Paylaş
Cem Talu çekti.Ertuğrul Özkök ve Selçuk Yöntem çoktan arkadaş olmuş bile, CD bahane yani, sürekli şakalaşıp duruyorlar. Dahası, ikisi de geliri 6 Nokta Körler Derneği’ne gidecek ‘Arta Kalan Zamanda 2’ CD’sinden memnunlar.
İçlerine sinmiş yaptıkları iş. Bu iki beyefendiyi yakalayınca çenem açıldı, sordukça sordum. Selçuk Yöntem’de sadece CD’yle sınırlı kaldım, Ertuğrul Bey’de kendimi durduramadım, müzikle başlayıp biraz hayat, biraz aşk, biraz da siyaset konuştuk.Tabii ki hepsi buraya sığmadı.
Bu ikinci CD’yi niye yaptınız?
- Bu şarkıları 30 yıldır dinliyorum. Bıkmıyorum ve yalnız anlarımda bana çok iyi geliyor. İlk CD beğenilince, ikincisini de yaptım...
Bizimle neyi paylaşmak istediniz?
- Müziği. İnsanın dinlemekten bıkmadığı parçaları. Tabii bununla birlikte bir iç yolculuk duygusunu...
Yazıyla, müzik arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?
- Bu CD’nin ana teması, aşk ve inanç. Her insanın içinde bunların ikisi de var. Zaten, aşkla inancın birbiriyle çok iç içe olduğunu düşünüyorum. Aşk da bir tür inanç. Sevişme, bir tür ibadet...
Müziği çekip alsak hayatınızdan n’olur, yazıyı çekip alsak n’olur...
- Yazıyı çekip alsan hiçbir şey olmaz! Hatta belki rahatlatır, özgür bile kılar. Ama müziği çekip alırsan ne ben kalırım, ne de benden içeri olan her şey...
AKBÜK’TE PIE JESU DİNLEDİM
Akbük’teki evinizde en çok hangi parçaları dinliyordunuz?
- Hepsini! Zaten bu metinlerin çoğunu Akbük’te o evin bahçesinde yazdım. Önünde bir iskele vardı. Onu bir tür mabet gibi görüyordum. Özellikle dolunay geceleri orada kendi başıma Allah’a şükrediyordum. Sonra iskele yıkıldı. Mabetsiz kaldım ama içimdeki inanç daha da büyüdü. Özellikle Pie Jesu’yu çok dinledim. Bu CD, yaz geceleri insana çok iyi geliyor.
Bu şarkıları dinlerken siz ne hissediyorsunuz?
- Allah’ın verdiği bütün nimetleri! Aşkın heyecanını, güzel bir kadının bedenini, hiç eksilmeyen harikulade bir coşkuyu. Daha ne olsun?
Bu albümü aşkla mı yaptınız?
- Hem de çok büyük bir aşkla...
Bir kadın için mi?
- Aşkı hiçbir zaman, sadece bir kadına duyulan arzu ve ihtiyaç olarak görmedim. Ama sevdiğim, âşık olduğum kadın, tabii ki hayatımın merkezi. Tansu’yla evliliğim 40 yılı geçti. O artık zamanının çoğunu Urla’da geçiriyor. O yüzden hakkımızda “Boşanıyorlar!” diye dedikodu bile çıkarmışlar. Dalga geçiyoruz, “Evet boşanacağız ama kızımız Gülümsün’ün vesayeti konusunda anlaşamıyoruz!” diyoruz. Hayır, biz ayrılamayız. Çünkü hâlâ birbirimize âşığız, çok âşığız. “Canım 40 yılda aşk mı kalırmış?” diyenler olabilir. Bizimki gibi hem çok iç içe hem birbirine alan ve zaman bırakan bir aşksa pekâlâ olabiliyor, o insan vazgeçilmezleşiyor.
Müziklerde, metinlerde ağır bir hüzün var...
- Haklısın. Ama hüzün, bazı insanların temel gıdasıdır. Aşk ve inancın temelinde hüzün var.
Daha öncekiyle bu CD arasında ne fark var?
- Bu CD, hayatımın en yoğun dönemine ait. Genel yayın yönetmenliğinden ayrıldığım, kendime yeni bir yol çizdiğim dönem. Kendime ayırdığım zaman arttı. Çok seyahat ettim. Hem kendi içime, hem dünyanın arzına. O nedenle bu ikincisinde daha yoğun metinler oldu.
Kenan Işık ve Selçuk Yöntem isimlerini neye göre belirlediniz?
- Kenan Işık’ı Ercan Saatçi önerdi. Harika okudu. İkincisini farklı biri okusun istedim. Etrafıma danıştım. Hemen herkes Selçuk Yöntem dedi. Özellikle de kadınlar...
KADININ TAPINILACAK BEDENİ
‘Tek kişilik tarikat’la neyi kastediyorsunuz? Hayatta herkesin tek başına olduğunu mu kanıtlamak istiyorsunuz?
- Bir kadınla bir erkeğin aşk ilişkisini, hep inançla çok iç içe bir duygu olarak hissettim. Benim kadınla ilişkim böyle. Kadının bedenini tapınılacak bir şey olarak yaşıyorum. Sevişmek, bana ibadet gibi geliyor. Böyle olunca da kendimi, âşık olduğum kadınla tek kişilik bir tarikat olarak yaşıyorum. Bu ilişkide iki insan hem şeyh hem mürid olabiliyor...
“Aşk, hiçbir yerde huzur bulmayacak bir hicrettir” diyorsunuz...
- Hayatımın en mutlu anı, anları sevdiğim kadınla yaşadıklarım olunca, haliyle bunun tersi de geçerli. Aşk, huzursuz bir şeydir. CD’deki bir metinde anlattım. “Aşk, her gece uyanıp, kimsenin anlamayacağı bir ayrıntıya takmaktır. Her gün, yeniden hak etme duygusudur. Ben hayatım boyunca sevdiğim kadını kaybetme duygusuyla yaşadım. Çünkü o kadar hayranım. Aşkı o kadar abartılı ve kuvvetli yaşıyorum ki, sürekli bir yolculuktayım. Her gün hak etmeye uğraşıyorum...”
Biraz demode değil mi bu tarif ettiğiniz aşk duygusu?
- Evet, sanki başka bir yüzyıla, başka bir duygu imparatorluğuna aitmişim gibi yaşıyorum. Ama n’apayım ben böyleyim. Sevdiğim kadınla, her an her saniye bir Tennessee Williams elektriği ve gerginliğiyle yaşıyorum.
Bir kadını eve davet etmişsiniz, bu CD işe yarar mı? Onu baştan çıkarmak kolaylaşır mı? Yoksa şarap içerken uyuya mı kalır?
- Bu bir ‘eve kadın atma’ CD’si değil. Ama bir Cemal Süreya şiiri etkisi yapar mı dersen yapar!
Her şeyi hâlâ kadınlar sizi beğensin diye mi yapıyorsunuz?
- Hâlâ mı! Ne demek hâlâ? Yani bir bıçak alıp sırtıma saplasan daha iyiydi. Cevabım: Evet hâlâ! Hürriyet’in doktoru Gündüz Tezmen’e bu duygumun ne zaman biteceğini sordum. “Öldüğün zaman!” cevabını verdi...
Peki kadınlar sizi hâlâ beğeniyorlar mı?
- Sorunun muhatabı ben değilim. Sen Robert Redford’u bile “hâlâ” çekici bulmuştun. Bu da bana umut veriyor!
Hep konuşulmak mı istiyorsunuz? Hep ‘cazibe merkezi’ olmaya alışmışsınız ve bunu korumaya mı çalışıyorsunuz?
- Şu konuda anlaşalım: Yazdığımı okutmak için ilgi çekici hale getirmek istiyorum. Gazetecilik aynı zamanda bir pazarlama sanatıdır. Ben ürünümü iyi pazarlıyorum. Pazarlama kabiliyeti olmayanlar da kendi vasatlıklarına bahane uydurmak için beni, ‘cazibe merkezi’ olmakla eleştiriyor. E ne var bunda? İyi yazan her yazar bir ‘cazibe merkezi’dir. Yılmaz Özdil bir ‘cazibe merkezi’ değil mi? Ahmet Hakan yazılarını okutmak için az mı çaba harcıyor? Gözümü soldan sağa kaydırınca veya aşağıdan yukarı kaldırınca, kanal değiştirir gibi yazar değiştirmek çok kolay. Başparmak hareketine bile ihtiyaç yok. Elbette ‘cazibe merkezi’ olmaya uğraşacağım...
Ama sizi bazen ‘medya maymunu’ olmakla da suçluyorlar...
- ‘Medya şebeği’ de dediler! Ben de “Hayır, medya bonobosuyum” dedim. Bonoboları çok severim. Üremek için değil, zevk almak için sevişiyorlar. Yazı yazmak da şehvetli bir iştir. Maharet, yazarken de övülürken de dayak yerken de keyfini çıkarabilmek...
40 YAŞ KADININA NİYE TAKTIM
Ve gelelim 40 yaş kadınına... Niye taktınız bu meseleye bu kadar?
- Çevremde sevdiğim birçok kadın 40’larına geldi. Kızım 40 yaşında, olağanüstü güzel bir kadın. Tansu, 50’lerini çok güzel bir kadın olarak yaşadı, yaşıyor. Ben zaten var olan bir şeyi anlatıyorum. Bunu yaparken biraz da, 50-60 yaş erkeğini anlatıyorum. Hepimize demek istiyorum ki, “Bitmedi!” Eskiden kadınlar, 40’ı çok kritik ve hırpalayıcı duygularla geçiyordu. Şimdi dolu dolu yaşasınlar istiyorum. Aceleye gerek yok, arkasından gelen 50 yaş da harika. Çevremde 40 yaş kadınını seven erkek sayısı da durmadan artıyor.
40 yaş kadınına övgü mü?
- Hayır bütün kadınlara övgü!
Bir erkek için 70’e yaklaşmak nasıl bir şey?
- Bu soruya cevap vermek için henüz çok gencim! Gecen gün ölçtürdüm. Metabolizma yaşım 54... Söz, 16 yıl sonra sana bu sorunun cevabını vereceğim!
Selçuk Yöntem
Sesimi kendimden kıskanmaya başlayacağım!
Sesinizin bu kadar etkileyici olduğunu ne zaman fark ettiniz?
- Böyle söyleme, mahcup oluyorum! Ben fark etmedim, insanlar ettirdi... Ben de artık dalgamı geçiyorum, “Yalnızca ses mi? Sesimden başka etkileyici bir yanım yok mu yani!” diye. Valla, yakında sesimi kendimden kıskanmaya başlayacağım!
Komikmiş bu! CD hikâyesi nereden çıktı?
- Ertuğrul Özkök aradı bir gün...
Tanır mıydınız?
- Yok hayır, hiç tanışmamıştık. Ama tabii yıllardır herkes gibi ben de onu okurdum. Okurken de eleştirirdim. Birden, “Ben Ertuğrul Özkök” deyince şaşırdım ama üslubu, tarzı, samimiyeti hoşuma gitti.
Nelerini eleştirirdiniz?
- Onu tanıyınca sempatik buldum, sevdim. Şu an aklma gelmiyor! Gelse bile söylemem artık!
Ne dedi?
- “‘Arta Kalan Zamanda’ diye bir CD yaptım. İlkindeki metinleri Kenan Işık seslendirdi. İkinciyi de sizinle yapmak isterim. Ne dersiniz? Geliri de Altı Nokta Körler Derneği’ne gidecek...” Daha başka bir şey söylemesine fırsat vermeden, “Seve seve ne zaman isterseniz” dedim. Buluştuk, stüdyoya gittik, içkimizi koyduk. Ben yazıları okudum, o da dinledi. O yazılarda beni de yakalayan çok şey var. Bir de tabii duyguların, itirafların, yani sözün müzikle iç içe olması çok hoş. İkisi birleşince daha etkili oluyor. Sonra gerekli miks yapıldı. CD ortaya çıktı. İkimiz de çıkan sonuçtan memnunuz. Tabii sonra ahbap olduk, arkadaş olduk, onu eleştirdiğim yerleri yüzüne söyledim. Mesela “Neden gerekli yerlerde gerekli reaksiyonlar verilmedi?” dedim. O da bana anlattı...
Siz de bize anlatın...
- Yok anlatmam!
CD’deki parçaları sevdiniz mi?
- Enteresan, seçtiği parçalar ben de çok seviyorum. Ama hepsi değil, bilmediğim parçalar da vardı. Genel olarak hüzün var, keşkeler var, bir muhasebe var. Bu CD’yi dinleyenler iç dünyalarına yolculuk yapacak...
Bu CD’yle bir kadın tavlamak mümkün mü?
- (Kahkaha atıyor) Biliyordum böyle ani sorular geleceğini! Bilmem ki...
Sizin 40 yaş kadın takıntınız var mı?
- Yok hayır. ‘Öz’ anlamlı değilse, ‘biçim’ bir işe yaramaz. ‘Öz’ün de yaşı yok. 40’tır hâlâ hamdır mesela. Ama 30’dur ham değildir...
Özkök 20’liklerden, 30’luklardan medet umamayacağı için mi 40 yaş kadını diye tutturdu acaba?
- Bak aramız çok iyi, bozamazsın!
Dolandırmadan sorayım, içeri atılmaktan korkuyor musunuz?
- Kim korkmaz ki! Akıl almaz bir ihbar ve gammazlama kampanyası var. Gammazlığın psikolojisi ilginçtir. Terkibinin büyük kısmı hasetlik, kıskançlık ve gidenin yerine gelme ihtirasıdır. Dünyanın hiçbir yerinde “etik gammazcı” yoktur. Buna, bir de bu tür imzalı-imzasız ihbarcıların dediğini dinleyen özel yetkili savcılık ve mahkeme müessesesini eklersen, bu ülkede artık hiçbir gazetecinin on gün sonrası belli değildir! Ben 12 Eylül’de bile böyle bir hummalı bir gammazlık kültürü görmedim. Meğer aramızda ne “mallar” varmış! Ama ben gazeteci olarak, Türk basın tarihinin en sistemli, en organize en ihtiraslı gammazlama ve linç kampanyasında yaşaya yaşaya, tevekkül sahibi olmayı öğrendim…
Ya gerçek olursa…
- “Niye içeri atsınlar ki?” diyeceğim ama diyemiyorum. Atmaları için hukuki bir gerekçe olması gerekmiyor. Suça gerek yok, niyet yeterli! Atarlarsa n’olur? Öteki arkadaşları attıklarında, ne olduysa o. Hayatımızın bir bölümü içerde geçer ama şereftir. Hiç cezaevine girmedim. Yatmayan bilmez tabii. Silivri’deki arkadaşları ziyarete gittiğimde, o soğuk duvarları ciğerimde hissettim. Allah kimseyi düşürmesin. Ama içimde şöyle bir duygu da var. Allah bana bu yaşıma kadar olağanüstü bir hayat bahşetti. Yoksul bir mahallede doğdum, varlıklı bir mahallede yaşadım. Ama asıl zenginliğim yaşadıklarım oldu, dokunduklarım, seyrettiklerim. Eh Allah, bana bu kadar güzel bir hayat bahşettiğine göre, gerisini de bu harikulade hayatın zekatı olarak öderim! “Niye hapise gireceğim ki?” sorusunu sormuyorum. Girmem demiyorum. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, hiç tanımadığın biri, bir Word dosyasına adını koydu mu, onu bavulla götürüp servis edeceği bir de ulak buldu mu, buna amade bir de özel yetkili yargı sistemi. Tamamdır, her gazeteci, her an bir şey bekleyebilir. Tevekkülüm bundandır. Yoksa şunu yaptım bunu yaptım duygusundan değil…
EN HUZURLU OLDUĞUM AN KESİNLİKLE MESLEKİ BAŞARI DEĞİL
Sizin en huzurlu olduğunuz an, çok iyi bir haber yakaladığınız, şahane bir yazı yazdığınız ve herkesin “Ertuğrul, sen müthiş bir gazetecisin!” dediği an mı?
- Hayır asla…
Ne zaman peki?
- Ayşe, bütün bu CD’ler, bu Pazar yazıları, bu 40 yaş kadını yazıları ne için? Benim en mutlu anım, hayatımın merkezindeki bir an. Yani aşık olduğum kadınla yaşadığım bir an...
Nasıl bir an o…
- E onu da git Tansu’ya sor. O söylerse söyler. Bana düşmez…
İNSAN BÜTÜN DİNLERİN HOŞUNA GİDEN YANLARINI ALABİLİR
Bu CD’nin ana teması “inanç” ve “aşk” diyorsunuz. “İnanç” deyince neyi kastediyorsunuz? Müslüman olduğunuza göre İslam’ı mı?
- Tabii ki o var. Ama ben Jacques Attali’nin anlattığı ‘Lego din’ kavramını çok seviyorum. Yani insanın, bütün dinlerin hoşuna giden yanlarını alıp, ondan kendine ait bir lego inanç ve ibadet ortaya çıkarması. Budizmde, Taozimde ve Pagan inanışlarda bana çok iyi gelen özellikler var. Onlardan kendime ait ‘lego bir inanç’ yarattım.
Bu inanç, müzik ve metinlere nasıl yansıdı?
- Şöyle, mesela Hazreti İsa’ya yakarış olan Laudate Dominum gibi müzikler üzerine, yoğun İslami metinler yazdım. Anna Nebretko’nun söylediği o harika Pie Jesu’yu dinlerken içimde İslami bir heyecan vardı. Onu, Medine kapısında Hazreti Muhammed’i bekleyen kızlar korosunun müziği gibi dinledim ve yazdım.
KENDİNİ KORUMAYA KALKAN YAZAR, YAZISINI ÖLDÜRÜR
Her türlü saldırıya en açık gazetecilerden birisiniz. Neden kendinizi korumuyorsunuz?
- Korkan insan, gazetecilik yapmamalı. Gazetecilikte kendini korumak nedir anlamıyorum. Ben düşüncemi en açık, en basit ve en direkt şekilde yazıyorum. Kendimi saklamıyorum. Kıvırtmıyorum. Her cümlemin arkasına, onun tam tersi anlama gelecek bir sigorta cümlesi yerleştirmiyorum. Kendimi en kolay okunacak şekilde sunmaya çalışıyorum. Bir de söylemek istediğim şeyin adını koyuyorum. Başka türlü yazmak bana sıkıcı geliyor…
İyi de yaralanmaktan korkmaz mı insan, hedef olmaktan, lime lime doğranmaktan? Size bunu yapıyorlar. Siz de ellerine fırsat veriyorsunuz…
- Yazı yazmak, sado mazo bir ilişki. Evet, içinde “narsist” bir taraf var. Hepimiz, her gün insanların önüne çıkıyoruz. Erkek tavus kuşu gibi kuyruğumuzu açıp, etkilemeye çalışıyoruz. Gazetecilikte, davetin iki adresi var: Bir seni “sevenler” bir de “sevmeyenler.” Şurası bir gerçek: Çoğumuz, yazı yazarken makul insanlardan çok, tırmalamaya hazır okurlara hitap ediyoruz. Bu ticarette, alkış kadar, “Yuh!” sesi de, insanın kulağına hoş gelir. Görmüyor musun birçok köşe yazarı kendisine yollanan küfürleri köşelerinde yayınlıyor. Bu, mazoşist bir duygu değil de nedir?
KÖŞE YAZARLARININ BÜŞÜK ÇOĞUNLUĞU DAYAK YEMEKTEN ZEVK ALIR
Sizde de var mı bu duygu?
- Olmaz mı? Yok diyen yalan söylüyordur. Bir köşe yazarı bıkmış bir ifadeyle sana gelip, “Bana çok saldırıyorlar” diye şikayette bulunuyorsa, yüzündeki ifadeye daha dikkatle bak. Üzüntü ya da acı görmezsin aslında. Varsa da, bil ki başarılı bir maskedir. Köşe yazarlarının büyük çoğunluğu dayak yemekten zevk alır! Bir zamanlar Emin Çölaşan’ın evine gitmiştim. O sırada Özer Çiller’in televizyonu olarak bilinen BRT’yi seyrediyordu. Hep o kanal açıktı. Durmadan kendi aleyhindeki programları izliyordu…
Siz ne izliyorsunuz, size küfreden kanalları mı?
- Bak, işte orada ayrılıyoruz! Ben tartışma programlarını izlemiyorum. Bazen Yalçın Bayer arayıp, “Şu kanalda birisi senin için şunu diyor!” diye uyarıyor. Mümkün değil izlediğim filmden kopmuyorum. Bazı köşelerde de durmadan bana hakaretler ediliyormuş, ben görmüyorum. Böyle köşelere meraklı arkadaşlarım var, onlar yetiştiriyor. Ettikleri küfürleri özet olarak şifahi dinliyorum ama bir kulağımdan girip, öbüründen çıkıyor…
HER GÜN DÜNYANIN MERKEZİNDE BEN OLMAK İSTİYORUM!
Siz de Başbakan gibi gündem yaratmak için sürekli bir takım şeyler mi yapıyorsunuz…
- Başbakan konuşmasında müthiş bir liderlik dersi verdi. Özeti şuydu: “Ben lidersem, gündemi değiştiririm!” Bir yazar da, bir gazete de, eğer liderse, gündemi değiştirir. Değiştirme kabiliyeti vardır. Hürriyet, lider gazetedir. Gündemi değiştirir. Başbakanı dinlerken içimden onunla konuştum. “Yirmi yıl boyunca benim de Hürriyet’te yapmaya çalıştığım şey buydu…”
Bunu da başardınız…
- Allah bazısına para, bazısına yakışıklılık, güzellik, bazısına da Rod Stewart’ın “Some guys have all the luck” şarkısındaki gibi hem yakışıklılık, hem zenginlik, hem başarı hem de her şeyi verir! Bana bunların üstüne bir de, “gazetecilikte fark yaratma kabiliyeti” vermiş. Mütevazı bir cümle olmadı değil mi? Ne yapacaksın, Allah bunları verirken, vergisi olarak da biraz patavatsızlık, biraz kibir de vermiş! Neyse, hiç olmazsa bana verdiği kibir, mütevazı. Biz ne kibirler gördük…
İTİRAF EDEYİM Kİ İÇİMDE TATMİNSİZ BİR BONOBO OTURUYOR
Sağlıklısınız, fitsiniz, çok iyi görünüyorsunuz, dileğiniz gibi bir hayat yaşadığınızı söylüyorsunuz, ses getiren yazılar yazıyorsunuz. Ama yine de sanki yetmeyen, sizi kesmeyen bir şey var gibi. Ne eksik hayatınızda…
- İçimde tatminsiz mendebur bir “bonobo” oturuyor. Her gün dürtüyor beni. “Yürüüüü!” diyor. “Durmayalım düşeriz.” Kitap yazıyorum, yazılar yazıyorum, CD’ler çıkarıyorum, yetmiyor…
Yaşlanma fikriyle aranız nasıl?
- Bir problemim yok. Enerjim gayet iyi…
Kendinizde ne tür değişiklikler fark ediyorsunuz?
- Yaratıcılık duygum eskisinden daha iyi, mizah duygum da çok gelişti, her şeyi tiye alıyorum. Olumsuz şeyler de var tabii, daha çok konuşmaya başladım. Bazen kendim bile rahatsız oluyorum! Sonra, içkiye eskisine göre daha az tolere ediyorum. Galiba biraz da “mız mız” olmaya başladım…
Tahammül sınırınız?
- Bak, o konuda tam aksine gençleşiyorum. Ben dayak yedikçe daha tahammüllü oluyorum. Hakaret uğradıkça, medya akreplerine, engereklerine karşı daha “şerbetli” hale geliyorum!
BANA İFRİT OLANLARA İYİ BİR HABERİM VAR: ŞİBAM’A GİDECEĞİM
Bazen “Bana eyvallah!” deyip, çekip gitme duygusu olmuyor mu?
- Oluyor. İç dünyamda hayal kırıklıkları oluşuyor. Ama hep böyleydim. Bu aralar Yemen’de Şibam’a gitmek istiyorum, “Gitme!” diyorlar. Riskliymiş. Bu beni daha da çok cezbediyor. Karşımdaki haset korosuna iyi bir haberim var: Kimse beni caydıramaz, gideceğim!
Yeni yıl kararları aldınız mı?
- Bu yıl yeni insanlar tanımak, yeni komünlere girmek istiyorum. 1970’lerdeki komünal yaşamlar, yine kanıma girmeye başladı. Macera istiyorum. Kuyunun kenarına gidip, dibine bakmak istiyorum.
Özel hayatınızda pişmanlıklarınız var mı?
- Büyük hayal kırıklıklarım var. Büyük bozgunlarım var. Büyük kayıplarım var. Ama zerre kadar pişmanlığım yok!
Günden güne hangi duyguların içinizde arttığını hissediyorsunuz?
- Tevekkül.
Korku hisseder mi bir erkek yaş alınca…
- Evet, korku yaratıyor. Erkekliğine olan güvenin azalıyor. Libido düşüyor. Ama kadın arzusu asla ölmüyor, hatta artıyor!
Fotoğraflar: Cem Talu
Paylaş