların da mazisiyle korunmasını istiyorum.
YENİ JÖNLERİN DİZİDEN BAŞKA ŞEYE VAKTİ YOK!
Sabah’ta yayınlanmayan tek yazınız hangisiydi? Neden yayınlanmadı?
- Büyük inşaat firmalarının, neredeyse siyasiler kadar söz hakkı olduğunu ve bunun yanlış bir şey olduğunu yazdım. Yayınlamadılar. Nedeni de gayet açık: Bütün gazeteler, bugün neredeyse inşaat ilanlarıyla ayakta kalıyor. Bunu da anlıyorum, çünkü ekonominin bel kemiğini inşaat oluşturuyor. Ama bir denge gerekiyor, yoksa İstanbul’da hiçbir yeşillik kalmayacak…
Sinemanın, yeni jönleri ve ünlüleri neden size destek vermedi?
- Onların dizi çevirmekten başka hiçbir şey vakitleri yok! Eski Yeşilçam’a gelince, onlar da bu konularda duyarsız. Geçenlerde Yeşilçam’ı eleştiren bir görüş verdim, “Eski jönlerden büyük bir kısmı gerçek anlamda oyuncu değil” dedim. Aman Allah’ım, ne hakaret dolu ifadelerle cevap verdiler bilemezsiniz. Enerjilerini, “Namussuz herif” diye bana saldırmak yerine, onca ödül aldıkları Emek’in korunmasına harcasalardı ya. Ama Yeşilçam’da böyle bir bilinç yok. Hiçbir zaman olmadı. Yine yanlış anlaşılmasın hepsi değil, mesela 80 yaşındaki Tuncer Kurtiz gibi isimleri ayrı tutuyorum…
İSTANBUL’DA RANTIN BU KADAR BASKIN OLMASINI ENGELLEYİN LÜTFEN!
İstanbul’da iyi şeyler de yapılıyor. Ciddi onarımlar var. Gece aydınlamaları, Marmaray Metro Projeleri, metrobüs… Hep bu iktidarın eseri. Harika projeler. Ama öte yandan, her gün, hepimizi yerinden hoplatan çılgın projeler de ortaya atılıyor. Sorun olan sadece Emek değil yani. Ben Yenikapı’da koca bir miting alanı yaratılmasına, Haydarpaşa’nın dibinde bir Olimpiyat stadyumu inşa edilmesine, kanal projesine, Çamlıca tepesine dikilecek o koskoca betonarme camiye ve Taksim’deki kışlaya da karşıyım. Şehircilik açısından yanlış. Bu konuda uzmanlara danışılması gerektiğini düşünüyorum.
Danışılmıyor mu?
- Valla, kültür kurulları birer, ikişer ortadan kaldırılıyor. Başbakan’ın en vahim sözlerinden biri, bir kültür kurulunun Gezi Parkı’nı koruma kararı karşısında, “Onlar bizim önerimizi reddetti. Biz de onların bu reddini reddediyoruz!” demesidir. Eğer bir kenti korumak amacıyla yasal olarak kurduğunuz kurulların kararlarını dahi tanımazsanız vay bu şehrin haline! Ben mesela sağda solda diyorum ki, “kent konseyi” gibi bir şey kurulsun. Ama kurmazlar çünkü var olan koruma kurullarını fes ediyor ve kale almıyorlar. İyi ama ne olacak İstanbul’un hali? Herkesin istediği yerde gökdelen dikebildiği, her türlü yeşil alanın, parkların yok edildiği bir kent mi olacak? Kuşdili çayırı mesela, zaten beton döküp otopark yapmışlar, şimdi bir de AVM dikiyorlarmış. Niye bunları yok ediyorsunuz? Kürt soruna bu kadar emek veriyorsunuz. İstanbul’da rantın bu kadar baskın olmasını da engelleyin lütfen!
GALATASARAY’DAN HER ŞEY ÇIKAR!
Yıkmaya çalışan da, yıkılmasına engel olmaya çalışan da aynı lisenin mezunu…
- Evet. Eşim söyledi, “Bak o da, senin gibi GS’lıymış” dedi. Galatasaray’dan her şey çıkar! Çetin Altan da çıkmış, Mehmet Şevket Eygi de. Biliyorsunuz birisi sosyalizmi temsilcisi, öteki İslami kesimin önde gelen bir yazarı…
NEREYE İSTANBUL NEREYE BEYOĞLU
Bir sonraki kitap nedir?
- “Nereye İstanbul? Nereye Beyoğlu?” Bu konuda yazdığım yazıları derleyen ama bugünkü duruma da geniş bir şekilde değinen birer kitapçık oluşturmak istiyorum. Bir taraftan da “Yeşilçam’dan 100 Portre” kitabım hazırlanıyor. Çektiğim fotoğraflar ve deneme niteliğindeki yazılar. Ünlü isimler de var, emekçiler de. Bir albüm-kitap olacak.
Paylaş