Paylaş
Ağzından çıkıverdi işte:
- Kocan da amma çirkin!
Kulaklarıma inanamadım.
Tamam, ben kel ve göbekli diyorum, ama bunu ben söylüyorum, benim söyleme hakkım var, aslında son derece hoş buluyorum.
Manyak mıyım yoksa niye beraber olayım?
İnanamadığım o kadının, benim gözümle Zafer'i görememesiydi.
Allah Allah dedim içimden.
Deli mu bu?
Kocamın sadece gülüşü yeterdi.
Bir de üst bacakları, komik ayakları, ışık geldiğinde aydınlanan kulakları, upuzuuun kirpikleri, dizleri, ayak bilekleri, damarlı beyaz elleri...
Ama o, bunları değerlendiremiyordu.
Hemen cüzdanımdan bir fotoğraf çıkardım.
Biliyorum salakça.
Onu ikna edeceğim ya.
- Hiç de çirkin değil işte! dedim. Baksana şu fotoğrafa nasıl da güzel bakıyor... İçten sarılıyor bana.
Birden Küçük Prens ve gülü geldi aklıma.
O da, gülünün, gezegendeki bütün diğer güllerden farklı olduğunu düşünerek, abesle iştigal etmiyor mu?
Etmiyor.
O kendi gerçeğine inanıyor.
Böyle zamanlarda da kimse kendi gerçeğinin dışında bir şey duymak istemiyor. Yazdım tabii o kadını bir tarafa...
*
Kedime, ‘‘şişkooo’’ denmesi de hoşuma gitmiyor.
Ben onu inanılmaz güzel buluyorum ve oğlumun kulağına bunu sürekli fısıldıyorum. Bu cümleyi benden o kadar duyuyor ki, sonunda kendisi de inanıyor. Evde ‘‘Ben yeryüzünün en güzel, en özel kedisiyim’’ diye salına salına dolaşıyor. VE BENİM SEVGİM ONU HERŞEYDEN KORUYOR. Başkaları için doğru olması gerekmiyor ki, benim gerçeğim bu, benim gözüm, kalbim onu yeryüzündeki diğer bütün kedilerden ayırıyor.
Çocuğum olunca da böyle seveceğim, hep ‘‘Benim güzel kızım’’, ‘‘Benim güzel oğlum’’ diyeceğim. Bence böyle olmalı zaten, çocuklar böyle sevilmeli. Hayat Bilgisi Dersi'nde bize öğretmediler ama o hayat var ya o hayat, aslında zor, nasıl olsa bir gün Hanya'yı Konya'yı anlayacak, ‘‘Ben zannettiğim kadar özel değilmişim’’ olacak, kıç üstü yere oturacak, hiç değilse, benim sevgim onun gelecekteki endişelerini, güvensizliklerini biraz olsun hafifletsin.
*
Aslında birilerinin çok sevdiği bir şey üzerine konuşurken, insanın ağzından çıkanı kulağının duyması gerekiyor.
Bu lafı nereye bağlayacağıma inanamayacaksınız:
Ankaralılar'dan özür diliyorum!
Tamam, ben o şehrin sıkıcı, iç bayıcı, hayal kırıcı filan falan olduğunu söyledim ama hata ettim. Ben bilmiyorum çünkü orayı. Yaşamadım. Ankara'da hiç aşık olmadım. Kimseyle birşeyler paylaşmadım. Hissiyatım bu. Fakat sonradan farkettim ki, ben biraz ileri gittim. Bana düşmez. Kocamın gülüşünün güzelliğini farketmeden ‘‘Çirkin bu adam!’’ ya da kedimin suratının komikliğine aldırmadan, ‘‘Koyun gibi olmuş bu!’’ demelerine benziyor.
Yıllardır o şehirde yaşayan insanlar kızmışlar bana, haklılar, benim için doğru olanın, onların gerçeği olması gerekmiyor. Hálá Ankara'yı sevmiyorum ama bakın, eşeklik ettim diyorum.
*
Yaşasın!
Bu son cümle yazının akışını bozmayacak, ben rahatlıkla Ankara'dan Adana'ya geçebileceğim. Geçen hafta sonu memleketimdeydim. Mesela birileri de çıkıp ‘‘Köy gibi bir yer Adana, nasıl yaşanır ki orada?’’ dese, haklı ama, sinirlenirim. ‘‘O yaşamamış ki, hariçten gazel okuyor’’ derim. Benim Ankara için yaptığım gibi. Neyse. Annemin bale okulu var Adana'da. Bu sene 17. resitali olacaktı. Bu ne demek? Maaile gidip o resitali ve sahneye çıkacak olan 140 öğrencisini seyretmek demek. Şimdi tabii, sözünü ettiğim benim annem, benim annem olduğu ve ben yazdığım için hiç inandırıcı olmuyor, ama kadın şahane, gerçekten öyle. Bir yıl boyunca o resital için kafayı yiyor, ışıkla, sesle, müzikle, koreografiyle, kostümlerle deli gibi uğraşıyor. Sonuç hiç de öyle amatörce ve uyduruk olmuyor. Ama işte talihsizliği Adana'da olması, hiç kimse onun yaptıklarını bilmiyor...
Allahtan kızı gazeteci, ben yazacağım işte.
*
Güney'in nadide şehirlerinden Adana'da küçük kız çocuklarını baleye yollamak iyi bir şeydir. Piyano dersi aldırmak, at binmesini sağlamak gibi. ‘‘Zarif olur, yürümesini öğrenir, kızım da baleye gidiyor’’ denir. Ve şaşırtıcı derecede yetenekli öğrenciler çıkıyor. Yani annem öyle söylüyor. Sonra bir kısmı konservatuara filan gidiyor. Gelgelelim erkek çocuklar konusunda aynı şey olmuyor. Pek az aile oğullarını baleye yolluyor. Sanırım bale yumuşaklığı ve estetiğiyle insanları korkutuyor. Nedense, eşcinsellik çağrışımı yapıyor. Hani bir toprak ağasının oğlunun gay olması, pek uygun düşmez ya! Bunlar benim düşüncelerim. Gördüğünüz gibi, çok sevdiğim, içinden çıktığım bir şehri yeri gelir harcarım da. Ama benim hakkım var, orayı bilmeyen biri bunu yaparsa kafasını kırarım.
Neyse, Mami için acıklı bir durum bu tabii.
Her sene o 140 öğrencinin bir kısmını kafalarına peruk takarak, erkek kıyafetleri giydirerek, sakal bıyık monte ederek, erkeğe çevirmeye çalışıyor. En iyi öğrencileri de haliyle, uzun zaman baleye devam edenler, onlar 17 yaşına filan gelmiş oluyor. Doğa bu, ayva büyüklüğünde memeleri çıkıyor, onları da erkeğe çevirmek mümkün olmuyor!
Bu seneki resitalin son bölümünde, bir pop şov vardı. Salsa, çaça, rock'n roll, aklınıza ne gelirse, Allah Allah baktım bir erkek var. Yirmilerinde duran genç ve çok güzel dans eden bir adam. Ayakta filan alkışlıyorsunuz. Şaşırıyorum, ‘‘Nereden bulmuş onu?’’ oluyorum, derken gerçeği öğreniyorum.
*
Adı Mustafa.
Mustafa, dans için ölüp bitiyor.
Ama ne konservatuar öğrencisi...
Ne de Devlet Tiyatrosu oyuncusu...
Mustafa, annemin gittiği kuaförde kalfa.
Onun saçlarını fönlerken, dans aşkını anlatıp durmuş. Annem de ‘‘İyi o zaman, gel ben seni çalıştırayım’’ demiş. Kasımdan beri, Kuaför Metehan'da fön tutan Mustafa'yı resitale hazırlamış.
Mustafa tek kelimeyle şahane.
Bence Mami de öyle.
Öğrencilerin velileri de...
Allahtan 140 aileden hiçbiri kızlarının, Metehan'ın föncüsü Mustafa'yla birlikte dans etmesine itiraz etmemiş. Mami yine becermiş. Mustafa'yı kutluyorum ve ona dans hayatında başarılar diliyorum...
Paylaş