‘İşte bu dünyanın en şahane şeyi!’ diyor. ‘Efendim? Anlamadım?’ ‘Çocuğunla böyle ayakta dikilip, çocuğunun çocuğuna bakmak... Karışık oldu, cümleyi doğru kurdum mu?’
‘Doğruluğunu boşver... Mami, sen şair olmuşsun!’
UYURKEN BİR KEDİLER BÖYLE GÜZEL OLUR BİR DE BEBEKLER
Sabaha karşı 5.
Çocuğunun çocuğunu görmek için Adana’dan kalkıp Dubai’ye gelmiş annemle, Alya’nın yatağının başındayız.
Oda karanlık.
Sadece başucu lambası yanıyor.
Melekler gibi uyuyor Alya.
Uyurken bir kediler böyle güzel olur, bir de bebekler...
Alt dudak, beyaz çarşafa yapışmış, sarı saçları da telefon kordonu gibi havaya yükseliyor, nasıl da şeker. Üzerinde beyaz bir body -kim ne derse desin bebeklere en çok beyaz yakışıyor- göğüs hizasında ‘Babam beni seviyor’ yazıyor ve minicik ayakları pikeden dışarı çıkıyor...
Ye o ayakları!
Bir türlü içeride duramıyor...
Soğuk da olsa, sıcak da olsa, o minicik ayaklar illa dışarı çıkacak, havayla temas edecek...
Ne internet kanalıyla gönderdiğim fotoğraflar, ne de onun zoruyla satın alıp bilgisayara taktığım webcam annemi kesti...
Gerçeğini görmek istedi.
Atlayıp geldi.
Nasıl mı?
Tabii ki her zamanki gibi içli köfteleri, mantıları, reçelleri ve köy peynirleriyle...
Annem Alman mıydı artık ben bile şüpheye düşüyorum!
Gelir gelmez ilk iş, evin kontrolünü eline alıyor.
Ne yalan söyleyeyim, bu da çok hoşuma gidiyor.
Ben öyle direnen kızlardan değilim, anneme hemen teslim olurum.
Saat 7’ye kadar dedikodu yapıyoruz.
Dedikoduyu anneyle yapmak gibisi yok!
Sonra Alya uyanıyor.
Bir güzel onunla oynuyoruz.
Alya gülüyor, gülüyor, gülüyor...
Birden annem saatine bakıp, ‘Tamamdır hadi bakalım Alya bana emanet, sen sevgilinin yanına’ diyor.
Hoppala, bu da nereden çıktı şimdi?
O anda kuralları koymaya başlıyor.
1. kural:
‘Sabahları emzirdikten sonra Alya’yı Gülşen Hanım’a teslim etmelisin ki, sevgilin işe gidinceye kadar sen onun yanına, yatağa dönebilesin...’
Vayyy.
Bakar mısınız Mami’ye.
‘Peki öyle olsun... Bir saat sonra görüşürüz...’
KIZINI PİRZOLA GİBİ 10 DAKİKA HER GÜN GÜNEŞTE YATIR
Bir saat sonra 2. kural geliyor:
‘Buranın yazı felaket. Dayanılacak gibi değil. Sürekli klima çalışıyor. Evin içinde nefes alacak hava kalmıyor. Bu kız, bundan sonra her sabah 7 ila 10 arası bahçeye çıkarılacak...’
O günden beri vaziyet şu:
Alya uyanınca koştur koştur bahçeye iniliyor. Önce yüzülüyor. Pardon, önce 50 koruma faktörlü kremi sürülüyor. Anne kız birbirimize sarılarak gerçekleştirdiğimiz havuz sefasından sonra da, annemin direktifleri doğrultusunda çimlerin üzerine havlu seriliyor. Bizimki marine edilen pirzola gibi 5 dakika sırt üstü, 5 dakika yüz üstü, ‘güneşten istifade ediyor.’
D vitamini alıyor, kemikleri gelişiyor.
Mutluluktan uçuyor artık yavrum!
Yüz üstü dönmesini yeni öğrendi...
Artık fıldır fıldır, tut tutabilirsen...
Her fırsatta dön dön kelebek...
Çıplak olmak da pek hoşuna gidiyor.
Beklenmedik anlarda gelen özgürlüğün tadını mı çıkartmaya başladı ne?
7 ila 10 arası içeri girmek yasak ya...
Kahvaltıyı da bahçeye taşıyoruz.
Neden daha önce bizim aklımıza gelmedi ki?
HER ÇOCUĞUN DOLMA PİŞİRMESİNİ BİLEN ANNESİ OLMALI
Öğle saatlerinde 3. kural konuluyor.
Bu bizi biraz zor durumda bırakıyor.
‘Siz bu evde 3 kadınsınız. İnoka, sen ve Gülşen Hanım. Hatta Alya’yı da dahil edersek 3 1/2 kadın...’
Anladım ‘teaser’ yapıyor, birazdan ağır bindirecek...
Nitekim yanılmıyorum:
‘3 1/2 kadına bir erkek ve buzdolabında bir tane bile zeytinyağlı yemek yok. Senin baban sofrada her gün iki tane zeytinyağlı yemek bulamazsa evi başıma yıkar! Bana sakın kadın-erkek eşitliği gibi şeyler söyleme, her erkek işten eve geldiğinde o gün pişmiş yemek bulmalı. Kadın çalışıyorsa da bunun sistemini kurmalı...’
Biraz utanıyorum, başımı öne eğiyorum.
Can alıcı cümle ardından geliyor:
‘Her çocuğun da dolma pişirmesini bilen annesi olmalı!’
İyice ezik, ‘Tamam’ diyorum öğreneceğim.
‘Öğlen birlikte yapalım da sen tarifini yaz...’
Annemin bu Dubai seferinden kazancım bir yemek defteri. Birinci sayfada kocaman harflerle ‘Dolma’ yazıyor. Sonra ‘Etli sarma.’ ‘Zeytinyağlılar’ ve ‘Barbunya’ diye ayrı bölümler var. Kolay yemekler bölümünde de ‘Kabak Çintmesi.’
Annem, kaşla göz arasında İnoka’ya da iki zeytinyağlı öğretiyor.
Ve bir ara da Gülşen Hanım’a ‘Siz kaç kilo zayıfladınız?’ diye soracak zamanı buluyor.
‘4 kilo’ cevabını alınca, ‘Aman Allah’ım!’ diye haykırıyor.
Adana’dan getirdiği portakal reçeline hamle yapıp, önüne dikiyor.
‘43 yaşında 43 kilo olunmaz! Belli bir yaştan sonra biraz kilo, ayıbı örter. Geri alın o kiloları... Hem 8 kilo 600 gr ağırlığındaki Alya’yı da başka türlü taşıyamazsınız...’
HADİ SRİ LANKA YEMEĞİ DENEYELİM
Buyrun size bir Mami kuralı daha.
‘Değişik tatlara açık olmalıymışız.’
Hem biz hem Alya.
‘Türkiye’de yaşasa sadece elma, armut, muz, portakal, hadi bilemedin kivi, ananas yiyecekmiş. Ama bu ülkede sonsuz sayıda egzotik meyve varmış, neden zamanı gelince hepsini denemesinmiş...’
Hay hay.
‘Peki, biz neden Sri Lanka yemeği denemeyecekmişiz, mesela yarın öğlen?’
Anlamadım!
Ben anlayıncaya kadar İnoka Sri Lanka yemeği yaptı.
Vay be.
Ananaslı körili tavuk ve şahane bir sebzeli çilav...
İnoka son derece gururlu, ‘İsterseniz haftada iki gün size çilav yaparım’ diyor.
Zaten annemin istediği de bu.
BİR ŞEYİ BU KADAR İÇTEN VE ÇOK İSTERSEN BAŞINA GELİR
Günün çeşitli saatlerinde uygulanacak kuralları koyduktan sonra yarım bıraktığımız dedikoduya kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Dedikodu mu yapıyoruz felsefe mi belli değil.
Aile arasında bir şey işte.
Diyor ki annem:
‘Uli (kız kardeşi), Ruth (yeğeni) kanser olunca, o kadar çok, ‘Keşke onun yerine ben olsaydım, keşke onun yerine ben olsaydım’ dedi ki sonunda oldu... Bir şeyi bu kadar içten ve bu kadar çok çağırırsan başına gelir...’
Annem, insanın ağzından çıkan her şeyin evrende bir yer teşkil ettiğine inanıyor.
O bana 60’ından sonra insanın hayatında nelerin, nasıl değişmeye başladığını anlatıyor.
‘İnsan 64’üne gelince önündeki zamanın arkasındaki zamandan daha az olduğunu iyice kavrıyor. Dolayısıyla filmi geriye sarıyor. Muhasebe yapmaya, bilanço çıkarmaya başlıyor: Neyi nasıl yaptım? Nerede doğru, nerede yanlış davrandım? Bir de ailesini daha sık düşünüyor. Çocukluğunu, gençliğini... Annesinin, babasının hatalarını daha net görüyor...’
Valla, onu bunu bilmem, benim annemle şahane felsefe yapılıyor.
Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile.
Ben ne isterim biliyor musunuz?
Telefon kordonu saçlı kızım Alya, büyüsün, biz hálá annemle felsefe yapıyor olalım...
O da bize ‘Siz artık iyice bunadınız!’ desin, bizimle dalga geçsin...
Gülelim...
Gülelim...
Gülelim...
HAMİŞ: Bunu yazmayı unuttum: O benim annem ama biz onunla aynı tür kıyafetler giyiyoruz. Yandan cepli kargo pantolonlar. Haki renkli. İkimiz de bayılıyoruz. Üzerine de siyah tişörtler çekiyoruz. Ve siyah lastik ayakkabılar giyiyoruz. Ona daha çok yakışıyor. Çünkü bu aralar benden daha zayıf. Aynı orkestranın elemanları gibi ortada dolanıyoruz. Bu da beni gururlandırıyor.