Paylaş
Corpus (Latince vücut anlamına geliyor), Hande Özcan’ın yeni romanı. Doğan Kitap’tan çıktı. Buraya kadar her şey normal. Yetenekli, genç bir yazar, farklı, yaratıcı bir kitap yazdı.
Ama hayır!
Bu kadın sadece bir roman yazmakla kalmadı.
Gitti, romanın finalini bir de film olarak çekti, kitabının sonuna ekledi. 45 dakikalık film, arka kapakta yer alıyor.
Yönetmen kendisi, görüntü yönetmeni ‘Gönül Yarası’, ‘Arog’, ‘Takva’ ve ‘Güneşi Gördüm’ filmlerinden hatırlayacağınız Soykut Turan. Filmin müzikleri Orhan Şallıel’e, illüstrasyonlar ve kapak tasarımı da Huban Korman’a ait.
Kitabı okuyunca (yasak bir aşk romanı) üstüne bir de filmi izleyince de çarpıldım, uçtum, “Vayyy be, ne acayip beyinler var!” dedim.
Zaten Hande Özcan, çok çok yaratıcı bulduğum biriydi.
Ama ilk defa gördüğüm, karşılaştığım ‘roman artı film final’le onun kesinlikle ‘yeni çağın insanları’ndan biri olduğuna inandım. Kadın süper, kitap süper, film süper!
Hande Özcan’ı ayakta alkışlıyorum.
Onun ismini daha çooook duyacağız...
* ‘Corpus’ manyak bir roman. Son zamanlarda okuduğum en acayip şey. Bu romanı yazmak nereden esti?
- Yazmaya yaklaşık sekiz yıl önce başlamıştım, arada birkaç yıl hiç yazmadım, hayatımın dönüm noktasındaydım, hikâyeyle ters düştüm, sonra barıştık ve bir buçuk yıl kadar önce de bitti...
* Böyle bir hayalin mi vardı, hikâye mi geldi?
- Şimdi oturup, bir proje gibi tasarlayıp, “Adı Corpus olan bir roman yazayım, içinde de şunlar şunlar olsun” diye başlamadım yazmaya. Hikâyeler kendi kendini doğurur, zaman içinde oluşur, kıvama gelir; geldi de... Ama tetikleyici durumlar vardır elbet.
* Peki sonundaki film? İlk defa sonunda film olan bir roman duyuyorum, görüyorum. Bu nereden çıktı?
- Bunun bir ilk olduğunu ben de yeni öğrendim. Bilmiyordum. Yazı yazmak benim için gözlerimi kapatmak ve karanlıkta bir film seyretmeye başlamak gibi... Renklerini, ışığını gördüğüm, kokusunu duyduğum bir filmin içine girmek gibi... Ancak gözlerimi kapadığım zaman film gibi seyredebildiğim bir şey varsa yazabiliyorum. Bu kitabın son bölümüyse benim gerçekten film gibi seyretmek istediğim bir son. Ben kitabın filmini çekmedim. Bu, sadece son bölümle ilgili bir sürpriz, okuyucu için ters köşe bir durum. Sadece SON’un filmi, kitabın değil yanlış anlaşılmasın...
* Yazdıkların seni kesmedi de, orijinallik olsun diye değil yani...
- Orijinallik olsun diye bu kadar ağır bir işin altına girilmez. Bu para, bu emek verilmez. Bu giriştiğim iş, gerçekten deli işiymiş. Farklı duyulara aynı anda hitap eden şeyler üretmeyi, sanat biçimlerinin birbirinin içine karışmasını da bu yüzden çok seviyorum. Yazı, resimlerle sevişip müzikle çiftleşince öyle güzel ve melez çocuklar geliyor ki dünyaya...
BEN YENİ YÜZYIL İNSANI DEĞİLİM
* Peki korkmadın mı? Yazı başka, sinema başka. Üstelik filmler, insanı genellikle hayal kırıklığına uğratır...
- Doğru çünkü hiçbir görüntü, insanın hayalinde canlandırdığı gibi olamaz. Ama korkmadım çünkü ortaya ‘yönetmenlik’ iddiasıyla çıkmıyorum. Kitabı ben yazdığım için yönetme durumu da bana düştü sadece. Hayatımızda bu kadar kıymetli, ömrünü filmlere adamış insanlar varken, ben sadece “Estağfurullah” demek isterim yönetmenlik iddiasıyla ilgili. Ayrıca kimden korkuyoruz ki bu hayatta? Beğenilmemekten mi? Aşağılanmaktan mı? Hor görülmekten mi? Bu saydıklarımı her halükârda yapıyor insanlar. Eskiden, “Çocuklar çok acımasız. Okulda birbirlerine fena laflar ediyorlar, birbirleriyle alay ediyorlar” derdik. Artık büyüklerin de bir farkı kalmadı. Bir şey yapsan da kötüsün, yapmasan da. Dursan da dert, koşsan da. Ya bohem olup eve kapanacaksın ya da kulağında pamukla arka bahçende çay içip, sana iyi gelen şeyleri yapacaksın.
* Bence bu kitapta klasik yazarlığa bir meydan okuma, ‘nanik yapma’ var, ne dersin...
- Benim kimseyle derdim yok. Nanik yapmak mı? Asla. Kendim gibi bir şeyim. Kendi iç dünyamın gönüllü kurbanı. Turgut Uyar’ın şiirindeki gibi: “Hiçbirinizle dövüşemem/ Benim bir gizli bildiğim var/ Sizin alınız al inandım/ Morunuz mor inandım/ Ben tam kendime göre/ Ben tam dünyaya göre/ Ama sizin adınız ne/ Benim dengemi bozmayınız”
* Hangisi daha çok içine sindi, filmi mi,
kitap mı?
- Benim gibilerin içine hiçbir şey tam anlamıyla sinmez! Hep daha iyisi vardır çünkü.
* Neticede ikisini de sen yaptın, üretirken temel fark neydi?
- Hakimiyet. Yazarken, sözlere, zamana, dengesine kendin karar veriyorsun ve bu konuda antrenmanlısın. Oysa film, uçsuz bucaksız bilinmez bir denizdi benim için, kulaç atmaktan yoruldum. Ama bir şey itiraf edeyim mi? O denizin suyu tam da bana göreymiş, beni içine çekti.
* Yazarken mi, filmi çekerken mi daha çok acı çektin?
- Film tabii. Okulunu okumadığım bir üniversiteden mezun olmak, tez vermek gibiydi... Maddi, manevi... Özellikle post prodüksiyon aşamasında, her gün yeni bir havuz problemi... Ama ne çok şey öğrendiğimi tahmin bile edemezsin...
* “45 dakika uzun... Ya izlemezlerse?” endişesi geçti mi aklından?
- Evet uzun. Herkes uyardı beni. “Sakın ha yapma!” dediler. Yeni yüzyılda insanların konsantrasyonu, maksimum 10 dakikaymış. “Sakın uzatma!” dediler. Ama ben de zaten yeni yüzyıl insanı değilim. Kendim gibilere yaptım o filmi. İzlemek isteyen, gönlü olan, 1 saat 45 dakika da olsa izler. Ben izlerdim.
* Nasıl tepkiler alacağını düşünüyorsun? Ve bu ne kadar umurumda?
- Her türlü tepkiyi bekliyorum. Beğenen de olacaktır filmi, yerden yere vurup, “Bu kız kendini ne sanıyor!” diyen de. Beğenilmeme korkusu elbette hepimizde var ama bu, beğenilmeyeceksin diye üretmemeye kadar varmamalı.
* Yani sen herkese, “Böyle bir şey yaptım, yerse!” mi diyorsun?
- Herkese opsiyonel bir şey sunuyorum. “Bir kitap yazdım ama sonunu ancak filmi seyrederseniz öğreneceksiniz” demiyorum. Bu kitap 464 sayfa ve yazılı bir sonu var. Kitabı okuyup DVD’yi çöpe atmak isteyenlere de saygım sonsuz. Ama DVD’nin üzerine yazdığımız gibi ‘SON’u gözüyle de görmek isteyene bir de film alternatifi sundum. Hem de filmde, kitaptan öğrenemediğin bir gerçeği keşfetme imkanın var...
BEDEN BİR DOLAP GİBİDİR
* Film için parayı nereden buldun? Ben sevgilime iki minik şey çektim. Kendim değil tabii, yardım alarak üstelik birkaç dakikaydı, göçtüm. Sen 45 dakikalık filme kaç para harcadın? Sponsorun kimdi?
- Ah ah, yarama parmak basma! Sponsorum çılgın bir kız. Adı Hande Özcan. Haftanın en az üç gecesini ofiste geçirecek kadar çok çalışan deli bir tip... Kendime bir ev almak için biriktirdiğim paraları harcadım! Güzel olsun, kaliteden ödün vermeyeyim diye de çok hassas davrandım, kıymetli insanların profesyonelliğiyle kendi amatörlüğümü kapatmak istedim. Amatörlükten kastım, bu filmi tamamen çocuksu bir saflıkla yapmış olmam ve hiçbir bilgiye dayanmadan zihnimdeki şekli tarif etmem... Film sektöründen, özel bir proje olduğuna inanan birçok kişiden çok destek gördüm. Allah razı olsun hepsinden ancak yine de boyum için çok büyük bir rakama ulaştı toplam meblağ.
* Hayatta hep iddialı bir tip misin? Görüntü yönetmenin Soykut Turan. Girdim baktım tabii internete. Daha önce çektiği filmler ‘Gönül Yarası’, ‘AROG’, ‘Takva’, ‘Güneşi Gördüm’. Ben “Oha!” dedim. Ona ne dedin, nasıl ikna ettin?
- Bu filmi çekme hayalimi gerçekleştirmek için bir kahraman arıyordum. Kalpsiz olmayan, hassas ve kendi dünyası olan biri. Arkadaşım Sırma Bradley, bana Soykut’tan bahsetti. Ona ulaştım, 45 dakika telefonda konuştuk, zavallı adam tatildeydi. Kitabın bir kopyasını Bozcaada’ya yollattım, beş gün sonra beni aradı ve filmi çekeceğini söyledi. Ve o kadar büyük bir ustalık kattı ki... Bana sessizce ve kendi yöntemleriyle bu işi nasıl yapmam gerektiğini öğretti. Çok az konuşarak anlaştığım nadir insanlardan biri oldu.
* Peki ya insanlar, kitabı okumadan filmi seyrederlerse ne olacak?
- Bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Kitap onların, film onların.
* Neden bu kitabın her bölümü vücudun bir parçası?
- Kitapta diyor ki: “Hikâyeler bir bedenin İÇİNDE geçer, bir bedenin İÇİNDEN geçer...” Beden bir dolap gibidir, içinde saklıdır her şey. Büyüleyici buluyorum beden cumhuriyetini.
* Seni en çok etkileyen vücut parçası hangisi? Neden?
- Göz. Aldanmaya en müsait organ olduğu için. Ondan aslında hiçbir şey gizlenemediği için. Katman katman olduğu ve aslen ürkek olduğu için. İçinde küçülüp büyüyen bir bebek saklı olduğu için.
* Bir de filmin müziklerini orkestra şefi Orhan Şallıel yapmış. Onu bulmak nereden aklına geldi?
- Orhan da bu işe gönül verenlerden. Bana ve filme inananlardan. Çok profesyonel, dakik ve işine hakim. Film müziği yapmayı çok seviyor, ben de onun yaptığı müzikleri...
* Ne bekliyorsun bu kitaptan?
- Hikâyenin benden çıkmasını, hayata karışıp kendi yerini bulmasını...
* Şu anda kendini nasıl hissediyorsun?
- Tam bir lohusa gibi hissediyorum. Bugün senle röportaja beyaz bir gecelik, kafamda kırmızı bir kurdele ve kundakta sarılı bir kitapla gelmeyi düşünüyordum. “İşte doğdu sonunda” demeyi ve koltuğa uzanıp uzun bir süre kalkmamayı. Çok yoruldum. Çünkü... Kitap kısmı hadi neyse ama o film, filmin bitmesi, bakanlık belgesi, jeneriği derken tükendim ama gerçek doğum bu işte! Ertesi gün ayağa kalkıyorsun... Taptaze yeni bir gün...
* Romanda 70 tane uzuv çizimi var, Huban Korman tarafından çizilmiş. Kapak tasarımı da ona ait. İkiniz de organlara aynı şekilde mi bakıyorsunuz, yoksa kendini ona teslim mi ettin?
- Huban’la tanışma sebebimizdi Corpus bundan sekiz sene evvel. Bir süre hemfikir olamadık ancak sonraları, herkes kendi köşesinde sessiz kaldıktan sonra, o çizip getirdi hepsini, koydu önüme, “Bence budur!” dedi, ben de hepsini çok sevdim.
AŞK VARSA KURAL YOKTUR
* Senin kendini birine teslim edebilmen mümkün mü?
- Mümkün. Sevgisini ve tutkularını savunan cesur insanlara ve yetenekli kişilere teslim olurum. Seve seve.
* Romanda oğlunun kız arkadaşına aşık olan bir adam ve buna karşı koyamayan bir kız var. Sana hangi karakter daha yakın geliyor...
- Aşık olmaması gereken adama duyduğu ilgiye karşı koyamayan kız...
* Yaşadıkları sence yasak aşk mı? Neden?
- Dünya kurallarına göre yasak aşk. Ben, konu aşk olunca kural olmadığına inananlardanım. İçerisinde gerçek sevgi barındıran bir aşk sadece dünyevi boyutta yasak aşk olarak adlandırılır, aslen ‘yasak’ değildir bence.
* Filmin sonunda Boğaz’da görülen sarı saçlı kadın Sezen Aksu mu? Sezen senin için ne ifade ediyor?
- Hayır, o değil. Ama Sezen Aksu, hayatımdaki en önemli insanlarından. Ben Sezen Aksu kreşi mezunlarındanım ve onun varlığı olmak zorunda benim hikâyelerimde. O nedenle, filmimdeki sarışın kadın, evet temsili bir Sezen Aksu figürüdür. Bunu kendisine sürpriz olarak yaptım, haberi yok. Kitabı götürüp ona vermek ve filmi izletmek için can atıyorum. Bütün güzel hikâyelerin son sözünü en güzel o söyler ve son noktayı en güzel o koyar çünkü...
* Kimler rol aldı? Onları nasıl seçtin? Profesyonel oyuncular mı?
- Hiçbiri profesyonel değil. Masum vücut dilleri istedim. Leyla karakteri Dilara Sakpınar, Efe ise Berke Can Özcan. ‘123’ grubunun müzisyenleri her ikisi de. Özgecan karakteriyse çağdaş dansçı arkadaşım Bahar Temiz. Bir de sadece gözünü ve yer yer silüetini gördüğümüz gizli Yaman karakteri var, o da babam İrfan Özcan. Yakışıklı oğlumuz Ceku ve işveli kızımız Lokum’u da unutmamak lazım.
DUYGULARI TÖREN GİBİ YAŞIYORUM
* ‘Tören’ senin için ne ifade ediyor?
- Acının, neşenin, hüznün tadını olabildiğince çıkarmayı ve bütün duyguları ‘tören’ gibi yaşamayı seviyorum. Kendim de öyle biriyim. Osmanlı yemekleri gibi ağır ateşte uzun süre pişen, helmelenen, mideye gidene kadar bin bir tat cümbüşü yaratan tortulu lezzetleri seviyorum. ‘Fast food’ olayı benlik değil, dondurulmuş köftede lezzet bulamıyorum. Babaannemin köftesinde ağzıma gelen maydanozları hâlâ unutmuyorum.
* “Ağır lezzetler, ağır insanlar severim” ne demek...
- Ele gelen, hacmi olan, görünen, kalıbı olan, ağızda tarif etme isteği uyandıran tatları severim. Sabun köpüğü durumlar, yarı hamilelikler, uçan kaçan insanlar beni etkilemiyor.
* “O biraz ağır, size salata verelim ...” diyen garsonun kafasına neden bir şey fırlatmak istiyorsun?
- Çünkü işgüzar insanlardan gerçekten hoşlanmıyorum. Mesela ısrarla yönlendiren tavırlarından, senin tipine bakarak empati kurduğunu sanarak, sana ne yiyip içeceğini söyleme cüreti gösteren garsonlardan. Ben ne istediğini çok iyi bilen biriyim mesela. Yorum ve tavsiye alırım ancak kendi istediğim konusunda tercih kullanırım. Bana inatla, “Öğle saati risotto ağır olur şimdi, ben size dil balığı vereyim isterseniz” diyen garsonların olmamasını istiyorum bu dünyada.
* Film bir ‘tören’ mi anlatıyor, ‘acı töreni...’?
- Öyle de diyebiliriz. Yaşamın asıl gerçeği
olan zamanın, her türlü acıya rağmen akıp gittiğini, yeni sabahların geldiği, güneşin doğmamazlık etmediği... Taze doğan günün, her türlü acının üstünü örttüğünü, her şeyin unutulduğunu ama hiçbir şeyin
unutulmadığını...
* Bundan sonraki hayatın nasıl olacak sence? Film işlerine mi girmek istiyor musun?
- Profesyonel işlerim aynen olduğu gibi yürüyecek. Kendime bahçesi olan bir yer bulmak ve hayvanların arasında olmak istiyorum. Keşke film işlerine girmek için bir yol bulsam. Ama bilmediği işleri sahiplenen insanlardan olmak asla istemem, eğer becerebilirsem, yazan çizen ve film işleriyle uğraşan biri olmak istiyorum. İkinci bahar gibi bir dizi yapmak da ne güzel olurdu, o zamandan beri aynı tatta bir şey izlemedik...
* Şu anki duygularını bir ‘tören’e çevirseydin, nasıl bir tören olurdu?
- Kendi kendime 1 dakikalık saygı duruşu!
Paylaş