Paylaş
Eskiden böyle bir cümle duyunca koltuktan düşerdik, şimdi dünyaca ünlü isimlerin, topraklarımıza gelmesine alıştık, hatta normal bile geliyor.
Ama “Röportaj vermek için ajansı seni seçmiş!” cümlesi normal gelmedi.
Nitekim, Hürriyet’le birlikte Sabah, Akşam, Haber Türk, Show TV gibi bir ordu gazeteci de oradaydı.
Tam herkesin yaptığı röportajı yapmam tribine girecektim ki...
“Manyak mıyım?” dedim...
“Çocukluğumun aşkı... Onun o saçlarına kurban olayım ben!”
Hep çok beğendim onu.
Ayağıma gelmiş, onun gözlerine bakabileceğim, belki dokunurum bile...
Kompleks yapıp gitmeyeceğim öyle mi?
Yemezler!
Gittim.
Bütün gazeteciler bir yerde bekliyoruz, geldi.
Yemin ederim onunla birlikte odaya bir ‘ışık’ girdi.
Nasıl tatlı, nasıl mütevazı.
Uysal duruyor, gıcıklık yapmıyor, işi yokuşa sürmüyor.
Hava basmıyor, kapris yapmıyor.
Kendini bilen star.
Gerçek star.
Gerçek ve büyük olanlar, küçük egolu oluyor.
Evet yüzü biraz kırışmış, abi 76 yaşında ama onunla sohbet edince yüz-müz kalmıyor, direkt adamın göğsünden içeri giriyorsun, onun derinliğinde kayboluyorsun.
Hatta eriyorsun!
Bu röportajdan sonra Twitter’a “Kimse kızmasın ama 50’nin altındaki erkekleri adamdan saymıyorum diyordum, çıtayı yükselttim 60’ın altındakileri saymıyorum!” diye yazdım.
Ekledim: “Olgun, yaşlı ve derin adam seviyorum...”
Röportajdan önce bir fotoğraf olayımız oldu.
Bir pano var onun önüne Robert Abi’yle dikiliyorsun. Şimdi kaç türlü dikilebilirsin? Ya da nasıl bir fark yaratabilirsin?
Benim sıram geldiğinde, “Size dokunabilir miyim?” dedim, “Tabii” dedi, “Sarılabilir miyim?” “Tabii...”
En son dayanamadım: “Öpebilir miyim?”
Güldü, “Evet” dedi.
Bu fotoğraf o zaman çekildi.
Onu çok sevdim.
Hatta Four Seasons’tan ayrılır ayrılmaz özlemeye başladım.
Hâlâ özlüyorum.
Bizim için Robert Redford büyük adam! Büyük oyuncu! Fikirlerine, filmlerine, kişiliğine, duruşuna, elde ettiği başarılarına saygı duyuyoruz. Biz sizi böyle görüyoruz. Siz Robert Redford’u nasıl görüyorsunuz?
- Sizin gibi değil! Ne mutlu bana ki, bu insan olabildim. Aslında olmamam gerekirdi. Tamamen şans. Hayata zor şartlarda başladım. Problemli bir çocukluk ve gençlik. Davranış bozukluğu olan biriydim. Zaten doğam gereği isyankardım. Çok bağımsızdım. ‘Bağımlı kişilik yapısı’ denir ya, benimki tam tersi ‘bağımsız kişilik yapısı’ydı. Zihnim de bağımsızdı.
Ama bu iyi bir şey...
- Bir sanatçı için evet ama bir çocuk için değil. Gereğinden fazla bağımsızlık ve cesaret, başınıza iş açar. Sevdiklerinizi üzer. Benim hep ehlileştirilemeyen bir yanım oldu. Kendimi bulmam; bulabildiysem tabii; epey zamanımı aldı. Ayağım çok takıldı, bir sürü çukura düştüm. Ama onlar bana çok şey öğretti. Hayal ettiğim şey ressam olmaktı ama resim okurken, oyunculuk eğitimi almaya karar verdim. Ve birden oyunculuğun, zihnimin demir atabileceği, meslekten öte bir şey olduğunu keşfettim. Artık benim de bir odağım, bir hedefim vardı. Üstelik kendimi ifade edebilmenin bir yolunu bulmuştum. Sorunun cevabı bu işte, kendini doğru dürüst ifade etmeye çalışan biriyim sadece.
O kadar çok sıfatınız var ki... Büyük sanatçı, işadamı, çevreci, siyasi katılımcı, sosyal sorumluluk savunucusu, aktivist, yaratma ve ifade özgürlüğü destekçisi... İnsan sayarken yoruluyor...
- Sayma o zaman. Ben sadece karşındaki adamım!
Paris’e resim eğitimi almaya gidiyorsunuz. Bir Amerikalı için çok acayip bir durum değil mi?
- Deli misin tabii. Üstelik o yıllarda. 1957’de Avrupa bugünkü gibi değildi. Savaştan yeni çıkmıştı, yaralarını sarmaya ve kendini yeniden var etmeye çalışıyordu. Ben de 18 yaşındaydım. Maceraperest ruhumla ben önce Floransa’ya gittim. Oldum olası çizim yeteneğim vardı, resim okurum dedim, bir süre orada yaşadım, sonra Barselona, sonra Paris...
PETROL SAHASINDA ÇALIŞTIM
Hangi parayla yapıyorsunuz bunu? Aile varlıklı mı?
- Yok canım. Bir yıl ABD’de bir petrol sahasında çalıştım. Bir yıl bana yetecek kadar para kazandım. Ama tabii çok idareli kullanmam gerekiyordu, hostellerde kalmam icap ediyordu. Her yere otostopla gittim ama buydu istediğim, kendi kendime takılmak, dünyayı kendi başıma keşfetmek.
Aileniz nasıl karşıladı bu durumu? “Çekti gitti bizim oğlan, nasıl başa çıkacağız bununla mı?”
- Annem zaten ölmüştü. Babam ikinci kez evlenmişti. Beni umursayan birileri yoktu. Özgürdüm. Ve yalnızdım. Sonuç olarak sanat okudum, para bitince de New York’a döndüm ve biri sürü tesadüf sonucu kendimi bir oyunculuk okulunda buldum. Ve birden “Evet ya işte bu!” dedim.
Sinemacı olmak için doğmuş biri misiniz yoksa kendinizi eğiterek mi bu noktaya geldiniz?
- Evet kendimi eğittim. Ama sinema için yaratılmış olduğum da kesin.
Hâlâ basın toplantısında çizim yapıyorsunuz, resim aşkınız da hiç bitmemiş...
- Hayır bitmedi. Çizim kabiliyeti bir sinemacı için bir hediye. O coşkuyu kaybetmeyi hiç istemem. Ayrıca insanı eğlendiren bir şey, her gördüğün ayrıntıyı çizgiye dökebilmek. 18 yaşında Avrupa’yı gezerken, günlük tutar gibi her gün çiziyordum. Yalnız biri için iyi bir arkadaş.
O kadar yakışıklı ve güzel bir adamsınız ki, yalnız olmanız mümkün mü?
- Valla, o zamanlar “A ne yakışıklısın sen!” diyen kimse yoktu.
Sizi yakışıklı kılan şöhret mi yani!
- Belki de. Ama şöhret çok sonra geldi. Hiçbir zaman kendimi güzel bir adam olarak görmedim, görmem. O yüzden de insanlar yakışıklısın dediklerinde şaşırıyorum.
Olur mu siz gelmiş geçmiş aktörler arasında en yakışıklı sarışınlardan birisiniz. Efsane olmuşsunuz artık, ötesi var mı?
- Aman hayır. Kendime bakmaktan hoşlanmam, filmlerimde bile kendimi izlemeyi sevmem.
Şu an ‘oynamıyorsunuz’ değil mi?
- Hayır.
Sizde hem çekici hem güvenilir erkek kombinasyonu var, formülünüz süper.
- Gerçekten mi?
Bir de çok alçakgönüllüsünüz...
- Benim için alçakgönüllükten daha değerli, daha önemli bir şey var: İnsanlık. Bu meslekte şöhret olunca, sizin için çalışan bir sürü insan oluyor. Giderek bir orduyla birlikte yaşıyorsunuz, derken o büyük kalabalık içinde yalnızlaşmaya, izole olmaya başlıyorsunuz. Ama bu gerçek bir şey değil, çünkü sahici insanlardan kopuyorsunuz. Ben hiçbir zaman böyle biri olmayı istemedim. İnsanlarla iç içe olmayı seviyorum. O yüzden insanlık, insan kalmak önemli diyorum, Çünkü bazı ünlüler yaratığa dönüşüyor.
EGOMU İŞİME SOKTUM
Egonuzun büyütmemeyi nasıl becerdiniz?
- İşime soktum egomu. Kişisel hayatına sokarsan, batarsın, bitersin!
Sizi Robert Redford yapan filminiz hangisiydi?
- ‘Butch Cassidy and Sundance Kid’. Ben bile beklemiyordum. Birdenbire parladım. Gördün mü filmi?
Elbette.
- ‘Raindrops Keep Falling on My Head’ şarkısını hatırlıyor musun? Saçmalık olduğunu düşünmüştüm, “Bu ne ya?” dedim, o kadar anlamsız gelmişti... Demek istiyorum ki o zamanlar anlamıyordum bu işlerden ve o filmin tutacağına da ihtimal vermemiştim. “Yağmur bile yağmıyor, o aptal şarkıyı neden koymuşlar” demiştim. Ama yanılmışım...
İlk Oscar’a aday oluşunuzda Oscar’ı alıyorsunuz. Nasıl hisseder insan kendini?
- Huzursuz.
Nasıl yani?
- Tamam inanılmaz hoşuma gitti, çok gururlandım ama beni zorladı. Ödüller zorlaştırıyor hayatı. Çünkü sürekli o standartı yakalamaya kendini zorluyorsun.
Yoksa siz de o iflah olmaz mükemmeliyetçilerden misiniz?
- Evet öyleyim. Ama mükemmel dediğin anlardır, dakikalardır. Uzun sürebilecek bir şey değil. Mutluluk gibi yani. Sonsuz ve mutlak bir mutluluk da yok. Mutlu anlar var. Aynı şekilde mutlak mükemmellik diye bir şey de yok. Ama ona ulaşmaya çalışıyoruz. Ulaşırsan şahane ama hemen bırak gitsin. Çünkü uzun süre mükemmelle haşır neşir olursan yandın, her şeyi mükemmel istemeye başlarsın. O da seni başka şeyleri tecrübe etmekten alıkoyar. Tecrübe edemezsen gelişemezsin.
Vayy sıfatlarınıza bir de ‘filozof’u ekleyeceğiz herhalde...
- E bu yaşta ister istemez oluyorsun. Yaşla birlikte insanın algısı artıyor, duyu organlarını daha fazla kullanmaya başlıyorsun, bütün deneyimlerinin üzerinden bir sonuca varıyorsun.
Kaç yaşındasınız?
- 76.
Bunu söylerken rahatsız mısınız?
- Yok canım niye olayım.
YAŞLANMAKTAN HİÇ KORKMADIM
Bir erkeğin en şahane yaşları ne zamandır?
- Valla 70’ler çok iyi. Çünkü tuhaf bir bilgelik geliyor insanın üzerine. Gençken ne yapsam, hangi yöne gitsem diye debelenip duruyorsun. Yaşlanınca, daha önce anlayamadığın şeylere bile anlam verebiliyorsun. Bu açıdan 70’ler çok iyi. Ama şu var, hâlâ fiziksel olarak sağlıklıyım. Ata binmeyi, yüzmeyi, kayak yapmayı severim. Bunların hepsini hâlâ yapıyorum. Yapamadığım bir dönem de gelecektir o zaman bana da sadece ‘filozof olmak’ kalacak. Bakalım göreceğiz. Ama benim yaşlanmakla ilgili korkum hiç olmadı.
Çok güzel kadınlar yaşlanmaktan korkarlar. Siz de efsane bir sarışınsınız! Korkmadınız mı?
- Gördüğün gibi estetik cerrahlarla işim yok, olmaz da. Avrupalı oyuncular akıp giden yıllarla didişmiyor, ABD’de ise nedense oyuncular kendilerini genç kalmak zorunda hissediyorlar. Bu acıklı bir şey. Bir süre sonra o yapaylığı görüyorsun. Bu da üzücü. Ve artık kendilerine benzemiyorlar, başka biri oluyorlar. Bana hep ruhlarından da bir şey eksiliyor gibi geliyor. Bence hayatımızı üzerimizde taşımamız güzel bir şey. Yüzümüzde taşımamız güzel. O kırışıklıklar biziz, niye yok edelim ki. Ama bu, benim görüşüm.
Oyuncu-yönetmen-yapımcı... Üçünün de ustasısınız. Mesleğinizin hangi dalı sizi daha mutlu ediyor?
- Hepsi şahane. Aktör olarak başladım. Aktör olarak başarılıysanız, daha fazlasını yapma hakkınız da oluyor. Çünkü an geliyor, hikaye üzerinde daha fazla kontrolünüz olsun istiyorsunuz, o zaman yapımcı olmaya karar veriyorsunuz. Sonra yönetiyorsunuz. O daha da tatmin edici tabii. Ama hepsi oyunculukla başladı, galiba beni hâlâ en çok oyunculuk mutlu ediyor.
Sizin için sinema a) Ticaret mi b) Sanat mı c) ‘Kalbine yakın’ filmler yapmak mı?
- Film hem ticaret hem sanat. Ama Hollywood mesela tamamen ticaret. Benim yıllar önce Sundance projesine başlama sebebi buydu: Bağımsız sanat filmlerine destek olabilmek. Tamam filmler düşük bütçeli ama size daha çok özgürlük veriyor. Bu özgürlük bence çok önemli. Hollywood tamamen bir ‘iş’, her şey para için, çok iyi filmler de yapıyorlar ama benim için özgürlük ve bağımsızlık paradan daha önemli...
Neden bu meseleye sizin kadar gönül koyan başka bir sinemacı yok peki?
- Hiçbir fikrim yok. Umurumda da değil.
BAŞARININ KARANLIK TARAFLARI VAR
Geriye dönüp baktığınızda, “Yapmak istediğim her şeyi yaptım” diyebiliyor musunuz?
- Evet. Ben evin verandasında sallanan sandalyesinde oturup, “Ah keşke şunları yapsaydım” diye düşünen adamlardan olmadım. Hep iç sesimi dinledim. Yapmak istediklerimi yaptım.
Peki Robert Redford denen o dünya çapındaki adam olmanıza rağmen, nasıl bu kadar normal kalabildiniz?
- Başarı herkes için, hepimiz için önemli, değil mi? Evet, ben de başarıya ulaştım. Başarıya ulaştığın zaman ne yapmak lazım biliyor musun? Sıfırlamak ve başladığın yere dönmek lazım. Başarıyı çok fazla ciddiye alırsan, hayatın kayar. Başarı tehlikeli bir şey, sarıp sarmalayıp, sürekli yanımızda taşıyabileceğimiz bir şey değil.
1969’dan beri kurduğunuz bütün eğitim ve destek kuruluşlarının adı Sundance...
- Evet. Oscar’dan sonra sıkı bir başarı kazandım. 1970’lerde çok film yaptım, ticari olarak da başarılı fimlerdi. ‘Sıradan İnsanlar’ gibi bağımsız filmler de yaptım. O zaman dedim ki, “Artık sıfırlamanın, tekrar en başa dönmenin zamanı!” Ve bir süre ne yapabilirim diye düşünmek istedim.
Neydi düşünmek istediğiniz?
- Aldıklarımı nasıl geri verebilirim...
Evrenden aldıklarınızı mı?
- Evet. Kızılderililer yeryüzünden bir şey alınca, yerine bir şey koyman gerektiğine inanırlar. Ben de bir süre koymam gerekenin ne olduğunu düşündüm. Ve ‘Sundance’ fikriyle çıktım ortaya. Şöyle düşündüm: Bağımsız film konusunda öyle bir mekanizma kurayım ki, başka insanlara da yardımcı olabileyim. Böyle başladı. Utah dağlarında küçük bir oluşum şeklinde. Kâr amacı gütmeyen bir oluşum. Bu sayede temiz kalabilecektim, para insanı kirletiyor çünkü. Birkaç yıl sonra, meslekten arkadaşlarıma, yazarla yönetmenlere, kameramanlara, oyunculara “Bildiklerinizi bizim enstitüde anlatır mısınız?” dedim, “Genç insanlarla tecrübelerinizi paylaşır mısınız? Çok parlak fikirleri var ama dağınıklar. Onlara yardımcı olur musunuz?” Böyle başladı. Tutunca, baktım ki, evet bu insanları gelişimlerine yardımcı oluyoruz ama filmlerini gösterecekleri bir yer yok. Çünkü Hollywood onlara şans tanımıyor. Festival fikri böylece doğdu. 1986’da başladık. En azından bir topluluğumuz olsun, insanlar birbirlerinin filmini görebilsin... Şanslıysak başkaları da gelir görür diye düşündük, şanslıydık. Festival büyüdü, büyüdü, büyüdü... O zaman belki de bu işi daha da büyütmemiz lazım dedim, kanal işine girdik. AMC bizi aldığında direttim, “Yurtdışına da açılalım” diye. İşte o yüzden buradayım.
Sundance Channel kaç ülkede var?
- 25.
Peki insanlara ne vaat ediyor bu kanal? Niye izlesinler? Diğer kanallardan farkı ne olacak?
- Başka ülkelerin filmlerini izleyecekler. Ve kendi ülkelerinin bağımsız filmlerini.
Bütün bu yaptıklarınız, aslında sizin evrene teşekkürünüz mü? “Ben Robert Redford oldum. Ama üzerine yatamayacağım. Kendiliğimden olmadım. Bana sunulanları, aldıklarımı geri ödemek istiyorum” mu?
- Budur! Benden daha iyi söyledin. Ben şanslıydım. Bir de bu var. Her şey bizim kontrolümüzde değil, bir şeyler yardım ediyor gerçekten ve ben bunun için şükran duyuyorum.
Mutlu bir insan mısınız?
- Şu anda evet.
Normalde?
- Her zaman değilim. Karanlık tarafları olan biriyim. Karanlık bir geçmişten geliyorum ve yaşın ilerledikçe geçmiş uzaklaşmıyor, yakınlaşıyor. Onu hep içinde taşıyorsun...
Tabii ki istediğim bütün kadınları elde edemedim
İstediğiniz bütün kadınları elde edebildiniz mi?
- Daha neler! Tabii ki hayır.
Siz bu meşhur dünyaca ünlü aktör olduktan sonra kadınlar size mi geldi, o adama mı?
- Ya evet, işte böyle felaket bir soru işareti var! Haklısın. Kadınlar, çok güzel kadınlar, şahane kadınlar, sokakta görüyorlar seni. Zannediyorsun ki, sana geliyorlar; hayır ekranda ya da perdede gördükleri adama geliyorlar. Senin kim olduğundan bile haberleri yok. Bazı filmlerim o kadar tuttu ki, sokakta yürüyemez hale geldim, her tarafta fotoğrafçılar, paparazziler. Fark ettim ki, “Bu güzel ama tehlikeli bir şey. Kendimi korumam gerekiyor.” Şöyle bir hayat mottom oldu. Hep onunla yaşadım.
ŞÖHRETİN ÜÇ EVRESİ
Merakla bekliyorum...
- Şöhretin üç evresi var: Birincide tanınmaya başlıyorsun, ünleniyorsun. Yaptığın işleri herkes yere göğe koyamıyor. İltifat ediyor. Alkışlıyor. Tabii senin de hoşuna gidiyor. Ama fark ediyorsun ki, sana aslında güzel bir ‘nesne’ymişsin gibi davranıyorlar. İkincide, üstesinden gelemezsen sen de ufak ufak o ‘nesne’ymişsin gibi davranmaya başlıyorsun. Ve nihayet üçüncü de, kendini kaptırıp o ‘nesne’ oluyorsun. Meşhurluğun el kitabında yazmıyor bunlar ama şöhret sonunda seni öldürebiliyor.
Paylaş