Utanıyorum bu halimden. Çünkü gizlice yapıyorum. Gizlice yapılan her şeyden utanılır. Düşünsenize, karşımdaki bir şeyler anlatıyor, ben onun suratına bakıp, içimden, ‘‘Şu burnunun portresi ne güzel yazılırdı’’ diyorum. Ayıp biliyorum ama çok eğleniyorum.
*
İşin tuhafı...
Ben cins olarak ‘‘yazı insanı’’ kategorisine girenlerden değilim. Bana ‘‘Yaşamak mı? Yazmak mı?’’ deyin, banko a) şıkkı derim. Hayatımı yazarak kazanmam da tamamen kaderin bir cilvesi.
Allah'ın sopası yok!
Zaten bir defasında Ahmet Altan'dan fena zılgıt yemiştim, ‘‘Sen yazıyı küçümsüyorsun!’’ demişti bana. Haksız da sayılmazdı. Çünkü ben bir dakika önce ona karbüratörcülerin de hayatta yazarlar kadar önemli olabileceğinı söylemiştim. Çünkü o gün arabamın karbüratörü arızalanmıştı. Ve o eşsiz insanların değerini bir kere daha anlamıştım. Falan, filan. Gıcık olduğum zaman inanılmaz gıcık olabiliyorum!
Sorunuz, kocam Zafer'e...
*
Neyse, neredeyse mastürbasyon yapıyormuşum gibi bir keyifle, ne kendimi ne çapımı bir ‘‘yazı insanı’’ olarak asla tanımlamasam bile, bir fikrin peşinden koşuyorum, zihnimden cümleler kuruyorum, en önemlisi ilk cümleyi bulmak, sonrası sular seller gibi akmaya başlıyor, tutabilene aşk olsun, fiillerin yerlerini değiştiriyorum, sonra paragraflarla oynuyorum, derken finale geliyorum, yükseliyorum, inişe geçerken, tepesine bir de başlık oturtuyorum, oh ben rahatlıyorum.
‘‘Yoo, hep seninleydim’’ diyorum. Dinlediğimi kanıtlamak istercesine de, ona son söylediği cümleyi tekrarlıyorum.
Yalan tabii.
Şu cümleyi çok severim:
- Yalan bile olsa bana istediğim şeyi söyle!
*
Şimdi ben bunları niye anlatıyorum? Çünkü geçen gün yine aynı şey oldu. Aklımdan bir yazıya başladım. Zanzibar'ın tuvaletlerinin önünde. Şöyle ki, epey bira içmiştim, haliyle bir baskı oluyor böbreklerde, insan kendini ‘‘Tuvalet neredeydi acaba?’’ sorusunu sorma ihtiyacında hissediyor. Hissettim, garson arkadaşlara sordum. Gösterilen yere doğru ilerledim. Bir kapı, oturarak böbrek çalıştıranlar için tasarlanmıştı.
Onlar benim ait olduğu tür, yani kadınlar.
Diğeri de, böbreklerini ayakta çalıştırabilenlerin ihtiyaç giderdikleri yerdi. Oldum olası erkeklerin bu özelliklerini kıskanmışımdır. Ama bunun konumuzla alakası yok.
Biliyorsunuz bir de özürlü arkadaşların ihtiyaç giderebilecekleri tuvaletler var, havaalanlarında filan, genellikle daha temiz ve ferah oluyor. Bir de kocaman, salon salamanje. Ve özürlü olmayanlar tamamiyle o kapılardan uzak duruyor.
Cısss!
Oysa ben, her yerde, hemen giriyorum.
Ve bir gün, birinin bana ‘‘Sizin buraya girme hakkınız yok!’’ demesini bekliyorum. Ona deli deli bakan gözlerle ve şimdi size anlatmamın fevkalade zor olacağı bir tıslamayla, ‘‘Öyle mi?’’ demeyi o kadar çok istiyorum ki!.. Ki ,‘‘Özür’’ denilen şeyin sadece bedensel olmadığını, zihinsel herhangi bir teşhis konulmadan da pekala özürlü olunabileceğini iyice idrak etsin.
Demek istiyorum ki, ben hep yapıyorum.
Özürlüler tuvaletinde vakit geçirmeyi çok seviyorum.
Ama Zanzibar'da böyle bir imkan yoktu.
İşini oturarak halledenlerin mekanının kapısını tıkladım, doluydu. Peki ben ne yaptım? Her zaman yaptığımı. Son derece doğal bir şekilde, işini ayakta halledenlerin kapısını tıkladım, boştu, girdim, böbreklerimin ruh sağlığını kurtardım ve dışarı çıktım.
O sırada ne oldu?
Kadınlar tuvaletine girmek için bir kuyruk oluşmuştu.
Kötü kötü baktılar bana.
Neden acaba?
Bunu hiç anlamıyorum.
Niye birbirimizi olduğumuz gibi kabul edemiyoruz?
*
Bu da böyle bir ayrım işte.
Hayatta, bir ‘‘Tek kaşarlı tost yiyenler’’ vardır bir de ‘‘Çift kaşarlı’’. Ben çift kaşarlı tost yiyemem mesela. Yapamıyorum.
Ölsem tostçuya ‘‘Çift kaşarlı olsun’’ diyemiyorum, ayıp geliyor, açgözlülükmüş gibi geliyor. Ama bu, benim. Bunu farklı olmak için de yapmıyorum. Kocam da yanımda afiyetle, çift kaşarlısını götürüyor. İtiraz etmiyorum. Bu arada aklınızda olsun Bebek'teki otobüs durağının önündeki tostçu, tostun Allah'ını yapıyor, bir de ketçap koymuyor mu! Koyuyor. İsterseniz tabii. Hayatta istemek esastır biliyorsunuz.
Yani hepimiz farklıyız.
Bazıları kazağını beline bağlar, genelde kadınlar yapar, popo örtmek için filan, ben de senelerce yaptım, sonra vazgeçtim, tepsi popomu kabul ettim, rahat ettim; bazıları ise kazağını şöyle omuzlarına atar. Bu da bir ayrım. Ben omuzlarına atmayı tercih etmem, ama öyle yapanlara da kötü kötü bakmam.
Peki niye zor durumdayken erkekler tuvaletini kullanma alışkanlığım var diye bana kötü kötü bakılıyor?
Yani akıl var, mantık var!
Orası boşken niye 15 dakika kadınlar tuvaletinin kapısında bekleyeyim ki?
Beklemeyeceğim işte.
Kadınlar tuvaleti doluysa, erkekler tuvaletine girip işimi kaşla göz arası bitirip, tekrar kalabalıkların arasına karışacağım.
Kimseyi rahatsız etmeden tabii!
*
Yeri geldi yazıyorum.
Bir kere birini rahatsız ettim.
Bir erkeği.
Ama ondan özür de diledim.
Şimdi de diliyorum, tamam mı?
Gizlim saklım (en azından bu konuda) yok anlatıyorum.
Ama bu meselenin sürekli kafama kakılmasını istemiyorum.
Bir yerlerde o erkekle yemekteydik, ilişkimizin ilk zamanlarıydı, hani masa altından ayak teması zamanları, bitse de eve gitsek zamanları. Ama gidilemiyor, ana yemekler bile gelmemiş. Kalktı o şahane siyah bedeniyle (giysileri siyahtı, teni değil) tuvalete gitti. O an bana dahiyane bir fikir gibi gelmişti, hemen arkasından gittim. Nasıl da kadın gibi giyinmişim, çok ender olur, ama şıkım, topukluyum, fileliyim filan. Onu mutlu ederim sandım, peşinden tuvalete girdim, kapının kilidini çevirdim. Aval aval baktı suratıma. Ama henüz kızgın değildi, (biraz sonra olacak), ‘‘Ne işin var burada?’’ dedi. Ben de içkinin verdiği rehavetle salak salak ‘‘Hiiiç’’ dedim. Masumane bir iki öpüştük, elimi tuttu ‘‘Hadi gidelim içeri’’ dedi.
Elini tokmağa uzattı, çevirdi.
O da ne?
O alçak kapının dili mi düşmüş ne!
Kapı açılmıyor.
İçeride kilitli kaldık.
45 dakika filan da çıkamadık.
Suç üstü yani.
Nasıl da nefret ediyor benden, nasıl da söyleniyor...
Bir de inat, ‘‘Çağıralım bir garsonu açsınlar’’ diyorum, ‘‘Yok, hayır rezil oluruz. Ben şimdi tamir edeceğim bu kapıyı’’ diyor.
Birbirimize girdik tabii...
Sonra bir ahçı duruma el koydu da (mutfak ile tuvalet bitişikmiş, içerden birtakım sesler duymuş), bizi özgürlüğümüze kavuşturdu. Çıktığımızda, bütün mutfak personeli karşımıza dizilmiş, soru işaretli gözleriyle bizi izliyordu. Bir bayram resmi geçidindeki çocuklar gibi kollarımızı sallaya sallaya onların önünden geçmek zorunda kaldık. O günden beri gitmem o restorana.
Bu da böyle bir tuvalet anımdı...
Aklımda yazdığım yazıda bir yere oturmuştu. Bilgisayara yazdığım yazıda oturmadı. Ayakta kaldı!
Eeee, bazen olur.
İdare edin.
HAMİŞ: Bu arada ben Paris'teyim. Gerçi annem tembih etti, sürekli oraya buraya gittiğini yazıyorsun, yazma diye. Ama gerçek bu. Niye yazmamam gerekiyormuş! İkiyüzlü olmayı reddediyorum. Bedava biletlerimiz vardı, hani uçuş milleri birikince bedava biletiniz oluyor ya, kullanmasak yanacaktı. Üstelik yarın benim doğum günüm. Küçük uyduruk bir otelde kalıyoruz. İmrenecek, kıskanacak bir durum yok yani. Ama birazdan denizden çıkan herşeyi yiyebileceğimiz bir restorana gitmeyi planlıyoruz. Bakın, onu kıskanabilirsiniz! Ama ben sizin için de yerim. Zafer'in arkasından erkekler tuvaletine girmeyeceğim. Söz.