Görüntüsü yalancı içi sahici Hayko Cepkin

Türk rock müziğinin en karizma adamlarından biri...

Hayko Cepkin.

Haberin Devamı

Sakın onu dış görünüşüne bakarak yargılamayın. O, bize önyargı denilen şeyin saçma sapan olduğunu kanıtlayan biri. Şu fotoğraflara bakınca, civciv ezen vahşi bir adamla karşı karşıyasınız zannediyorsunuz değil mi? Değil işte! Ben tanıştım... Dünyanın en iyi kalpli, en şeker, en tatlı, en komik, en samimi, en masum heriflerinden biri.
“Farklı element”, Mehmet Turgut’un söylediği gibi..
Bir de itiraf etmeliyim ki, göbeğe takılan piercingin yakıştığı nadir adamlardan biri.
Eline klavye geçtiğinde büyülüyor.
Farklı bir sesi ve müzik anlayışı var.
Yaptığı müziğe, “Türübozuk” diyen de var.
Beni en çok etkileyen “Müziğimi beğenen beğensin, anlamayan dinlemesin!” tavrı.
Evet, biraz küstah bir tavır ama doğru bir tavır, dinlemezsin olur biter. Adamın kimseyle derdi yok. Sadece işine, sanatına bakıyor ve her albümde çıtayı biraz daha yükseltmeye çalışıyor.
Rahatsız edici biri zannediyorsun ona bakınca, o da bunun için çaba sarf ediyor, özel olarak çirkinleşmeye, kendini korkunç, ürkünç göstermeye çalışıyor.../images/100/0x0/55eabdb2f018fbb8f893bbad
Ama nasıl bir çelişkidir ki, adam aslında huzur veriyor!
Yanından ayrılmak istemiyorsun. Bir de güldürüyor, çok güldürüyor. Konuşurken, ses efektleri yapıyor.
Son olarak, sağ göz kapağı düşük. Röportajda da okuyacaksınız, doğuştan. Düzelebilir mi? Evet. Ama o istemiyor, Hayko Cepkin’in alameti farikalarından biri bu özelliği. Bu, yüzünde bir asimetri yaratıyor, insan da o defoya odaklanıp, sürekli o yüze, o göze bakmak istiyor. Ben de yaptım. Hayko Cepkin, o kadar komplekssiz ki, insana doya doya bu keyfini çıkarma imkanı sağlıyor...

Haberin Devamı

*  Kollarınız, sırtınız, göbeğiniz... Her tarafınız dövme dolu... Ne zaman yapıldı bu dövmeler?
 - Yıllar içinde. 18 yaşında kolumdaki bu kargayla başladım, sonra şu oldu (kolundaki diğer dövmeyi gösteriyor, sonra bunlar girdi devreye (sırtındakini gösteriyor). Bir de bu, (karnını gösteriyor...)
*  A, karnınızda ‘The Crow’ yazıyor, yani ‘Karga’...
- Evet, evet...
*  Kargalarla alıp veremediğiniz nedir?
 - Kargaları çok beğeniyorum, aynı zamanda da saygı duyuyorum. Dünya tarihine baktığınız zaman, bütün kuşlar bir yana, kargalar bir yana. Kutsal kabul ediliyorlar. Karga, koruyucu ve esirgeyici bir varlık. Pek çok tarihi eserde kargaya rastlayabilirsin. Mesela Kızılderililerin kalkanlarının üzerinde de var. Kalkan koruyucu bir şey olmasına rağmen, daha da koruyucu olsun diye ekstradan karga sembolleri. Ruhani de bulunuyorlar. Bir de gerçekten çok karakterli hayvanlar...
*  Peki sizdeki bu karga aşkı ne zaman nasıl başladı?
 - 94 yılında ‘The Crow’ filmini seyrettiğimde. O zaman 17 filandım. Ailemle yaşıyordum. Müzisyen olmaya çalışan, ailesine de şirin gözükmek için çabalayan bir herifken, çünkü onlar müzisyen olmamı istemiyordu, ben de onlarla aramı bozmak istemiyordum, böyle iki arada bir derede yaşıyordum. Bu film bana, gerçekten ne istiyorsam hayatta onu yapmam gerektiği
anlattı. “Kararlı ol oğlum, korkma!” dedi. Ve ben bir değişim yaşadım. Aslında daha önce ne rock müziğiyle ne metalle alakam vardı, hepsi o filmden sonra oldu. Duvarına basketbolcu posterleri olan biriyken, tek tek hepsini indirdim rockçıların posterlerini asmaya başladım. Odamın rengi, aydınlıktan karanlığa geçti...
*  Nerede okuyorsunuz?
 - Özel Getronagan Ermeni Lisesi’nde. Ben aslında arkadaşlarımın baskete ilgisi var diye basketi seviyordum, aslında neyi sevdiğimi ve istediğimi bile bilmiyordum. Şu hayatta gerçekten sevdiğim bir şey için uğraş vermek istedim, bir yere ait olmak istedim, bir şeye inanmak istedim.
*  Aileniz nasıl karşıladı?
 -  E tabii çok hoşlarına gitmedi başta. Dövmelerimi bile gizledim önce. Babam anlamasın diye denize bile tişörtle girdim.
*  Çok sert bir aile mi?
 - Yok, standart dışı hiçbir şey yok. Sevgi dolu, sıradan insanlar. Anne ev hanımı, baba metal işiyle uğraşıyor. O yüzden hep şu geyiği yaptım: “Metal işi babadan oğula geçer!”
*  Özel olarak bir Ermeni vurgusu.../images/100/0x0/55eabdb2f018fbb8f893bbaf
 - Hiç öyle bir şey yok. Her pazar kiliseye gitmeye çalışan bir aileydi o kadar...
*  Azınlık olmanın zorluğunu yaşadınız mı?
 - Yok ya. Ben hep sanat camiasındaydım, benim ortamım bambaşkaydı. Tam tersine artısını bile gördüm. Onna Tunçlar, Garo Mafyanlar destek verdi. “Bu adamdan müzisyen” olur dediler.
*  Evde müzik hep var mıydı?
 - Dedem Çigan ve tango çalardı. Ben kilise korosundaydım. Çok sesli Batı müzikleri söylüyorduk. Çok erken yaşta farklı müzik türleriyle tanıştım. Başlangıçta, kilise korosunda, “Mo ma mey mi” diye ses açarak, şarkı söylemekten nefret ettim. Ama farkında olmadan bir sürü şey öğretmiş o tecrübe bana. Sonra klasik müzik eğitimi aldım, yarım yamalak olsa da aldım, sonra yavaaaş yavaaaş bugünlere geldik. 94’te piyano çalan efendi görünümlü bir adamdım. Ama sonra kıyafetlerim değişmeye başladı, saçlarım, tavrım... Benimki, “Bir film izledim hayatım değişti” gibi bir şey. Karga, inandığım şeyin peşinden kararlı bir şekilde gitmeyi öğretti bana...
*  Gözünüze n’oldu? Kaza mı?
 - Yok, doğuştan. Annemin sancıları bir bayram dönemine denk gelen geliyor, hastanede tecrübeli birileri yok, sağ salim doğuyorum ama söylenene göre, göz kapağıma masaj yapılsa, o kas kendine gelir ve çalışırmış. Ne var ki, kimse öyle bir şey yapmamış, bizim göz böyle kalmış.
*  Ama isteseniz düzelttirebilirsin...
 - Tabii tabii ben küçükken böyle bir imkan yoktu. Ama şimdi var, “Hemen yaparız” diyorlar. Fakat bu defa da ben istemiyorum, hoşuma gidiyor, böyle kalsın istiyorum.
*  Ne zaman hoşunuza gitmeye başladı?
 - Sahneye çıkmaya başlayınca. Eskiden, fotoğraf çektirmeyi sevmezdim. Onu bırak, biriyle göz göz gelmekten bile hoşlanmazdım. Filmlerde romantik bakışmalar olur ya, ben öyle bir bakışı kendime bu gözle yakıştıramadığım için o tür işlere girmezdim. Fakat abi, bu ‘Karga’ filminden sonra değiştim, kendim olmayı öğrendim!
*  Hadi evdekilerle aranızı düzelttiniz, peki heavy metalcileri, satanist zannedenleri nasıl hallettiniz?
 - O da sorun oldu tabii. O aralar satanizm patlamıştı, 96 filan, televizyon kanalları bir sürü yayın yapıyordu, pek çok arkadaşımızı barlardan topladılar. Ve resim olarak gösterdikleri figürlerin içinde Kiss grubu ve Alice Cooper’in filan fotoğrafları vardı, saçma sapan işler...
*  Peki gerçek bir kargayla tanıştınız mı hiç?
 - Tanışmaz olur muyum? Uzun  yıllar kargam vardı, şahane bir yaratıktı, ne var ki kendisi uzaklara gitmeye karar verdi.
*  Neden?
 - E çünkü çok özgürler. Ve her zaman kafalarının içinde gitmek var. Beni seviyordu ama gitmek istiyordu. Bir kargaya hiçbir zaman sahip olamazsın. Farklıdır. Cinstir. Asildir. Sonunda ben de rıza gösterdim, “Peki” dedim, “Hadi git”... Uçtu gitti, uçuş o uçuş bir daha geri gelmedi. Ama uysaldı. Ve çok akıllıydı. Karga zaten akıllı bir şey. Sayı saymayı bilen yegane hayvanlardan biri.
*  Nasıl yani? Sayı mı sayabiliyor...
 - Evet, adet biliyor. Bir karga, kaç tane büyük sosis taşıyabileceğini bilir. Kaç tanesinin gagasının sığacağını da. Onlarca sosis de olsun tabakta, o gider her seferinde sadece dört tanesini alır, çünkü o kadarı gagasına sığıyordur. Eğer gırtlağı kuruysa, o yiyeceği şeyi, suyun içinde papara yapıp yemesini de bilir. Gerçekten özel bir hayvandır. Ben de zaten o yüzden vücudumda taşımaya uygun gördüm.

Haberin Devamı

BU ÜLKEDE CANIMI EN ÇOK SIKAN ŞEY: KIVIRTMAK

*  Nasıl birisiniz evde?/images/100/0x0/55eabdb2f018fbb8f893bbb1
 - Disiplinli, temiz ve tertipli. Sinir yani. Her şey düzenli olacak. Takıntılıyım. Her şeyi koyduğum yerde bulmalıyım. Akşama kadar yemek yemem. Günde bir öğün yerim. Fakat konser vakti sabahları erken kalkarım kahvaltı yaparım, öğle yemeğini yerim, konserimi veririm, ertesi günü yine aynı adama dönerim.
*  Sevgiliniz yok mu kahvaltı yapmak isteyen, yumurtalar omletler...
 - Allah’tan o da benim kafada!
*  Bu ülkede canınızı en çok sıkan şey ne?
 - Söylemek istediklerini net olarak söyleyememek. Kıvırtmak, yuvarlak konuşmak zorunda kalmak!

Ot gibi yaşamak istemiyorum, yaşadığımı hissetmek istiyorum

Haberin Devamı

O yüzden gittim paraşütçü oldum

*  Peki bu ekstrem spor merakı? Adrenalin mi nedir?
 - Yok. Yaşadığımı hissediyorum, yaşadığımı hatırlıyorum...
*  Hoppala! O nasıl bir şey?
 - Evet, evet biz üç aşağı beş yukarı, hep aynı şeyleri yapıyoruz. Evden işe, işten eve gidiyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz, hep bir güvenlik çemberinin içinde. Yaşamın kıymetini biliyor muyuz ondan bile emin değilim ya da ölüm ne kadar yakınımızda farkında mıyız? Ama mesela paraşütle ben bilmem kaç bin fitten atlarken, bütün bu duyguları en maksimum noktada yaşayabiliyorum, o paraşüt açılmazsa, neler olacağını biliyorum. Biri bize, “Paraşütle atladım süperdi” dediğinde, “Ya ben de çok yapmak istiyorum” diyoruz ama hiç yapmıyoruz. Bir gün düşündüm, vakit olmadığı için mi, yoksa korktuğum için mi... Ve başladım.
*  Direkt paraşütle mi?
 - Hayır. Aşama aşama geldim: Akrobasi uçakları, bungee jumping’ler, araba yarışları, raftingler filan var. Ama tabii bunlar, paraşütün yanında hiçbir şey. Uçak hava boşluğuna girer ve düşer gibi olur ya, işte ona ‘G yemek’ diyorlar, artısı var, eksisi var, bunu yaşamayı sevdiğimi fark ettim. Benim olayım uçmakmış!
SAYIYORUM, YALLAH/images/100/0x0/55eabdb2f018fbb8f893bbb3
*  Kargasınız ya!
 - Aynen. Gittim serbest paraşütçü oldum.
*  Uçağın kapısındasınız biri sizi itmiyor değil mi? Kendiniz atlıyorsunuz...
 - Evet. Kapının yanına geliyorsun, sayıyorsun, yallah.
*  “Yok ben vazgeçtim” deme hakkınız var mı?
 - Tabii ki her şeye hakkım var. Ama yapmam, gurur kırıcı.
*  Neden?
 - Uçak pasaja giriyor, pasaj dediğim şey, atlaman gereken yol. Uçaktaki 10 ya da 12 kişi sırası gelince atlamak durumunda, pasajı kaçırmamak gerekiyor. “Ben atlamayacağım” dersen, “Çekil” derler, bir şey olmaz ama sen aşağıya uçakla inersin ve ağlarsın.
*  İyi de atlayamamak da insana özgü...
 - Tabii tabii, turistsen tandem atlamak için gelmişsin, korkup vazgeçebilirsin ama artık sen oranın öğrencisi olmuşsun, yer ve hava eğitimi almışsın, serbest paraşütçüsün...
*  Tehlikeli mi?
 - Yolda yürümek daha tehlikeli. Hele İstanbul trafiğinde araba kullanmak daha da tehlikeli...
*  Paraşüt açılsın diye bir yere mi basıyorsunuz?
 - Deklanşörünü çekiyorsun. Diyelim ki bir problem oldu, yedek paraşütü açıyorsun.
*  Peki hayatı bu kadar zorlaştırmak şart mı?
 - Bir risk daha alıyorum.
*  Neden?
 - Çünkü ot gibi yaşamak istemiyorum, yaşadığımı hissetmek istiyorum. Şurada 33 yaşında bir adamım. Taş çatlasa daha kaç sene daha yaşarım?
*  Söyleyeyim rahat bir 60 yıl...
 - Hadi canım sen de, o kadar uzun boylu değil! En büyük risk, aslında yaşamak, paraşütle atlamak değil. Eğitimdeki arkadaşlardan biri, o kadar atlayış yaptı tık yok ama aşağıda, yerde yürürken ayağını burktu.
*  Atlarken ne oluyor, bana o hissi anlatır mısın? Aşağı gitme hissi...
 - Bunu bir televizyon programında anlatmak daha kolay, çünkü bu anlattıklarımı yazmak zor. Ama deneyeyim: Kapının yanında dikiliyorsun ve çıktın... Atladın yani... fırrrrrrtttttttchhhhhhhccchhhtttttt! diye bir şey karşılıyor seni. Bir tür rüzgar türbülansı. Sonra tekrar dünyaya dönüyorsun. Ve aşağı bakıyorsun, dünyanın yusyuvarlak bir şey olduğunu görüyorsun. Sonraki hissiyatın şu ppppppprrrrrrrrrrttttttt…
*  O ne?
 - Saatime bakıyorum, feet’imi anlamaya çalışıyorum. Çünkü altı bin feet’te paraşütümü açmam lazım, o sırada şöyle iniyorum aşağıya, vvvvvvviiiiiiiiiiiiii 220 kilometre hızla. Sonra vrvrvrvrvrv,ihhooooooooooo, bu, paraşüt açılıyor demek. Sonrası sessizlik. Müthiş bir güzellik. Olağanüstü bir tecrübe. Tarifi yok, dene... Tandem yapabilirsin, hocaya bağlısın her şeyi hoca kontrol ediyor.  İzmir Selçuk mükemmel, orada dene. Ben mesela yine gidiyorum, yedi günde amacım 17 atlayış yapmak. Yaparsan A lisansımı da alabilirim. Bu çekirdek gibi bir şey, hep istiyorsun, hep gerisi geliyor. Her üç-dört haftada bir, insanlar orada buluşuyorlar. Çok da güzel bir ortam. Çünkü herkes orada birbirine güvenmek zorunda. Pilot paraşütçüye, paraşütçü pilota. Paraşütçü, onu katlayan öğrenciye...
*  Paraşütle atlarken en sakat ne olabilir? Paraşütün açılmaması mı?
 - O artık eşeğin gözü oluyor. Bizim hocalarımız çok tecrübeli. Yedi binin üzerinde atlayışı olan hocamız var, kendisinin hiç yedek açma hikayesi yok ama mesela oğlu 197’nci atlayışında ana paraşütü bırakıp, yedeği açmak zorunda kaldı. Başka bir öğrenci de panikten deklanşörünü bulamadı, yedeği çekti. Havada panik diye bir şey yok; var da, kendini kontrol edeceksin, panik yapmayacaksın. Bu tür sporların sana sağladığı şu: Anlık karar alma yetini yüzde 1200 tavan yaptırıyor. Havada, her şeye sadece iki saniyen var, hızlı karar vereceksin. “Karar veremiyorum bu akşam nereye gitsek yemeğe” yok yani. Tak diye karar vereceksin.
*  Tüm bunlar sizin müzik hayatınızı nasıl etkiledi?
 - Zaten hızlı karar veren bir adamım, şimdi daha da hızlıyım.
*  Yaptığınız müziği nasıl tanımlıyorsun?
 - Gururlu. Dinlediğimde, “Evet ulan işte bu!” diyorum. Benim gibi adamların seveceği bir müzik yapıyorum.
*  Anlaşılmadığınızı düşünüyorsunuz yani...
 - Yok canım, anlamayan anlamasın. Kendimi herkese sevdirme gibi bir derdim yok. Herkese her şeyi anlatamam.
BENİ İLGİLENDİRMİYOR
*  Sokakta nasıl yaklaşıyor insanlar size: Saygı mı duyuyorlar, “Bu da manyak” mı diyorlar?
 - Kendi içlerinde ne yaşıyorlarsa, öyle yaklaşıyorlar. Ama beni bu da ilgilendirmiyor.
*  Daha fazla ün, daha fazla para...
 - Yaptığım şey iyiyse ve devamlılığını koruyabilirsem, o zaten beni geliştirecek, ileriye götürecek. Ben bunu biliyorum. Daha yukarıya, bazen aşağıya ama sonra yine yukarıya. Bu aşağıdan yavaş yavaş yukarı çıkmak iyi bir şey. Benim istediğim şey, bir kerede zirve değil. O zaman seni dinleyenlerin psikolojisi farklı oluyor. “Zirveyi buldu! Bakalım bir dahaki sefere ne yapacak? Daha iyi bir şey olması lazım, daha iyi, daha iyi!” diyorlar. Ve sen ne yaparsan yap, beğenmiyor, hayal kırıklığına uğruyorlar...

 

Yazarın Tüm Yazıları