En önemli özelliği buydu. İnsanı kasmıyordu, yormuyordu. Bazen "Hadi oradan" diyordum, bazen de inanılmaz beğeniyordum. Ama her türlü ne yazdığını merak ediyordum. Onu da kafamda şöyle hayal ediyordum: Yaşlıca ve toplu bir adam... Görünce şaşırdım. Öyle çıkmadı. 41 yaşında, iğnenin deliğinden geçmez ama şişman da denmez. Diesel bir jean ve koyu renk bir Lacoste’la geldi, ayağında lastik pabuçlar. Bebek Koru Kahvesi’nde buluştuk. Sohbet etmesi, dinlemesi keyifli. Ama konsantrasyonunu 3 saniyeden daha fazla sürdürebilmesi mümkün değil.
Sıkılıyor. İlgisini kaybediyor. Delikanlı bir havası var. İzmirli, biraz efe yani. Nitekim, sağda solda giriştiği de olmuş. Sorunca "Evet yaptım" dedi, doğrudan. "Bir arkadaşıma haksızlık yapılmıştı, ben de onu yumrukladım. Övünülecek şeyler değil ama böyle terbiyesizliklerim var..." İnsanı şaşırtacak kadar dan dan konuşuyor. Aklında ne varsa, dilinde de o. Robert Kolej’de okuyan kızıyla gurur duyuyor, 20 yıldır birlikte olduğu karısına aşık olduğunu söylemekten çekinmiyor. Değişik, ilginç, Babiali’nde pek rastlanmayan türden bir gazeteci...
Bir süredir, herkes sizden söz ediyor. Ama biz Yılmaz Özdil’i pek tanımıyoruz... - İzmirliyim. İzmir Kahramanlar...
Nasıl bir çocukluk? - Allah’ın cezası bir çocuktum. Ailem ve mahalle açısından. Sokakta büyüdüm. Çok haylazdım. Mahallede ev de yaktım, futbol maçında parmak da kırdım.
Anneniz, babanız?- Annem, ev kadını. Babam, Yeni Asır’da şoför. Dinç Bilgin’in babası rahmetli Şevket Bey’in makam şoförü. 25 sene Yeni Asır’da çalıştı. Futbol maçlarını, foto muhabirlerinin yanında saha içinde seyrettim, gazete bobinleri arasında büyüdüm. "İlle de bu mesleği yapacağım" gibi bir derdim yoktu. Ama gittim Basın Yayın’ı kazandım ve 17 yaşında Yeni Asır’da ofisboy olarak çalışmaya başladım.
Ne bu sizce? Kader mi?- Yok canım, puanım oraya yetti.
Sevindi mi babanız siz Basın Yayın’ı kazanınca...- Hem de nasıl.
Babanızın şoför olmasından bir rahatsızlığınız var mı?- Aksine gurur duyarım, babam çok düzgün bir adamdır. İzmir’de çok sevilir, adı Veli’dir, İzmirli gazetecilerin Veli Abi’si. Babam, Dinç Bey’le birlikte Avrupa’nın her yerini gördü, ilginç hikayeleri vardır.
Neden Dinç Bilgin uçakla gitmiyor da, babanızın kullandığı arabayla gitmeyi tercih ediyor?- O ara Dinç Bey gazete için yeni teknoloji peşinde, demek ki İtalya, Almanya, İngiltere derken, kara yoluyla gitmeyi tercih ediyor.
HENTBOL İÇİMDE KALDI
Siz kader değil diyorsunuz ama babanız Bilgin Ailesi’yle senelerce çalışıyor, sonra siz büyüyüp adam olunca, aileye ait gazetenin en çok okunan yazarlarından biri oluyorsunuz. Bu size tuhaf gelmiyor mu?- Bana gelmiyor. Ama babama gelebilir. Bu meslekte bir sürü ödül aldım. Hiçbirine talip olmadım. Bir tek İzmir’de Dinç Bey’in babasının anısına verilen Şevket Bilgin Ödülü vardır. İşte onu istedim. Kazandım da. Babamdan, törene gidip benim yerine o ödülü almasını rica ettim...
Çok ağlamıştır...- Evet ağladı...
Çok bağlı mıydı Bilgin Ailesi’ne?- Bağlıydı, düzgün insanlardır. Patronun oğlunun yaş günüyse çalışanlara da pasta gelirdi. Ya da personelin ailesinden biri hastalandığında, patronun mutlaka haberi olurdu.
Basın Yayın okuyunca Yeni Asır’da çalışmanız kaçınılmaz olmuş...- Öyle. Babam şart koştu zaten.
Yoksa sizin başka hayalleriniz mi vardı?- Aynen, vardı. Gazetecilik umurumda bile değildi, hayattaki en büyük idealim, hentbol antrenörü ya da katamaran hocası olmaktı...
Ne aláka?- Şevket Bilgin, yazın Çeşme’ye giderdi. Babam da onu getirip götüreceği için, bize de orada ev tutardı. Okul kapandığı gün, maaile Çeşme’de soluğu alırdık Alsancaklı zengin çocuklarla birlikte. Milletin bahçesinden sörfleri çalardık, motorlarını araklardık. Sonra geri koyardık tabii...
Bütün su sporlarını yapabilir misiniz?- Yaparım.
Hentbol nereden çıktı?- Ortakokulda Türkiye Şampiyonu olmuştuk. Ben de takım arkadaşlarım gibi Mithat Paşa Endüstri Meslek Lisesi’ne gitmek istiyordum, babam tutturdu Atatürk Lisesi diye. O yüzden lisede elveda dedim, hentbol içimde kaldı tabii.
R’leri hep böyle farklı mı söylersiniz?- Evet çocukluğumdan beri r’leri tam söyleyemem. Bu düzelmiş hali.
Babanızın zoruyla Yeni Asır’a girdiniz, sonra...- Gündüz okula, gece işe. Ofisboy olarak... Gece muhabirliği, polis muhabirliği, sonra beni mutfağa aldılar, sayfa sekreterliği vesaire. Üniversite bitene kadar hep gece çalıştım.
Abiniz peki?- O, elektriği tercih etti. Şu anda kendi işini yapıyor. Adı Yıldırım, Dinç Bilgin’in babası koymuş ismini, ben doğunca da adımı Şimşek koymak istemiş. Dedem demiş ki "Ben torunuma at ismi koydurmam!" Yılmaz yapmışlar adımı, son anda potadan dönmüşüz, yoksa Şimşek olabilirmişiz.
Bu mesleğe başlarken ne umuyordunuz, ne buldunuz?- Sigortalı çalışmayı umuyordum, bir de asgari ücret almayı... Umduğumu buldum.
Ofisboyluk, polis muhabirliği, gece amirliği, sayfa sekreterliği... Bütün bu aşamaların herhangi birinde "Yeter artık çekilmez bu kahır!" demediniz mi?- Demez miyim? Çok dedim ama artık bulaşmıştım. Bir de üniversitede Hülya ile tanıştım, eczacılıkta okuyordu, çok sevdim, hálá seviyorum karımı, iki kere de atılmışım okuldan, ama kızla da evlenmek istiyorum, okulu bitireceksin, askerliğini yapacaksın, elin ekmek tutacak... Hepsini yaptım, haliyle, mesleği bırakma gibi bir lüks yaşayamadım.
MESLEĞE TUTKUYLA BAĞLI DEĞİLİM
Ne kadar tutkuyla yapıyorsunuz işinizi? Neyle kıyaslayabilirsiniz bu heyecanı?- "Şöyle bir gazeteci olayım ya da gazeteciliğin şu şu kademelerine geleyim" diye bir hırsım olmadı hiç. Ne görev verildiyse onu iyi yapmaya çalıştım.
İyi ama sizi heyecanlandıran şey nedir? Ne baştan çıkarır? İyi bir haber mi? "Aman gidip şunu hemen birinci sayfadan vereyim" diye düşünür müsünüz? Kalbiniz küt küt atar mı?- Bu mesleğe tutkuyla bağlı olduğumu düşünüyorsan, öyle bir şey yok.
Nasıl yani?- Yok.
Hakikaten mi?- Evet.
Sıradan iş mi bu sadece?- Evet.
Ama neden?- Öyle. Mesleğimi seviyorum ama tutkuyla filan bağlı değilim. Bu mesleğe öyle çok büyük bir aidiyet filan da hissetmiyorum.
Hentbola karşı tutku daha mı fazlaydı?- Evet. Çok başarılı bir hentbol antrenörü olacağıma inanıyordum. Ama geçinemezdim o ayrı. Katamaran hocası olarak da geçinmem mümkün olmazdı....
İstanbul’a geliş sebebiniz...- 17 yaşında ofisboy olarak girmişim gazeteye, 25 yaşında yayın koordinatörü olmuşum. Daha olabileceğim bir şey kalmamış. Oysa ben o dahayı istiyorum. İstanbul’a gelmekten başka çare yoktu...
Çok mu yetenekliydiniz ki bu kadar genç yaşta bir gazetenin başına geçtiniz?- 24 yaşında yazı işleri müdürü olduğum için 25 yaşında yayın koordinatörü oldum, Dinç Bey gençlerin önünü açmayı severdi. Benim de açtı. 40 bindi satışı, 140 bine çıkardık. O sırada Milliyet’in genel yayın müdürü Umur Talu’ydu. İstanbul’a gelmek ister misin, diye sordu. Şartlar da iyiydi.
Dinç Bey neden Sabah’a almak istemiyor peki?- İstemişti. Ama ben o dönem Sabah’ın yayın politikasını benimsemiyordum. Umur Talu’nun teklifini kabul ettim, kızım da 3 yaşındaydı, İstanbul’a yerleştik. Ben daha Milliyet’in restoranının ve tuvaletinin yerini yeni öğrenirken Umur Talu görevi bıraktı. Rahmetli Ufuk Güldemir geldi, onunla bir yemek yedik. Bir aylık gözlemlerimi anlattım, bütün ekibi kovmasını önerdim, ben dahil. "Sen ne yapacaksın?" dedi, "Sabah’a giderim" dedim. Dediğimi yaptı, herkesi kovdu, bir tek beni tuttu. Ne kadar birlikte çalıştık hatırlamıyorum. Sonra o da ayrıldı, Doğan Heper geldi.
TELEVİZYON DAHA İLGİNÇ
Daha mutfak elemanısınız değil mi, yazı- mazı yazmıyorsunuz?- Yok yazmıyorum, yazı işleri müdürüyüm. Sonra, Sabahçılar, Ateş diye yeni bir gazete çıkardılar, oraya gittim, çok da keyifliydim, 500-600 bine geldi gazete. Ama ben İzmir’deyken beni Sabah’ın kadrosuna geçirmişler. Tam o sırada Star Gazetesi çıkıyordu, ben de oraya gittim. Sıfırdan bir gazete yaptık, 1 milyon 270 bin tiraja ulaştı. Ama Cem Uzan siyasete atılınca, biz oradan ayrıldık. Önce Fatih Çekirge istifa etti, benim kalmamı istediler, kitabımda yoktu yapmadım. Benim arkamdan da insanlar istifa etti. Onlar iş buluncaya kadar ben de çalışmadım.
Ne kadar beklediniz?-11 ay.
Niye yapıyorsunuz bunu?- Zoruma gitti işsiz kalmaları.
Sonra?- Kenan Sönmez, "Fotomaç Gazetesini yapar mısın?" dedi. Eğlenceli geldi. Siyasetten ve gazetecilerin itiş kakışından çok sıkılmıştım zaten. Fotomaç - Fanatik rekabeti vardı. İki buçuk ayda geçtik Fanatik’i. Sonra Turgay Ciner, ATV haberin başına gelmemi istedi. Hayatımda televizyonla ilgili hiçbir şey yapmamıştım o güne kadar, seyretmekten başka. ATV Haber dördüncüydü, bir numara olduk. Bir buçuk iki seneye yakın hep öyle gitti. Çok eğlenceliydi. Hatta, gazete yapmaktan bile daha ilginç bulduğumu söyleyebilirim.
Neyi doğru yaptınız da, hep bir numara oldunuz ve başarıya ulaştınız?- Tamamen takım oyunu...
Sizin katkınız?- İnsanları harekete geçirme konusunda bir yeteneğim olabilir. Kurumlara aidiyetim yok ama insanlara var. Bizim meslekte benim gördüğüm şu, insanlar birbirinden nefret ediyor. İnsanlar birbirlerine kötülük yapmaktan hoşlanıyor. Gazetecilerin önemli bir bölümü, zavallı insanlardan oluşuyor. Yani bir yere geldiği zaman, yanındaki kıza sarkmayı ya da o güne kadar gözüne kestirdiği gıcık olduğu birini ezmeyi seviyor. Çünkü bu meslek, ego patlaması yaratan bir meslek. Adamı polis muhabiri yapıyorsun, kendini emniyet müdürü zannediyor. Parti muhabiri yapıyorsun, parti genel başkanı zannediyor...
Siz bu tür zaaflara düşmüyor musunuz?- Hayır. Bence mesleği sevmemem, benim için avantaj oldu. Ve ben yaptığım işin ticari bir iş olduğunu hiç unutmadım. Gazete, dünyada ekmekten daha kısa ömürlü tek ürün. Ölüyor. Buna büyük anlamlar, egolar, ansiklopedik ifadeler falan yüklemek çok komik. Ben bunlardan hep uzak durdum. Gazete ve televizyonda, sıkıldığım hiçbir şeyi yapmadım. Beni ne sıkıyorsa, onu dışarı çıkardım. Neden hoşlanıyorsam, onu da oraya monte etmeye çalıştım.
Sizin iyi bir takım kaptanı olduğunuz söylenebilir mi?- Bilmem. Bence şu söylenebilir: Her gittiğim yerde, insanlar o kadar birbirini hiç sevmiyorlardı ki beni daha çok sevdiler.
ATV haberi neden bırakmak zorunda kaldınız?- Turgay Ciner beni icra kurulu üyesi yaptı, ATV’nin başına getirdi, ben de bir takım önerilerde bulundum, yapmama izin vermeyince de ayrıldım.
YAZAR BOLLUĞU TİRAJLARI DÜŞÜRÜYOR
Gazetelerde bana göre gereğinden fazla yazar var. Haliyle toplumun ihtiyaçlarına cevap veren haberlere ayıracağımız yerler, yazarlar tarafından kaplanıyor. Ve üstelik bir yazarı seven kadar sevmeyen de var. Gazeteyi satın alma nedeni kadar almama nedeni de oluyor. Türkiye’de 5 milyon gazete satılıyor. Ben bir gazetenin tek başına 5 milyon satabileceğine inanıyorum. Genç nesil mesela gazete satın almak istemiyor. Çünkü bizim yaptığımız gazeteler onları yakalamıyor...
BÜTÜN GAZETELER HÜRRİYET’İN KOPYASIDIR
Şu an piyasadaki bütün gazeteler, Hürriyet’in türevleri. Hepsi onun kopyası, hepsi ona özenir. Biz Star’da başka bir şey yapmaya çalıştık. Bütün ürünlerin yanında farklı oldu. Tutup tutmayacağını yayınlandıktan sonra gördük, tuttu. Bir gün yine gazete yapacak olsam Hürriyet’e benzemeyen bir şey yapmak isterim.
BENİ YAZAR OLARAK TURGAY CİNER KEŞFETTİ23 sene sonra yazar oldunuz? Nasıl oldu bu?- ATV haberin başındaydım. Bir gün spora futbolla alakalı bir yazı yazdım. Turgay Ciner okumuş, dedi ki "Sen, yazı yaz!" "İyi" dedim ben de...
Biraz tuhaf değil mi sizi Turgay Ciner’in keşfetmiş olması?- Evet, ama gerçek bu.
Çok daha erken şöhrete kavuşabilirdiniz. Mutfakta geçen 23 yılınıza acıyor musunuz? - Ben köşe yazdığım için mutlu değilim ki.
Nasıl yani?- Beni bir yere köşe yazmam için çağırmaları komik geliyor. Ben daha önceden yazmaya başlamalıydım filan demiyorum çünkü ben şartlarımı koruyabilsem, bunu da yapmak istemem. Çok isteyerek ve severek yaptığım bir şey değil yani.
"Biriktirdiğim pek çok şey oldu 23 yılda, o yüzden bu işi iyi kıvırıyorum" gibi mi düşünüyorsunuz?- Hayır. Ama o kadar yıl mutfakta çalışmanın avantajları var tabii. Kelimeleri daha tasarruflu kullanmayı bir şekilde öğreniyorsunuz.
Bu, sizin en iyi yapabildiğiniz şey mi? Derdinizi az kelimeyle anlatmak...- Öyle de denilebilir. Ben bazı köşe yazarlarının yazılarına bakıyorum, gereksiz uzun, o yazının yarısını atsam da anlam bozulmaz. Tabii bu onların ne kadar yeteneksiz olduklarını gösteriyor.
Ne kadar az kelimeyle kendini ifade edersen o kadar iyi mi?- Bence öyle. Çünkü gazete, popüler bir ürün. İnsanların vakti yok. Demek istediğini en kısa şekliyle söyle. Ama tabii bence şöyle bir durum da var: Bazıları, sadece köşe yazarak geçimini sağlıyor. Popülaritelerini yazılarına borçlular. Ve çok ciddi paralar alıyorlar. Gazetenin mutfağında çalışan arkadaşlardan çok daha fazla. E şimdi bilinç altında bence şöyle bir şey gelişiyor: "Ben ne kadar geniş yer kaplarsam, gazetede varlığımı o kadar korumuş olurum." O yüzden yaz babam, yazıyorlar.
KENDİMİ BEKİR COŞKUN’LA KIYASLAMIYORUMYazılarınız Bekir Coşkun ya da Rauf Tamer’inkilerle kıyaslanıyor. Hoşunuza gidiyor mu?- Gitmez mi?
"Ama o insanlar, hayatları boyu köşe yazmışlar, ben üç günlük adamım" hissisine kapılmıyor musunuz?- Hayır, çünkü kendimi onlarla kıyaslamıyorum. Onlara haksızlık bu. Bekir Coşkun benim için çok değerli. Bence bir yoldan gidiliyorsa, o yolu açanlardan biri. Rauf Abi aynı şeklide, kelimeleri iktisatlı ve mahir bir şekilde kullanabilen bir üstad.
HAYAT ÖNÜME NE GETİRECEK BİLMİYORUM
Amacınız ne, nereye ulaşmak istiyorsunuz?
- Şu an Hürriyet’te çalışıyorum, olabildiğimce faydalı olmak istiyorum.
Sadece köşe yazarı olarak mı kalacaksınız?
- Başka şeyler de yapmak isterim. Sıkılırım çünkü. Ama hayat önüme ne getirecek, hakikaten bilmiyorum.
Siz bir tek eşinizden sıkılmamışsınız. Onun dışında hayatınızdaki her şey değişmiş.
- Doğrudur. Ama Türkiye burası ve medyadan söz ediyoruz, 5 yıl sonrası için planlarım şunlar desem komik olmaz mı?
DAHA CAZİP BİR İŞ ÖNERİRLERSE
KÖŞE YAZARLIĞINI BIRAKIRIM
Köşe yazarlığı gereksiz iş deyip nasıl köşe yazıyorsunuz?- Çünkü köşe yazmam için maaş veriyorlar. Yarın öbür gün daha cazip bulduğum bir iş teklif ederlerse, hemen bırakırım.
"Gazetelerin çoğunu geri zekalılar yönetiyor" diyorsunuz. Bu nasıl bir şey? Siz neden geri zekalıların yönettiği gazetelerde çalışıyorsunuz?- Bazen mecburiyetler oluyor, sebebi bu.
Geri zekalı gibi bir terim kullanmaktan rahatsız olmuyor musunuz? - Hayır, kendim için de bazen böyle hitaplar kullanırım. Hakaret olarak söylemiyorum ki.
KÖŞEYİ VEREN ALIRKöşe yazmaya başlayınca neyi fark ettiniz?- Köşe yazarlarının kendilerini ne kadar önemsediklerini...
Sizce önemsememeleri mi gerekiyor?- Tabii ki öyle. Bana köşe verildi. Niye verildi? Herhalde egomu tatmin edeyim diye değil. Gizli ajandam var, olanları ortaya çıkarayım diye de değil. Elime fırsat geçmişken birilerine geçireyim diye hiç değil. Ne düşünüyorsam, ne görüyorsam, hakaret etmeden, yalan söylemeden yazmamı istedikleri için verdiler köşeyi. Zaten patronların başka bir isteği yoktur. Ve benim iki sürekli okurum vardır: Patron ve yayın yönetmeni. Aksini söyleyen yalan söyler. Bir sürü yazar ve gazeteci var ama o kadar çok yayın yönetmeni ve patron yok. Dolayısıyla, bizim oturduğumuz koltukları, yazdığımız köşeleri, bir iki medya patronu veya genel yayın müdürü takdir ediyor. Yani ben istediğim kadar ayak oyunu yapayım, istediğim kadar takla atmaya çalışayım, neticede o köşeyi veren, alır...
Peki zaman içinde markalaşan yazar yok mu? - Ben öyle düşünmüyorum. Dükkan onun...
Yine de önemli olduğunu düşünen yazarlar yok mu?- Onları orada tutmak hata...
Peki sizi niye seviyor insanlar? Onların yerine küfür mü ediyorsunuz, itiraf edemedikleri şeyleri mi itiraf ediyorsunuz? Memnuniyetsizler ordusuna liderlik mi yapıyorsunuz? - Ben sadece kendimi ortaya koyuyorum. Edebiyattan anlamam, edebiyat sevmem, bilmem, yazı çiziden bile hoşlanmam. Nasıl konuşuyorsam öyle yazıyorum, bu da insanların hoşuna gitti. Görüşlerime katılmayanlar bile ama en azından samimi olduğumu biliyor.