Paylaş
Söylemesi kolay, yaşaması fevkalade zor.
Ama yanında iki şahane meleği vardı ki, onu hiç yalnız bırakmadı.
Biri kızı Nazlıcan, öbürü sevgilisi Duygu Dikmenoğlu.
İkisinin önünde saygıyla eğiliyorum.
Çünkü hepimiz gibi, ben de yıllar boyunca verdikleri mücadeleye tanığım.
İki harika kadın.
Biri 14 yaşındaydı, babasını ziyaret ediyor her hafta diye okuldan atıldı, başına gelmeyen kalmadı. Babası çıktığında karşısında birey olmuş 20 yaşında, genç bir kız buldu. Tüm bu altı yıl boyunca deli gibi uğraştı, babasının her şeyine koştu, fikren yanında durdu, ona güç verdi.
Duygu Dikmenoğlu da heykeli dikilecek kadındı.
Hani evli olursun, çoluğun çocuğun olur, anlarım, beklersin. Ama adamın çıkıp çıkmayacağı bile belli değildi. Duygu hiçbir duruşmayı kaçırmadı, en asil, en cesur, “Siz bizi yenemezsiniz!” duruşuyla hep oradaydı, fazla konuşmadı ama hep sevgilisine destek oldu.
‘Gerçek aşk’ diye onlarınkine derim ben.
Yakında evleneceklerini müjdeliyorlar, “Çocuk da yaparsınız” deyince, gülüyor Tuncay Özkan, “Umumi talep üzerine derhal!” diyor.
Önümüzdeki günlerde bu sayfada bir Duygu Dikmenoğlu röportajı da okursanız şaşırmayın...
Bundan böyle mutlu olmaları dileğiyle...
6 yıl sonra özgürsün. Nasıl hissediyorsun kendini?
-Nasıl mı hissediyorum? Tekrar ruhuma kavuştum. İçeri girerken ruhum dışarıda kalmıştı. Ben içeride sadece bir bedendim, şimdi altı yıl sonra tekrar bütünlendim.
Kapıdan çıkar çıkmaz, seni ölesiye seven iki kadına kavuştun...
-Evet. Özgürlük, sevdiklerine dokunabilmektir. O sıcaklığı hissedebilmektir. Nazlıcan ve Duygu ile kucaklaştığımda rengim bile değişti. İçeride sağlıksız bir beyaz olmuştum, yavaş yavaş normal rengime dönüyorum.
Şimdi farklı mı algılıyorsun her şeyi?
-Hem de nasıl. Havanın bir tadı var mesela, ben o tadı alıyorum. Parmaklarımın ucu, nasır kaplı gibiydi. Şimdi yeniden parmaklarımı hissediyorum. Hani baharda kuzuları çayıra çimene salarsın, ilk tepkileri havalara zıplamak olur ya, aynen o haldeyim. Altı yıl sonra sınırsızlık ve sonsuzluk duygusuna yeniden kavuştum. Benim boyu dokuz, eni beş adım olan bir dünyam vardı. Nazlıcan ve Duygu ile kucaklaştıktan sonra ileri adım attım ve “Aman Allahım” dedim, “Devam edebilirim. Yürümemi engelleyebilecek hiçbir şey yok!”
Toplumu yatıştırmak için bizi salıverdiler
En çok ne şaşırttı seni şehirde?
- Altı yılda her yer betonla kaplanmış. Yeşil alanlar yok olmuş. Zorlu’yu çok yadırgadım. Küçük Bebek Yokuşu’ndaki manolya ağacına koştum. “Ben geldim” dedim. Bir sıcaklık ve ısı hissettim. Sanki anladı geldiğimi. O aynı kalırken, binalardaki değişim beni dehşete düşürdü. Bir de insanların ne kadar umutsuz olduğunu fark ettim. Karşılaştığım herkes umutsuz, gergin, tahammülsüz...
Altı yıl önceki adamla, şimdiki adam arasında ne fark var?
-Altı yıl önce bir gün kanaldan çıkarken ateş ettiler, kurşunlar duvara saplandı. Ama ben bana ateş edildiğini bile fark etmedim. Şimdi yaprak kımıldasa, fark ediyorum. Altı yıl önceki Tuncay’ın iletişim sorunları da vardı, mum dibine ışık vermez derler ya, o haldeydim. Şimdi daha iyi iletişim kurmayı ve sanırım dinlemeyi öğrendim.
Ruhunun nereleri öldü?
-Herhalde çok yeri! Düşün ki, müzik yok, sinema yok, birçok şey yok. Kitaplarla ve kafamda kalan müzikle halletmeye çalıştığım bir süreç.
Hayatındaki o iki kadın olmasaydı...
-Kesinlikle ölürdüm. Sağ çıkamazdım!
İnsan hücrede nasıl delirmiyor?
-Umudun ve aşkın varsa, dayanabiliyorsun. Yoksa sabah kalkıyorsun ve ayağını bastığın su, insan pisliği. Ama diyorsun ki, “Benim yaşamam gerek. Kızım için, aşkım için yaşamalıyım.” Tuncay’ın kendisine kalsa o dayanmayacak, çünkü katlanılası bir şey değil. Yaşamak esas ama inan, her şeyin karşılığı değil. Onursuzca, aşağılık işkenceler ve insan pisliği içinde, bir amacın, bir hedefin, bir aşkın, bir umudun yoksa niye yaşayacaksın?
Peki çıkmayı bekliyor muydun?
-13.Ağır Ceza Mahkemesi bizim çıkmamızı engellemek için her şeyi yaptı, Meclis’i bile hiçe saydı.
Ona rağmen nasıl çıktınız?
-Türkiye öyle bir noktaya geldi ki insanların vicdanındaki yaranın durdurulması için bizim dışarı çıkmamız şart oldu. Türkiye’yi başka türlü sakinleştiremezlerdi. Toplumu yatıştırmak için bizi salıverdiler. Sadece oy değil yani. Başka çareleri yoktu. Çıkınca da koyu bir mutsuzluk ve intikam hissiyle karşılaştım. Benim içeride duymadığım intikam hissini, toplumun hissettiğini fark ettim.
Duygu 17 gün hücremin önünde klakson çaldı
Duygu’yla nasıl bu kadar sağlam temeller üzerine bir aşk kurabildiniz?
-Çok samimiyet, çok güven, çok inanç ve çok büyük bir sevgi. Bizimki asla, “Duygu çok güzel bir kadın, ben onu elde edeyim” türünden bir şey değildi. Bir kadın da bunu hissediyor galiba...
İyi de dile kolay, altı yıl ayrı kaldınız. Fiilen yoktun yanında. Korkmadın mı, bu süre içinde biriyle tanışırsa?
-Aklımdan bile geçmedi.
Kimse kızamazdı da “Başkasını âşık oldum, devam ettiremiyorum bu ilişkiyi” deseydi...
-O zaman sana bir sır vereyim: Ben içeri alındım. Ama tam altı ay boyunca Duygu’yla hiç konuşmadım. Aklımca ona izin verdim. Ayrılmak istiyorsa ayrılsın diye. Fakat o sırada Duygu, Metris Cezaevi’nin önünde arabayla turluyormuş, Silivri’ye nakledilince de aynı şey oldu. Benden vazgeçmedi yani! Sonunda öyle bir noktaya geldi ki, artık işkenceye, zulme girmeye başladı, o zaman telefon açtım...
Sen özellikle onunla konuşmuyorsun...
-Tabii, tabii. O ise sürekli yazıyor, haber yolluyor. Sürekli kapıda. Ben ise o sırada hücredeyim. 17 gün boyunca dışarıdan ‘dat dat dat’ korna sesleri geliyor. Dikenli, telle kaplı tecritteyken duyuyorum bu sesleri. “Bu korna sesi nedir?” dedim. Dediler ki “Duygu!” E nasıl vazgeçersin böyle bir kadından! Altı ay sonra ilk kez sesini duydum. “Neredesin sen?” dedi. “Hapiste” dedim. Tekrar, kaldığımız yerden devam ettik. Böyle bir şey bizim aşkımız. Çok sağlam. Çünkü Duygu’nun yüreği ve aklı çok sağlam. O, son nefesimi verinceye kadarki aşkım...
Tabii ki evleneceğiz
Planlarınız neler? Düğün-müğün? Kızı alıp uzaklara kaçacak mısın?
-Gideceğiz, gideceğiz! Düğüne gelince, eşim o zaten. Karı koca olgusu neyse, biz oyuz...
Cezaevinde mi evlendiniz?
-Hayır. Mahkemede sordular. “Eşim” dedim. Ona da sordular, o da “Eşim” dedi.
Ama aslında resmi olarak evli değilsiniz...
-Değiliz. Belediye nikâh memurunun imzası olmadan da insanlar birlikteliklerini kutsal hale getirebilirler.
Evlenecek misiniz peki?
-Tabii ki evleneceğiz! Derhal!
Var mı sürprizler, planlar?
-Bir yıllık mutluluk kalkınma planımız var. Beş yıllık ve Allah uzun ömür versin, hayat boyunca yapacağımız şeyler de var. Her gün soruyorum: “Yaşadığımız bu 24 saatten mutluluk duydun mu?”
Hemen çocuk yapacağız
Peki çocuk? Bir çocuk daha yapmayacak mısın?
-Bunu, bir umumi talep olarak kabul ediyorum. Hemen efendim. Memnuniyetle!
Nazlıcan: Pardon ama benim yapma zamanım değil mi?
İkiniz de yapabilirsiniz, çocuklarınız beraber büyürler...
-Bak işte bu şahane bir formül! Doğru, beraber büyürler!
Peki siyaset yapacak mısın?
-Onu da yapacağım tabii. Böyle bir saçmalığa Türkiye teslim edilebilir mi? Bu sevgisizlikle, bu ahlaksızlıkla, bu alçaklıkla başka türlü nasıl mücadele edilir?
Savcıya, “Suçumu söyleyin!” diye bağırınca, “En iyi kendisi bilir!” demiş.
-Evet. Bu şu demek: “Saçmalama, otur oturduğun yerde. Bu vereceğimiz cezayı kabul et, sesini çıkartma! Ben de onlara şunu söyledim: “Bana Ergenekoncu demeyin. Terörist demeyin. Muhalifsin, seni idam edeceğiz deyin. Eğer sizi zahmete sokarsam, namerdim. Kendi sehpamı kendim tekmelerim!” Duruşma tutanaklarında var bu. Ama öyle bir mertlik asla göstermediler.
HUKUK YOK
“Yarın bile bizi alabilirler.Yarın, mahkemeye itiraz eden üst mahkeme der ki, ‘Tutukluyorum’ herkes yine içeri girer. Çünkü hukuk yok. Bu adalet sağlanmadan da bu ülkede güven içinde yaşamak mümkün değil...”
Aldığım her nefesin yarısı Duygu’nun!
Bu sabah nasıl uyandın?
-Üç gündür hiç uyumadım ki. Durup durup Duygu’yu seyrediyorum. Yüzüne, daha önce fark etmediğim çizgilerine, tekrar tekrar bakıyorum. Okşuyorum, seviyorum. Aynı şekilde kızımı da...
Hayatındaki iki kadın da seni yanıltmadı. İkisi de muazzam sağlam çıktı. Hangisine karşı daha fazla suçluluk hissediyorsun?
-İkisine de. Duygu ve Nazlıcan’a, bütün hayatım boyunca ödeyemeyeceğim kadar borçluyum.
Onların hayatından istemeden altı yıl aldın...
-Tam da bu yüzden, onlara, kaybettikleri her saniyeyi geri ödemek istiyorum. İnan Nazlıcan altı yıl boyunca içinden geldiği gibi kahkaha atamamıştır. Duygu da öyle. Şimdi bir baba, bir sevgili ve koca olarak her saniyemi onlara vermek, mutlu etmek istiyorum.
‘Hapiste olma sanatı’ nasıl bir oyunculuk gerektiriyor? Kimin rolü daha zor, içeridekilerin mi, dışarıdakilerin mi?
-Dışarıdakilerin.
Sen anlıyor muydun peki, bir şey anlatıyorlar ama tıraş aslında, altında başka bir şey var...
-Elbette. Anlattıklarına değil, anlatmadıklarına bakacaksın. Göz, ses, bakış. Hafif bir kayış. “Biz çok iyiyiz” kayışı. O ‘çok iyiyiz’deki sesin altına saklanan hüzün. Hep gözün kenarında duran o gözyaşı. Dudaklarında bir gülücükle senin karşında durur ama aslında içi ağlar.
Eskiden de tüm bunları görebilen bir adam mıydın?
-Görüyordum. Ama bu kadar değil. Cezaevi çok öğretiyor. Bazı özel işaretler, bakışlar, mimikler de geliştirmeye başlıyorsun. Kendi aranızda bir dil oluşuyor. Çünkü “Seni seviyorum” diyeceksin, “Seni se” derken telefon kapanır. Bir daha da asla açılmaz. Yüreğinde bunlarla tekrar hücrene gidersin. Hayatta kalabilmek için, korkunç bir istek ve iradeyle yeniden enerji üretmen gerekir.
Böyle bir tecrübe ilişkileri yakınlaştırıyor mu?
-Her zaman değil. Bazen de parçalıyor, koparıyor. Ama ben çok inatçı bir adamım. Günde insan beş mektup yazar mı? Ben yazıyordum. Beş tane Nazlıcan’a, beş tane Duygu’ya. Dün baktık, üç kocaman bavul mektup yazmışım Duygu’ya, tıka basa dolu, inanılır gibi değil. Yazmışım, yazmışım, yazmışım. Onunla aramızdaki aşktan da öte bir şey. Ben ‘solukdaşım’ diyorum Duygu’ya. Aldığım her nefesin yarısı onun...
İki akıllı kadın
İki kadın arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsun?
-İkisi de çok akıllı. Onlar kuruyor. Olabildiğince zamanı, sevgiyi, her şeyi yerli yerine oturtmaya çalışıyorum.
Kıskançlık olmuyor mu hiç?
-Birbirlerine saygılılar. Bazen çatışmayı, hafif sıyrıklarla atlattığımız oluyor. Ama dediğim gibi, akıllı oldukları için zorlukları onlar çözüyor. Birini bir yanıma alıyorum, diğerini diğer yanıma. Zaten ikisi de mağduriyetimi kabul ediyor. İkisi de bana torpil yapıyor.
Nazlıcan, annesinin eseri
Bugünkü güzel Nazlıcan’a bakıp bana dönüyorlar. Yanlış! Aslan gibi arkasında duran bir annesi var. Hep söylüyorum yüzde 99 anne, sadece yüzde bir benim. Belki benim acılarım da onu şekillendirmiştir ama Nazlıcan’ın ayakta kalmasını sağlayan ve kişiliğini ortaya çıkaran annesi Arzu’dur.
NAZLICAN ÖZKAN
Güldük ve sımsıkı sarıldık
Baban kanlı canlı karşında, ne hissediyorsun?
-İnanılmaz mutluyum. Ama aynı zamanda şoktayım. Bir de sarhoş gibiyim. Ve şaşkın bir astronot gibiyim. Sanki yer- çekimi yok, sanki uçuyorum. Aslında harpten evladı gelmiş gibiyim. Anladın sen beni, karışık duygular içindeyim!
O, sana karşı suçluluk hissediyor...
-Yok ya, onun acıya daha fazla vereceği bir şey yok, mutluluktan alacağı var. Kimseye bir borcu yok. Bizim için ödedi zaten bütün bedelleri. En büyük acıyı o çekti. Biz dışarıdaydık ve kafamıza lağım damlamıyordu. O yüzden çok mutlu olsun istiyorum. Her gün, telefonuna yüzünü güldürecek şeyler yolluyorum. Saat başı komik kediler filan. Aslında sadece o değil, ben de tahliye edilmiş gibiyim! Ben de nihayet özgürlüğüme kavuştum!
Onu paylaşamama durumu oluyor mu?
-Hayır, babam öyle bir şeye izin verecek biri değil. Yoldaşız sonuçta. Ona altı senedir destek veren herkes çok değerli benim için ve asla saygısızlık etmem.
Birlikte yaşama hayalin yoktur tabii, sen de kocaman kız oldun...
-Valla, baba-kız aşkı geçmiyor. Saçımı koklaya koklaya uyumasını istiyorum tabii. Ama şimdilik ona zaman veriyorum, daha beş gün olmuş çıkalı. Biraz kendine gelsin.
Sen bütün kafandakileri anlatacak vakit bulamadın değil mi?
-Hayır ama biz, bakışa bakışa anlaşmayı o kadar iyi öğrendik ki! Babam çıkmadan 10 gün önce çok üzgündüm. “Aramızda indirmek istediğim camlar ve çerçeveler var, onu çok özledim” diye yazmıştım Twitter’a. Hiç de beklemiyordum çıkacağını. Bir günde hapse tıktılar, yıllarca süründürdüler, çeşitli işkenceler yaptılar. Bir günde de çıktı. Çıkınca birinci cümlem “Hoş geldin!”oldu. İkinci cümlem, “Neden çıktın?” “Geri mi döneyim?” dedi. Komiktir de benim babam. Güldük ve sımsıkı sarıldık..
Fotoğraf:Emre YUNUSOĞLU
Paylaş