Paylaş
İncir ağacının altında uzuuuuun bir masa...
Maaile hepimiz oradayız, sevdiklerimizle, arkadaşlarımızla.
Aç kurtlar gibiyiz, her şeye saldırmak üzereyiz ama duruyoruz, önce önümüzde duran masaya, olağanüstü güzel bir resme bakar gibi bakıyoruz.
Ben reçellere aşık oluyorum.
Minicik kaselerde, rengarenk reçeller.
Mandalina, turunç, satsuma, patlıcan, incir, çilek, vişne, üzüm, limon.
Öl yani... O kadar güzeller...
Her biri, minik cam bir tabakta ya da seramikte...
O küçük rengarenk yuvarlaklar masanın her tarafında...
Hepsini tek tek denemek, damağımda hissetmek, ağzımın içinde iyice dolaştırmak istiyorum.
Gözlerim kapalı olacak ama...
Bir reçel bu kadar mı tahrik eder insanı?
Limon’unkiler eder!
Ya o peynirler?
Aman Allah’ım!
Üzüm taneleri eşliğindeler.
Bilumum çeşit peynir.
Ya o sıcacık ekmek, yani bazlama?
Yanında yoğurt, bal ve kaymak.
Çok tehlikeli ama bünye istiyor işte!
Bal-kaymak olayına girsem, bir de üzerine ceviz ilave etsem?
Tavana mı tırmanırım?
Ay şimdi gördüm zeytinyağımı!
Bahçedenmiş, kendileri yapıyor, şiir gibi, rengi bile insanın başını döndürüyor.
Şeytan diyor ki, “Al bütün ekmeği önüne, ban o zeytinyağının içine!”
Taze mis gibi domatesler, kütür kütür salatalıklar.
Ah o yeşillikler.
Veeee yumurta geldi...
Alya, kahvaltısını bitirdi, kazlara gitti...
Evet kazlar da var, kaz yavruları için toprağı oymuşlar, içine bir leğen koymuşlar, cup cup yavrular içine girip çıkıyor, Alya da mutluluktan ölüyor, birazdan o da leğene atlayacak.
Huzurlu bir köpek bir yerde devrilmiş yatıyor, kediler da ara ara kafalarını kaldırıyor.
Burası Huzur Cumhuriyeti.
Burası Limon.
Ben kahvaltı anlattım ama Bodrum Gümüşlük’teki bu mekan, daha çok gün batımıyla meşhur.
Ne zaman gelseniz, kapısında uzuuuun bir kuyruk.
Zannedersiniz ki Reina’ya geldiniz!
Pek çok köşe yazarı anlattı, Limon mutlaka yazılarında geçti.
Aslında denize uzak, bir tepenin yamacına kurulmuş öylesine bir yer, birbiriyle alakasız koltuklar, sandalyeler, masalar var...
Ama işte ambiyans, servis, yemekler ve daha bir sürü şey onu Limon yapıyor.
Ve güneş batmaya başlayınca, insanlar kriz geçiriyor, nefeslerini tutuyorlar, ellerine dürbün alıp izliyorlar.
Bir sürü yabancı seyahat dergisi, Limon’u yere göğe sığdıramıyor.
Ben de istedim ki bu hafta sakin takılalım...
Limon gibi...
Limon’un sırrını okuyalım, sahipleri Candan ve Rıza’yı yakından tanıyalım.
Ve bir gün çok istersek, hayatımızı değiştirme şansımızın olduğu gerçeğinin farkına varalım...
Pazartesiydi, istifa ettim
basit bir hayatı özlemiştim
İstanbul’u 15 yıl önce terk ettin. Hangi akla hizmet?
-Bir gün işimden, trafikten, İstanbul’un ışığından ve daha bir sürü şeyden çok sıkıldığımı fark ettim. “Hayat bu mudur? Böyle mi sürdüreceğim? Bu duygularla emekli mi olacağım?” soruları aklıma gelince de çok korktum. İyi hatırlıyorum bir hafta sonunu, tamamen yalnız geçirdim ve sadece düşündüm. Pazartesi günü istifa ettim ve yeni hayat planımı uygulamaya başladım.
Vayyyy. Süpermiş! Kaçış mıydı, yoksa “Gideyim bir süre Bodrum’da yaşayayım sonra bakarım” mı?
-Artık ne dersen de. O an içinde bulunduğum ruh hali, terk etme ya da kaçış. Bodrum, çok iyi bildiğim bir yer değildi. Gümüşlük’ü ise hiç bilmiyordum. İşin açıkçası, dönecek bir köyüm olsaydı, oraya gitmeyi tercih ederdim. İçimdeki ses, ayağımın toprağa basmasını söylüyordu. Ağaçları, yıldızları, güneşi, rüzgârı, havayı ve saatlerimi benim yöneteceğim basit bir hayatı özlemiştim.
Bir sürü insan bunu hissediyor da, o gücü bulamıyor. Sen nasıl buldun?
-Şimdi düşündüğümde, cesur bir karar olduğunu kabul ediyorum. İlkokulu henüz bitirmiş bir oğlum, ortak bir hayata başladığımız bir Rıza’m vardı. Ama böyle devam edersem, 10 yıl sonrasının karanlık olacağını çok net görebiliyordum. Sorunları sürdürmek ve kabul etmek yerine, çözmeyi seçtim. Bana güç veren buydu sanırım.
“Oğlumun hayatını kaydırırım!” filan demedin mi?
-İyi olacağından çok emindim. Aslında bir sürü kişiden duyuyorum: “Küçük bir yerde yaşamayı biz de çok istiyoruz ama çocukların eğitimi için fedakârlık yapmak zorundayız!” Hangi eğitimin, iyi eğitim olduğu çok tartışmalı. Bir çocuk başka ne isterdi ki? Ağaçlar arasında bol ışıklı, kedili-köpekli, trafiksiz, zamanın daha yavaş aktığı, bol hayvanlı, anneli bir hayat bekliyordu oğlumu. Öyle de oldu. İstanbul’da saatlerimiz bizim değildi. Akşam geç bir saatte, bazen uyuduktan sonra evde buluşabiliyorduk. Canbay büyüyüp gidiyordu, ben göremiyordum...
Yani kaymadı Canbay’ın hayatı!
-Tabii ki hayır! Burada, özel okul sınav stresinden, yıllarca süren üniversite hazırlık kurslarından, markadan, modadan, dayatılmış tüketim klişelerinden ve yıpratıcı rekabetten uzak, bağımsız ve korunarak büyüdü. Her şey tam arzu ettiğim gibi sakin, yavaş yavaş ve güzel güzel gelişti. Bodrum’da sıradan bir ortaokula gönderdik. Yürüyerek okuluna gitti. Okuldan çıktı denize girdi, balık tuttu, bisiklete bindi. Sonra Anadolu Lisesi açıldı Bodrum’da, kazandı, onu bitirdi. Üniversite kursuna gitmek istemedi. Bu arada müzik girmişti hayatına, oraya buraya vuruyor, sürekli ritim tutuyordu. “Bu çocuk, davul çalmak istiyor galiba” dedik, eski bir davul aldık ona. Günde 8 saat davul çalmaya başladı. Komşularımız da şahane çıktılar, hiç şikayet etmediler. Gece gündüz davul çaldı. Üniversite puanı da çok güzel geldi. Başka şansları da vardı ama o Bilgi Üniversitesi’den burs kazandı ve müzik bölümünü bitirdi.
Peki Bodrum’a ilk geldiğinizde, “İş olarak n’aparım?” demedin mi? Yılların dergicisisin...
-Demedim valla. Rıza zaten kendi iş hayatını sürdürdü. O benden daha farklı, o şehir insanı. Gitti geldi. Bazen her hafta. Ben bir süre durmak, fazla bir şey yapmamak, anneliğin keyfini hatırlamak istiyordum. Oğlumu okula gönderdim, okuldan aldım, yaşadığım yeri anlamaya çalıştım. Bölgede yetişen otları tanıdım. Yerli arkadaşlarım oldu, onlarla ot toplamaya gittim. İstediğim fazla bir şey değildi, saatlerim benim olsun, koşmadan, sade sakin. O kadar mutluydum ki, her sabah uyanıp pırıl pırıl bir dünyaya gözlerimi açmak, denizin sesini duymak, rüzgâr, renklerin parlaklığı, netliği. Hayat dediğin ne ki...
Parasız kalmaktan korkmadın mı?
-Bu soruyu, ilk kez İstanbul’dan beni görmeye gelen bir arkadaşım sordu: “Sende gelecek endişesi yok mu?” O an düşündüm, bilgi dağarcığımda böyle bir şey gerçekten yoktu. Ben kendi kendime şu cümleyi sık sık tekrarlarım: “Bize bir şey olmaz!” Zaten fazla bir beklentim yok, olanı olduğu gibi kabul etmeyi öğrendim...
Patron olmaya karar verdim
KENDİMİN PATRONU
Hayal şu muydu: Güneye gideyim küçük bir yer açayım...
-Alakası yok. Yola çıkarken, “Bundan böyle kendimin patronu olacağım” dedim ama ne yapacağımı bilmiyordum. Mandalin bahçeli evimizde, sabah kahvaltısıyla başlayan ve devam edip giden uzun sofralar kuruluyordu. Arkadaşlarımız sağ olsunlar bizi hiç yalnız bırakmadılar. Yemekler yendi, likörler kuruldu, pastalar, kekler yapıldı. Birlikte yedik, içtik, eğlendik. Yemek, mutfak ve misafir ağırlamak benim için en iyi rehabilitasyon. Yaptıklarımın beğenilmesi, bana başka bir kapı açtı. Karşıma, yemekle ilgili işler çıkmaya başladı. Köyün kilisesinde brunch yaptım, Gümüşlük’teki Pan Club sitesinde Fügen’le pastane açtık, Ayşegül’ün restoranında çalıştım. Kısa süreli ama iyi deneyimlerdi.
Peki ya Limon...
-Önceleri bir evdi bizim için. Mandalina bahçesindeki evimizde, ana rahmindeki huzur ve sessizlik içinde yaşarken, bir gün yüksekte olma ve denizi görme arzusu sardı içimi. Rıza’ya bu duygumu iki üç kez söyledim. Bir kış günü Rıza’yla gezerken, “Bana bak, işte senin bana tarif ettiğin yer burası!” diyerek Limon’u gösterdi. Bir-iki saat sonra evin sahibini bulmuş, anlaşmasını yapmıştık. Zaten bir yıldır boşmuş ve bizi bekliyormuş demek ki. İki yıl ev olarak yaşadık, arkadaşlarımızı ağırladık, yaz aylarında da ev pansiyonculuğu yaparak, evin masraflarını çıkarttık. İki yılın sonunda da artık hazırdım sanırım: Ve Limon doğdu!
Niye başka bir yer bu kadar tutmuyor da, Limon tuttu... Sırrı ne?
-Limon’un sırrını bilmiyorum ama galiba benim kendi sırrım, hedeflerimi yüksek tutmamak, acele etmemek, biraz da kendiliğinden gelişmesi için zaman tanımak. Ayrıntılar, sunum, servisteki samimiyet, iddiasız dekorasyon, mutfağın lezzet ve tazelik arayışı, çalışanların kendi aralarındaki neşe ve huzuru. Bütün bunlar etkili olmuş olabilir.
Müthiş bir başarı öyküsü olması seni etkilemiyor mu? Beni çok etkiliyor ve başka yaşam biçimleri de olabileceğine dair umut veriyor...
-Amacım, kendime bir işyeri açmak değildi. Ben kendime bir yaşam alanı oluşturdum. Tavanı yıldızlardan oluşan, çevresi ağaçlarla çevrili, içinde güzel insanların olduğu, ineklerin dolaştığı, tam karşıdan güneşin battığı bu mekanı insanlar çok beğendiler...
ORASI SAPA BİR YER TUTMAZ DEDİLER
BENDE SABİT FİKİR DURUMU VARDIR
KİMSEYİ DİNLEMEDİM
Bu arazide bir yer açmak istediğini söylediğinde, Gümüşlük ahalisinin tepkisi ne oldu?
-Yıllardır Gümüşlük’te restoran işleten bir arkadaşım, “Hiç deneme, burası zor bir yer, bir kere deniz kıyısı değil, biz deniz kıyısında bile zorlanıyoruz” dedi. Ruhsat alırken önce Jandarma onaylıyordu, o zamanki Jandarma komutanı, “Emin misiniz, orada iş olacağından?” diye beni uyardı. Belediye Başkan Yardımcısı Hüseyin Bey de imzayı atmadan önce, “Emeğinize, paranıza yazık olacak! Orası çok sapa, bir daha düşünün” dedi. Ama bende biraz sabit fikir durumu vardır. Uyarıların hiçbirini duymadım.
Burası bir illüzyon mu?
-Yok ya. Hayatın ta kendisi. Eğer, bir sihirbazlıktan söz edilecekse, yaptığımız sadece kimsenin ayak basmadığı, ilgilenmediği, yıllardır boş duran bir mekanı, sıcak, yaşayan bir yere dönüştürmek.
Ne zaman sanki siz hiç olmamışsınız gibi her şey normale dönüyor?
-Eylül sonuna doğru, gözlerimiz hep gökyüzünde oluyor. Yağmur bulutları toplanmaya başlayınca koltuklarımızı, kanepelerimizi topluyoruz. Limon yine küçücük bir köy evinden ibaret kalıyor. Herkes bir yere dağılıyor. Nisan gelince başlıyoruz çalışmaya, tekrar sağa sola yayılmaya. Kış ayında burada Limon’u bulamazsın. Güneş de batmak için diğer koya gidiyor.
Bütün bu masalar, sandalyeler, desenler, renkler, saksılar, ayrıntılar... Hepsi senin eserin mi?
-Prodüksüyon amiri benim diyelim istersen. Limon’da kullandığımız her türlü eşya, oradan buradan toparladığımız, kullanılmış, dönüştürülmüş, bir kısmı bize hediye edilmiş, bir kısmı evimizden, müşterilerimizin kendi kullandıkları ve sonrasında burada görmek istedikleri malzemelerden oluşuyor. Bir gün kapının önüne bırakılmış iki adet koltuk bulduk ve şu anda Limon’da severek kullanıyoruz. Örneğin, şurada duran eski iki koltuk, yerli komşumuz Nurten ve Ali’nin düğünlerinde alınan misafir odası takımından. Kanepe, Celep Ali’nin bahçesinde durup duruyordu. İstedim, verdi...
İnek de kadrolu mu? Onu nasıl ayarlıyorsunuz! “Gün batımına gel, bekliyoruz” mu diyorsunuz?
-İnanmayacaksın ama komşu ineklerin de gözü burada! Çardağımızı yemeyi çok seviyorlar, zar zor yetiştirdiğimiz çiçeklere de bayılıyorlar. Neyse ki sütlerinden, yoğurtlarından faydalanıyoruz, öyle bir anlaşmamız var!
Her yerde gün batıyor, neden millet sizinkine ölüp bitiyor?
-Çok haklısın ama burada güneş, her yerden farklı batıyor çünkü içinde biz varız!
Gümüşlük halkı kıymetinizi biliyor mu?
- Ben Gümüşlük ve halkının kıymetini biliyorum. Buranın halkı, sıcak, samimi, huzurlu ve medeni. Gümüşlük, turizm gelirine dayanan küçük bir belde. Limon da bu anlamda, gerek yerli, gerekse yabancı turistlerin ilgi odağı oldu. Pek çok yabancı gazete ve seyahat dergisinde yıllardır Limon’la ilgili övgü dolu haberler çıkıyor. Ama ne yazık ki, 8 yıl, iki dönem başkanlık yapan eski belediye başkanımız Limon’a uğrayıp, burada neler olup bittiğine, bir kez bile bakmadı...
Para kazanıyor musunuz? Yoksa hakkınızda şahane yazılar çıkıyor ama “tık” yok mu?
-Banka hesabımız, Limon’un şöhretiyle aynı oranda artmıyor ne yazık ki! Sonuçta üç ay iş yapan, kısa süre açık olan bir yeriz. Ama yaşadıklarım ve bana verilenler için, her gece yatağıma yattığımda teşekkür etmeyi unutmuyorum. Başlangıçta yeni kararıma kuşkuyla bakan sevgili eski patronum Duygu (Asena), beni son ziyaretinde “Seninle gurur duyuyorum, ne kadar iyi yapmışsın tercihinde” demişti. Bu cümle beni paradan daha fazla ilgilendiriyor.
RIZA KÜLEGEÇ
Avanak ve tutkulu bir adam olarak duygularımın peşinden gittim
Candan senin için ne ifade ediyor?
- Benim bütünlüğümü ifade ediyor. Her şeyimi...
Sabahları onu yanında uyuyor görünce ne hissediyorsun, içinden ne diyorsun?
- Kızgınlık hissediyorum. “Tanrım, o uyuyor, ben niye uyumuyorum!” diyorum.
Limon, siz ikiniz misiniz?
- Hayır, her şeyiyle Candan’a ait. Ben fasulyeden oyuncuyum.
Yıllar evvel sana “Hadi Bodrum’a yerleşelim” dediği zaman, hissettiğin korkuyu anlat?
- Valla aslında korkmadım. Çünkü İstanbul’da işler patlamıştı! O zamanın dergisi Hıbır, işletme zekası sıfır olan karikatürist arkadaşlarım tarafından batırılmak üzereydi. Bunu hissettiğim anda hemen Bodrum’a tüydüm ve İstanbul’a haftada bir kez gitmeye başladım. Korku dediğim şey, otobüs ve uçak korkusundan ibaret olmaya başladı. İşimi yapıp dönüyordum; aynı zamanda da Bodrum’da neler yapabilirim, diye bakıyordum. Gümüşlük’te tabela ressamı olarak varlığımı sürdürdüm!
Bir erkeğin aşık olduğu kadının peşinden gitmesi iyi bir şey miymiş?
- Avanak ve tutkulu bir erkek olarak duygularımın peşinden gitmek bana her zaman iyi geldi!
“Sizi bir yerden tanıyoruz” diyenlere ne cevap veriyorsun?
- “Artizim ben” diyorum. “Nerede oynuyorsunuz?” diye soruyorlar. “Karikatürlerde” diyorum.
Sen gerçekten bir karikatür müsün?
- Evet. O yüzden anlaşılmak bazen zor oluyor!
Oğuz Aral’ın Avni’yi senden esinlenip yarattığı doğru ?
- Gayet tabii. Herkes biraz avanaktır. Benim özelliğim ise avanaklığı ortaya çıkarabilmemdi. O da bunu kullandı.
Yıllarca mizah dergilerinde çalıştın, yaptığın iş neydi?
- Mizah dergisinde yapılabilecek her şeyi yaptım. Ofisboyluktan sekreterliğe kadar. Asıl işim kaligraflıktı.
Bir tür hattat mısın?
- Evet. Hat sanatının, karikatürde önemi büyüktür. İfadenin samimiyeti ve kolay okunması ona bağlıdır. Okuma alışkanlığı sağlar.
İnsan o kadar güzel yazı nasıl yazar? Kimden öğrenir? Nasıl öğrenir?
- Yazı yazmak sevgi, sabır ve disiplin meselesidir. Ben yazmayı ustam Oğuz Aral’dan öğrendim. “Arnavut, bundan sonra sen yazacaksın!” dedi, ben de yazdım. Emir demiri kesmiş, ofisboyluk bitmişti!
O yılları hangi duygularla hatırlıyorsun?
- 70’lerin başı, Sultanahmet, hippiler, 15-16 yaşlarında olmak, her şeye yeni ve şahane bir yerden başlamak...
Şimdi?
- Şanı ve şöhreti yakalamış bir insan olarak şükrediyorum!!
Neredeyse hepsi büyük şehir kaçağı
Özgür Talay (Servis)
İstanbul sonrası Limon’da çalışmayı şöyle anlatıyor: “Derin bir nefes, kocaman bir tebessüm!Fesleğenlerimizi yemesinler diye kovaladığımız inekler, rengarenk boyadığımız saksılar, güneşte beklettiğimiz likörler, binlerce yıldız, ateşböcekleri, Kral Yolu, dünyanın en güzel kahvaltısı, “Biraz daha Votka Limonata?”, fonda Leonard Cohen, günbatımı, gündoğumu...”
Can Koydemir (Servis)
Geçen yaz müşteri olarak geldiği Limon’da bu yıl serviste çalışıyor. Herkes arkasından, “Şu yakışıklı garsonun adı neydi?” diyor. Metalurji mühendisliği okuyor. Kızlar ona bayılıyor!
Ümran Baruter Aygün (Organizasyon)
O da İstanbul’dan göç edenlerden. Şehir hayatından sıkılmış. Limon’da ilk yazı. Limon’daki yaşamını “Hem tatil, hem hayat” olarak ifade ediyor.
Emel Çetin (Mutfak)
İleride İngilizce öğretmeni olacak. İki yıldır Limon’un mutfağında. En çok pastırmalı paçanga böreği sarmayı seviyor. Öyle bir yapıyor ki, parmaklarınızı yersiniz!
Tuğçe Alabaş (Servis)
İstanbul’da reklam ajanslarında çalıştı, reklam yazarlığı yaptı: “Çalıştığım ajans kapandıktan sonra tek isteğim ‘gitmek’ oldu. Bütün yaslandığım klişelerden kurtulmak, herkesi ve her şeyi geride bırakmak. İyi ki yapmışım! Limon’da kendime bir şans daha tanımışım.”
Semra Gültekin (Mutfak)
Özellikle zeytinyağlılar ona teslim. Limon onsuz, o da Limon’suz yapamıyor.
Gönül Arslan (Halkla ilişkiler)
Ankara Üniversitesi mezunu. Stuttgart, Londra, Ankara, İstanbul’dan sonra Bodrum’da, o da büyük şehir kaçağı!
Paylaş