Ama öyle hemen sabah başlayıp akşam bitirilecek bir kitap değil. Güzel bir dağa tırmanır gibi, yavaş çıkıp hızlı iniyorsun. Ve gerçekten şairinin romanı. Murathan Mungan’in şiirinin müziğini neredeyse kitabın her satırında duyuyorsun, onun kelimelerini ne kadar özlediğini fark ediyorsun. Kitabın altını çize çize helak oluyorsun. Sorguladığı kavramlara hayran oluyorsun. Yüzeyselliğin, tek düzeliğin tavan yaptığı bir dünyada bambaşka bir çiçek açıyor hayatınızda. Ve üstelik okunduktan sonra hemen bir kütüphane rafına kaldırılacak bir kitap değil, her aklınıza düştüğünde, ‘kelimelerin efendisi’nin kelimelerine dokunmak isteyeceksiniz. Size kitabı anlatmıyorum, alın okuyun, zaten bu röportaj da birkaç gün devam edecek?Nerelerdeydi
Murathan MunganN’apıyordunuz? Nerelerdeydiniz? Sesiniz soluğunuz çıkmıyordu. İçinize mi kapanmıştınız?- Zalim bir dünyada ve zalim bir ülkede yaşıyoruz. Kendimi korumak istedim. Ama sessizliğimin kişisel nedenleri de vardı. Kedimi kaybettim. Kanser oldu. Bir gözünü aldılar, kurtuldu. Ama altı ay sonra nüksetti. Hastalığında ondan rica ettim: “Pişo, seninle son bir yılbaşı geçirmek istiyorum” diye. Ve 31 Aralık gecesi birlikteydik, pencereyi açtım, dolunay vardı, dolunayla konuştum. Ertesi gece öldü. Bana fazladan bir gün hediye etti. O zaman diyorsun ki, kainatta gerçekten görünmeyen bağlar var...
Sizi çok hırpalayan bir süreç olmalı. Nereye gömdünüz?- Yeni aldığım evin bahçesine. Artık hep onunla yaşayacağım.
Pişo’dan sonra yeni bir kedi almayı düşündünüz mü? Kimileri ihanet gibi algılar, kimileri de iyi geldiğini söyler?- Ben ihanet ya da sadakat olarak bakmıyorum ama insan, yasını tutmayı bilmeli. Ayrılığı taşımak, insanların asaletlerini en zor korudukları alanlardan biri. Özellikle aşk ilişkilerinden sonra. O ayrılığı taşımayı bilemezler, bulaştırırlar. Önce yaşadıkları aşka, sonra etraflarındaki insanlara. Ve birden o ayrılık, sümüklü bir şey haline gelir.
Yasınız devam ediyor mu?- Bazı kederler ömre yayılır. Kendimi yeni bir kediye hazır hissetmiyorum. Hazır olmak önemlidir. Bir de benim kafamda hep ‘kainat bağları’ kavramı var. Bir gün öyle bir şey olacak ki, yeni bir kedi gelip beni bulacak, zamanı gelince, içim hazır olunca. Ama ben ısmarlamıyorum. Tıpkı aşk gibi, “Aşık olmam gerekiyor” denmez, aşk ısmarlanmaz. Hem ne demişim? “Aşk Tesadüfleri Sever...”
O filmin adı da size ait değil mi?- Evet.
Peki, kişisel sebepler dışında...- Elinde tuttuğun romanı bitiriyordum. Edebiyatçının hem yalnızlığa ihtiyacı vardır hem de kapanmaya. Bir de burası öyle bir ülke ki, ağzından çıkan bir söz, kirli bir mecrada, iki gün sonra, senin bile tanımayacağın hale geliyor. At iziyle, it izinin birbirine karıştığı, herkesin kanaat önderi olduğu bir dönem. Oysa ben, eski zaman sanatı yapıyorum. Edebiyat 19. yüzyıl sanatı. Ama günümüzün hızında, sabah pişirdiğini, öğlen servis etmeni bekliyorlar senden. Bu geri çekilmeye ihtiyacım vardı, bünyemin de vardı. Eskiden, dükkanların camlarına, “Vasıflı elaman aranıyor” diye yazarlardı, şimdi sadece “Eleman aranıyor.” Vasfın, nitelikli insanın kıymeti kalmadı. İnsanlar, zaten sahip olmaları gereken özelliklerden ötürü övgü alıyorlar. Bir spikeri, dediği anlaşılıyor diye övüyorlar, bir politikacıyı hırsız değil diye. Bu karmaşa içerisinden sözümüzü, selametimizi, aklımızı korumanız için, zaman zaman hepinizin içimize kapanmamız ve şöyle bir durmamız gerekir.
İyi de hiç kendinizi geride kalmış hissetmediniz mi? Twitter’da, orada burada, hakkınızda yorumlar yapılıyor?- Geçenlerde bir yayın yönetmeni, “Murathan’ın şiirlerini, öykülerini, oyunlarını filan biliyoruz. Ama en büyük başarısı hiçbir şey yapmadan bütün düşmanlarını gömmeyi bilmesidir!” dedi. Hoşuma gitti. Haklı, çünkü ben zamanı seyrediyorum. Bir yaştan sonra da insana şu duygu geliyor, her şeyi tutumlu kullanmak. Zamanı da?
Hayırdır, yoksa yaşlanıyor musunuz!- Yaş alıyorum deyip anlaşalım?
Hayatınızın başka bir döneminde misiniz artık? Nedir sakinleştiniz mi, duruldunuz mu?- Ben Türkiye’de çok az insanın başardığı bir şeyi beceriyorum: İtibarımı yönetiyorum. Bu kıymetli bir şey. Adımın ve soyadımın selameti için yaşıyorum. Yaşadığımız çağ, herkesi öfkeli olmaya, neredeyse saldırganlığa ve kapışmaya itiyor. Televizyon kanallarını açıyorsun, bir sürü medya meczubu görüyorsun. Neredeyse sabahleyin bir kanalda kahvaltı yapıp, öbür kanalda öğle yemeği yiyip, diğer kanalda uyuyorlar. Artık bunlar derin gözlem bile değil, herkesin bildiği şey. İşte o yüzden geri çekildim ve ‘Şairin Romanı’nı bitirdim.
Yine yaptığınız yapacağınızı. ‘Şairin Romanı’ diye müthiş bir roman yazdınız. Türü nedir?- Tanımlaması zor. Fantezi roman diyelim. Bu kitapta, Kızılderili kültüründen, Selçuklu kültüründen, Alevi kültüründen, İslam kültüründen, Hıristiyanlıktan parçalar var. Tüm bunları ancak başka bir gezegen tahayüllünde aynı kaba koyarak karıştırabilirdim.
İnsan bir şeyi 15 yılda nasıl yazar, delirmez mi?- Zaten belki de delirdiği için bunu yapıyordur.
582 sayfa ama aksiyon filmi gibi, cırt diye okunmuyor ama insan elinden bırakamıyor?- Evet bir dağ gibi, yavaş yavaş çıkıyorsun ve birden bire iniyorsun. Yavaşlık, hız, doğu felsefeleri, yolculuk, kimlik değiştirme, bir esrarın peşine düşme. İçinde bugüne kadar geçtiğim bütün yerlerden, yurtlardan esintiler, izler taşıyan bir roman?
Yazdığınız romanların kraliçesi gibi mi hissediyorsunuz?- Her zaman son aşık, en iyisi değil midir? İnsan bir roman yazarken, ne okumak istediğini de yazıyor aslında.
Peki siz ne bekliyorsunuz bir romancıdan?
- Çok basit bir şey: Bana öyle bir atmosfer kursun ki, söylediği her şeye inanayım. Bana öyle bir dille anlatsın ki, ben o dili özleyeyim ve yeniden sesini duymak için, o kitaba döneyim. İyi bir romandan aklımda hayatımın sonuna kadar unutamayacağım en az üç sahne kalmalı. Sadece dil atraksiyonu ya da edebiyatçının kültürel performansıyla yazılan kitaplar var. Ama ben Amerika’da ya da Avrupa’da yazılan bir edebiyatın Türkiye şubesi değilim. Ben kendimi kendi temalarımla inşa ediyorum.
Kitaptaki karakterler inanılmaz canlıydı. Sanki karşımdaydılar, hâlâ sokaklarda rastlayacağım gibi geliyor onlara?- İyi bir romandan insana güçlü karakterler kalır. Sonra hayatımızda biriyle tanışırız, “Aaa ne kadar da o romandaki kadına, adama benziyor” deriz.
YAŞLILIĞA ÖVGÜ
Karakterlerin bu kadar yaşlı (120, 130) olmasının özel bir sebebi var mı?- Bilinçli olarak yapmadım ama bu romanda, yaşlılığa bir övgü var. Çünkü hayat, bize bir gençlik projesi olarak öğretiliyor. Hep bir gençlik tapınmacalığı var. Genç kadın olmak, güzel kadın olmak, yakışıklı adam olmak... Hepimiz bunun tuzağına düşüyoruz. “Yaşına göre giyinmeyen kadın” denir ya da “O yaşta adam bunu mu yapar mı?” Böyle bir kültürün içinden geliyoruz. Oysa yaşlılıkta, edindiğimiz zenginliklerin esamesi okunmaz.
Çoook uzun yaşamak istediğiniz için mi böyle insanlar kurguladınız? Kendi ruh halinizin bir yansıması mı?
- Hiçbirimiz ölmek istemeyiz. Ama şu var: Yaşlılık, bilinç dışımızda ölümün habercisi gibi kodlanmış. Oysa eski Yunan’da, Anadolu’daki bazı İslam tarikatlarında ve doğu bilgeliğinde, yaşlılığın erdemleri var. Oysa bizim karşı karşıya olduğumuz sürekli bir gençlik tapınması?
Peki ya aşk?- Aşk bile bir gençlik rezervasyonu?
Sizi aşk hayatınız ne alemde bu arada?- “Hayat, bana bir aşk borcun var!” diyorum.
Güzelmiş! Romanın kahramanlarından Vyela ile Gamenn bir konuşmalarında, “Aşkın aslında genç kalplerin işi olduğunu ama aynı zamanda olgunluğun bilgisine ve donanımına ihtiyaç duyduğunu” söylüyorlar?- Evet, aşkın doğasında böyle bir çelişki var. Kendi hayatımdan da görüyorum. “Ya demek öyle! Kapı açık, arkanı dön ve çık” demeyi bir beceri zannederken, bir yaşa geldikten sonra, en şiddetli tartışmada bile karşındakine, “Bunu yarın konuşalım” demeyi öğreniyorsun. Aşkı yaşatan ve ilişkiyi uzatan şey, zamanın ve hayatın sana öğrettiği şeyleri kullanışlı kılmak. Genellikle insanların beceremediği, dostlukta da, sevgide de, arkadaşlıkta da, aşkta da, birbirleri için kutsal olana dokunmamak...
Açar mısınız?- Tam tersine gidiyoruz, onu Aşil topuğundan vuruyoruz. Sevdiklerimizi korumak yerine, ilk hamlede onların kutsalına saldırıyor ve onarılmaz yaralar açıyoruz.
Yaş aldıkça bu öğreniliyor mu?- Olgunlaştıkça öğreniliyor. Ama her yaş alan olgunlaşmıyor. Herkes farklı yaş alıyor. Öğrenmeye ne kadar açık olduğunla ve kalbinle ne yapmak istediğinle alakalı?
Şiirin çok büyük bir değer olduğu bir gezegen kurmanızın özel bir sebebi var mı?- Şiir hakkında söylediğim temel tezler var kitapta. Şiir, dilden önce var. Şiir aslında annenin ninnisinde de var, ilk insanların ses tekrarlarında da var. Ve bütün kutsal kitaplar, şiirle yazılmış. Ama sadece edebiyattaki şiirden söz etmiyorum, hayatın şiirini öldürmüşüz biz, kalbimizin şiirini öldürmüşüz. En büyük şiir de, varoluşun şiiri. Tabiattan koptukça, var oluşun şiirinden de kopuyoruz. Hepimiz evrenden kopmamızın bedelini ödüyoruz.
Doğaya, şiire, emeğe müthiş bir methiye kitabınız?
- Evet, bu kitap pagan bir kitap. İnsanlara dolu dolu tabiatı hatırlatmak istedim. Evrenden koptuğumuz gibi kendi gezegenimizden de kopmuş vaziyetteyiz. Bir tutam yeşile, ağaca hasretiz. Düşünsene, kaç kuşak toprağa basmadan yürüyor. Apartmanlarda, asfaltlarda, yollarda. Bu kitap belki de bir ruh çağırma. Ben ruhları çağırdım. Geldiler, beraber yazdık.
KENDİNİ SEVMEZSEN KARŞINDAKİNİ TEMİZ SEVEMEZSİN
Kahramanlarınızdan biri, “Kendini sevmezsen karşındakine duyduğun aşk temiz olamaz” diyor?- Kendinden nefret eden insanlar tanıdım. Günün birinde yanlışlıkla biri onlara aşık olduğu zaman, en çok istedikleri bu olduğu halde, o insana düşman kesiliyorlar. Kendini sevmeyen ve sevilmez bulan biri, bir başkasının da kendisini sevmesini kabul edemiyor. O zaman onu hor görmeye, küçük görmeye başlıyor. İnsanın kendisiyle barışması önemli bir eşik.
DAHA KANIN SUSMAMIŞ SENİNBir arkadaşımın doğum günü nedeniyle Nevizade’de bir meyhanedeydik. Duvarlarda 60’lardan resimler vardı, kalktım baktım, çocuklar da baktı, sonra oturduk sohbet ettik. Çıktıktan sonra çocuklara bir hikaye anlattım, “Ya ne güzel! Ne zaman yazdın bu hikayeyi?” dediler. “Az önce” dedim. Oysa biz hepimiz aynı resimlere bakmıştık. İşte o kurgulayan, bakan, gören göz önemli. Resimlere bakarken kafamda hikaye oluştu. Ben hayattan çok beslenen bir yazarım. Karşıya giderken mesela artık arabayla gitmiyorum. Motora biniyorum, insanları seyrediyorum, konuşmalarına kulak kabartıyorum. Romanın kahramanlarından Sahremina’nın Bendag’a söylediği lafa bayılıyorum mesela, “Sakın ölmeyi düşünme, daha kanın susmamış senin!” Benimki de o hesap. Bir de Bendag’ın, “Hayat yalan olduğunda güzel?” lafını seviyorum.
Nasıl yani?- Bir arabaya biniyorsun, taksi şoförüyle muhabbet ediyorsun, bir daha muhtemelen görmeyeceğin biri. Bu durum bana başka bir kimliği oynama imkanı veriyor. Ne yaptığımı soruyor, işimi yani. Bir deniz nakliyat şirketinde çalıştığımı söylüyorum. Amacım adamı kandırmak değil, rolüme çalışıyorum, yazarlığıma çalışıyorum. “Yazarım” demekten uzun zaman önce vazgeçtim, çünkü “Hangi gazetede yazıyorsunuz?” diye soruyorlar. Komik şeyler de oluyor, mutlaka tanır zannettiğim biri hiç tanımıyor ama çok alakasız bir yerin garsonu getirip kitabını imzalatıyor. Tanır zannettiğim o insana mesela, “Muhasebeciyim” diyorum, bir gün öğrendiğinde mahcup olsun diye. Bunlar hoşuma gidiyor, hayatın zenginliği, küçük oyunlar.
Nereli olduğunuzu sorduklarında?
- Duruma göre ve ruh halime göre değişiyor?
Aile çoluk, çocuk?
- Onu yurtdışında yapıyorum. Bir keresinde sabun alıyordum, girer girmez, satıcı kadının benden hoşlandığını fark ettim. Etrafımda pervane, seçtiğim sabunları beğeniyor, iltifat ediyor, “Eşiniz çok şanslı bir kadın olmalı!” dedi. Ben de ona bir aile hikayesi anlattım ve onu mutlu ettim, daha doğrusu onun hayal ettiği bir ilişkiyi anlattım. Sadece masa başında yazmıyorsun yani.
Hayat gerçekten de yalan olduğunda güzel yani, öyle mi?- Evet ama başkasını kandırmak, aldatmak anlamında bir yalandan bahsetmiyorum. Burada karşılıklı bir hayat güzelleştirmesi var.
HER ZAMAN RENKLİ BİR SEKS HAYATIM OLDU
Seks konuşmadık şaşırtıcı bir şekilde?
- (Gülüyor) Romanda yok?
Nasıl oldu bu?- Edebiyatta bazı şeyler temel çengel. Aşk ve çocukluk bunlardan biri. Bahsetmeye başladığınızda, okuru esir alıyorsunuz. Ve söylemek istediğiniz diğer şeyler gölgede kalıyor. Seks de öyle bir şey?
Ya “Bu adamın hayatında seks yok, ondan” derlerse?- Her zaman renkli ve zengin bir seks hayatım oldu, bununla da ne övündüm ne yerindim. İçinde seks olmadığı halde, çok erotik sahne var. Düşünsün istedim insanlar, Gamenn, yatamadığı kadınlara aşık oluyor. Gerçekten de çok saygı duyduğu, gözünde idealize ettiği, büyüttüğü kadınlarla yatamayan erkekler vardır.
Yine karakterlerden biri, “Kadının kadına duyduğu aşkı erkekler anlayamaz” diyor?
- Evet, anlamak, kendini ötekinin yerine koyabilme kabiliyetidir. Erkekliğin en büyük tuzaklarından biri, kendini ötekileştirememektir çünkü kendini korumak üzerine kurmuştur bütün inşaatını. Erkekliğinden yeterince vazgeçmeyenler, kadınlar arasındaki aşkı anlayamaz.
Kendinden sarhoş olan adam sonunda kendi mezarına düşerKitaptaki metaforları, kavramları görünce aklım uçtu. Tamam, “Ben şairim benim için nefes almak gibi bir şey” diyorsunuz ama ben bir kere daha hayran oldum. Peki insan bir süre sonra kendine hayran olmuyor mu?- Olmaz olur mu? Narsist değilsem neden sanatçı olayım? Bunu biliyorsan, söyleyebiliyorsan, artık şımarıkça yaşayamazsın. “N’apim ben de böyleyim” demezsin. Kendime hayran da olurum, narsist de olurum. Fakat bunu başkaları için kabul edilebilir bir hale getirmem gerekir ve bunun benim için nasıl bir tuzak olacağını görmem gerekir. Kendinden bu kadar sarhoş olan adam, sonunda kendi mezarına düşer?
OKURLARA ÖZEL BİR BULMACADilimizde çok kullanılan bir kelimeyi 582 sayfa boyunca hiç kullanmadımKitapta bir oyun yaptım, bir bulmaca. Hürriyet okurlarına söylüyorum. Tıpkı George Perec’in bir kitap boyunca e harfini kullanmadığı gibi, dilimizde çok kullandığımız bir sözcüğü bu romanda hiç kullanmadım. 582 sayfa boyunca yalnızca bir tek yerde o sözcük geçiyor. Onu da özellikle bıraktım. Geri kalan her yerden ayıkladım. Sözcük anlamı dışında, yan anlamlarını da çok kullandığımız bir sözcük. Edebiyat bir yalnızlık oyuncağıdır. Çocukken oyun severiz, yaş aldıkça oyunlarımızın kurgusu değişir, ama yine de severiz. Ne yaparsak yapalım, biz oyun oynayan çocuklarız.
ANNEN BABAN HAYATTAYSA HÂLÂ BİRİNİN ÇOCUĞUSUNGeçenlerde 1976’daki sevgilimle karşılaştım. İçki içen biri değilim ama o akşam da tekila ve votka gecesi yapmışım. Çok neşeliydim. Şiddetli bir aşktı. Ben 22 yaşındaydım, o 21. O zamandan bir kırgınlığım vardı; bana o gece, yaşananların benim zannettiğim gibi olmadığını anlattı. Oysa ben 20 yıl boyunca öyle zannetmişim. Gençken konuşmuyor ki insanlar. Şimdi hayatta olsa babamla bir iki şeyi, şimdiki kelimelerimle konuşmak isterdim mesela. Çocukluk önemli bir şey. Kaç yaşında olursan ol, annen ya da baban hayattaysa, sen hâlâ birinin çocuğusun. Ben çok erken kaybettim onları...