Paylaş
Eşi benzeri zor bulunur bir aşktı onlarınki...
Şartsız şurtsuz, hesapsız kitapsız...
İçten, yürekten...
Gülriz ile Engin!
Tam 56 yıldır sevgiliydiler...
Büyük mutluluklardan, büyük acılardan geçtiler...
Son 40 yılı geceli gündüzlü hiç ayrılmadan yaşadılar.
Ve geçenlerde tiyatronun gelmiş geçmiş en büyük devlerinden Gülriz Sururi, tiyatronun efsane ustalarından Engin Cezzar’ını kaybetti.
Doktor, “Öldü” dediğinde eli Gülriz’in avcunun içindeydi.
Aslında, sadece o an değil, hep Gülriz’in kalbinin içindeydi. Bir an bile ayrılmamacasına...
Felç geçirmişti Engin Cezzar, konuşamıyordu ama onlar kendilerine o halde bile mükemmel bir ortak dünya yarattılar.
Hayatın onlardan aldığına kafa tuttular ve sadece seslerden oluşan yeni bir dil icat ettiler; aşkın dilini...
Ve Gülriz Sururi kaybettiği aşkını nasıl unutmayacağını anlattı, buyurun buradan okuyun!
Başınız sağ olsun! Hepimiz çok üzüldük, 56 yıllık aşkınız Engin Cezzar’ı kaybettiniz. Nasıl oldu?
- Teşekkür ederim. Başım sağ ama bu neye yarar bilmiyorum. 1960’tan beri birlikteydik Engin’le. Sadece aşkım değil, her şeyimdi. Diğer yarımı kaybetmiş gibiyim...
Tam olarak nasıl oldu? Hastaneye mi kaldırıldı?
- Engin’in hep bir kalp sorunu vardı. 2000’den beri ameliyatlar, piller-miller, stent’ler. Zorlu bir dönem yaşadı. Derken felç indi, konuşamamaya başladı. Yine de, her şeye rağmen birlikte güzel bir hayat yaşadık. Evet, pek çok zorluk atlattık ama hep hayatı eskisi gibi neşeyle yaşamaya çalışan, dünyanın keyfini çıkarmaya uğraşan insanlardık. Ama Engin inattır, sonunda ilaçlarını almak istemedi.
Neden?
- Öyle. Öteden beri ilaca karşı. Felci de o yüzden geçirdi. Kalp ilaçlarını almak istemediği için. İlaçları, yatakların altından, buzdolaplarından, bilmem nerelerden topluyorduk.
Niye almak istemiyor ilaçlarını?
- Küçüklüğünden beri ilaçlardan hoşlanmıyor. İlaçlardan nefret eden ama evinde tıp kitapları bulunduran ve okuyan bir adam. “Bana bir şey olmaz, ben kuvvetliyim, ben güçlüyüm, ben grip bile olmam!” vardır ya, işte öyle bir tavır içindeydi. O ilaçları almayınca da iyice kötüledi. Ve derken bedeni yoruldu. Benimle artık dışarı bile çıkamaz oldu. Galalara, oyunlara gelmek istemiyordu. Güçtün düştü. En son fizik tedavisini de bıraktı. Önceleri çok mücadele ettim, ama sonunda kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü çok halsizdi. Hep uyumak istiyordu. Yataktan kalkmak istemiyordu. Yavaş yavaş kötü bir döneme girdi...
Yazın Bodrum’da peki?
- Bodrum’u seviyordu. Zaten Bodrum’dan döndükten sonra ‘o dönülmez yola’ girdi. Gerçi Bodrum’da da fizik tedaviye gitmek istemiyordu, ona rağmen zorluyordum, ama İstanbul’da gelince toptan vazgeçti ve tabii yatağa daha çok bağlandı...
ÇOK YAKIN ZAMANA KADAR NEŞELİYDİ GÜNLERİMİZ, GECELERİMİZ...
Peki hayattan da mı vazgeçti?
- Hayır asla! Tüm bu anlattığım olumsuz tabloya rağmen, hayat doluydu. Neşeliydi.
Ölmek istiyor gibi değil yani...
- Kesinlikle değil! Hayata fevkalade bağlıydı. Ama artık böbrek iflas etmiş, kalp yetmezliği var... Bundan sonra diyalize de girmesi gerekebilirdi, solunum için maske takmak durumunda kalabilirdi. Bütün bunların olabileceğini biliyordu ama yine de ilaçlarını almıyordu. Fakat biz iyiydik, her akşam iki kadeh şarabımızı içiyorduk. Kadehlerimizi tokuşturuyorduk. Çok yakın zamana kadar neşeliydi günlerimiz, gecelerimiz... Mesela her öğle yemeğinden sonra karşılıklı kahve içerek sohbet ediyorduk. Telefonda konuşuyorduk. Kaç kişi şahit olmuştur ve çok şaşırmıştır. Konuşamayan bir adamla telefonda konuşabiliyordum ve her söylediğini anlayabiliyordum. Böyle bir yaşam sürdük...
Çıkardığı seslerden mi anlıyordunuz ne demek istediğini?
- Evet. O seslerden kendince kelimeler yaratıyordu. Bir süre sonra aranızda özel bir dil geliştiriyorsunuz. Tiyatrocu olduğu için, iletişimi kuvvetli biri. Anlıyordum onu, hiçbir sorunumuz yoktu. Zaten anlaşmak için konuşmanız gerekmiyor.
Ve kafası yerindeydi...
- Tabii tabii. Zaten kafası yerinde olmasa birlikte yaşayamazdık ki! Fevkalade yerindeydi. Espri dahi yapıyordu. Aklı hiç gitmedi. Hayata bağlılığından hiç taviz vermedi. Ama bedeni iflas etti...
DOKTOR ‘KAYBETTİK’ DEDİĞİNDE, HÂLÂ ELİNİ TUTUYORDUM
Peki siz ona “Neden ilaçlarını almıyorsun? Ben bunları neden yatağının altından buluyorum” dediğinizde ne diyordu?
- Engin öyle bir adamdır, kafasının dikine giden. Ama biz de pes etmedik tabii, sonradan ilaçları yemeklere filan karıştırarak vermeye başladık. Bunlara rağmen olmadı. Son olarak kendini iyi hissetmediği için hastaneye kaldırdık. Dönüşü olmayan o yolculuğa çıkacağını hem biliyordum hem bilmiyordum. Kabul etmek istemiyor insan. Üç gün kaldık hastanede. İki gün yoğun bakımda kaldı. Yüzünde maske vardı, artık zor nefes alıyordu. Üçüncü gün gitti...
Ölüm sebebi ne?
- Tüm organları iflas etmiş. Hastaneye giderken bir enfarktüs geçirmiş, ondan 12 gün önce de evde geçirmiş. Kalbinde pil olduğu için o farkında değil, biz de değiliz.
Vedalaşabildiniz mi?
- Evet, tabii. Yanındaydım. Elini tutuyordum. Öptüm ve vedalaştım. Eli, avuçlarımda öldü... Doktor, “Kaybettik” dediğinde, hâlâ elini tutuyordum.
ONU YAN ODADAYKEN BİLE ÖZLÜYORSAN İŞTE BU MUHTEŞEM BİR ŞEY!
Engin Cezzar’dan en çok ne öğrendiniz?
- Sanatçı olarak kendi kapasitemi. Müthiş bir şey yaptı o bana, en beklenmedik oyunlarda rol verdi. Dormen Tiyatrosu’nda çalışırken, evet ‘Sokak Kızı İrma’ ile büyük bir üne kavuştum ama biraz aptal sarışın gibiydim. Engin’le başka bir yere sıçradım. Ondan sonraki bütün başarılarım, hepsi Engin’in eseridir. En iyi yönetmenimdi. Uzun yıllar birlikte çalıştık. Son 40 yılı da gece gündüz ayrılmadan yaşadık...
Bu aşk size en çok ne öğretti?
- Birlikte geçirdiğimiz 56 yılda bir sürü farklı evre yaşadık. Büyük mutluluklar, büyük acılar. Pek çok duygu bir arada. Ama en başında aşk olmasa, hayatta buralara erişemezdik! Aşkla başlayan bir evliliğin varsa ve o devam eden bir evlilikse, birlikte olmaktan keyif alıyorsan, hâlâ birlikte öğreniyorsan, birbirinin gözünün içine bakıp gülümsüyorsan, ona sarılmak için an kolluyorsan, onu yan odadayken bile özlüyorsan, işte o muhteşem bir şey! Bizimki öyleydi.
Ne zaman katıla katıla ağladınız? Kendinizi hep tutuyor musunuz?
- Yok canım. Engin’in hastalığının ilk yıllarında perişandık. Kendimize nasıl bir düzen oturtacağımızı bilmiyorduk. Birkaç kere Engin’le birlikte hüngür hüngür ağladık. Çünkü “Neden ben?” diyordu ve benim ona verecek bir cevabım yoktu...
İnsanlar onu nasıl hatırlasın istersiniz?
- Nasıl hatırlamak istiyorlarsa öyle hatırlayacaklardır. Kimse bunu değiştiremez. Ama görüyorum ki arkadaşları, dostları, izleyicileri onu çok güzel hatırlıyorlar. Bana o kadar güzel şeyler yazıyorlar ki. Müthiş bir isim bırakmış arkasında, çok sevdirmiş kendini. Ama tabii keşke yaşarken bilsek sevdiklerimizin kıymetini, biz ölmeden iyi bir şeyler yazmayı sevmiyoruz birileri için...
Siz ölümden korkuyor musunuz?
- Hiç korkmadım. Birkaç kere de ölümle burun buruna geldim. Gelirse gelir, hoş gelir. Hepimiz öleceğiz. Bunun kaçışı yok...
İNSANLAR ÖLÜR, DÜNYA YAŞAR AĞAÇLAR ÖLÜR, ORMANLAR YAŞAR
Engin Cezzar bana hiç ölmezmiş gibi gelen biriydi...
- Bazı insanlar ölünce, ölmüyorlar! Eğer bir şeyler yapmışlarsa, kalıcı oldularsa, onlar ölmez. Engin de onlardan biri...
Ne kadar yalnız hissediyorsunuz kendinizi?
- Yalnızlığımı severim. Zaman zaman yalnız da kalmak isterim. Bazen yatak odama çekiliyorum ya da salonda yalnız çalışıyorum. Ha bir de, yeniden yemek pişirmeye başladım. Hayattaki en sevdiğim varlığı kaybettim diye öyle hüngür hüngür ağlamıyorum. Tabii bazen düğümleniyor filan boğazım, onu da Engin’le geçiriyorum. Ben, doğaya inanıyorum. Çok inanıyorum. “İnsanlar ölür, dünya yaşar... Ağaçlar ölür, ormanlar yaşar” gibi...
Gerçekten de tiyatro benim annem
Biricik eşinizin şimdi daha iyi bir yerde olduğuna inanıyor musunuz?
- Hayır! Çünkü biz cennetimizi de cehennemimizi de bu dünyada yaşadık. Cennet ve cehennemin de ayrı ayrı dönemlerde yaşandığına da inanmıyorum. Bir gün içinde insan cehenneme girip, sonra kurtulup, yeşil çimlerin üzerinde cenneti yaşayabilir...
Neden daha iyi bir yere gittiğini düşünmek istemiyorsunuz?
- Devam eden bir şey yok bence. Bitti, gitti. Elektriğin düğmesini kapatmak gibi. Artık simsiyah. Bence, ölümden sonra bir şey yok. Ruhlara inanılıyorsa, isterim ki ruhu çok güzel bir bebeğe gitmiş olsun. Ama ruh, hatırlayamadığına göre beni de hatırlamayacak.
Zor kabul etmek...
- Teselliye ihtiyacım yok ki!
Peki bir daha kavuşacağınıza inanıyor musunuz?
- Katiyyen... Şairin dediği gibi, “Bir testinin kulpunda buluşabiliriz belki bir gün...” Toprak olarak yani!
Nasıl bu kadar gerçekçi olabiliyorsunuz?
- Bilmiyorum. Annesiz büyümemin etkisi olabilir. Yaşadığım çocukluğun etkisi olabilir. Her zaman çok gerçekçi oldum. Ben başkalarını aldatmam, kendimi de aldatmam. Kendimi çok seviyorum ve çok saygı duyuyorum. Birkaç senedir fiziğimi pek beğenmiyorum o ayrı ama insan olarak kendimi takdir ediyorum.
Eşinizi ayakta tutmak, sizi de ayakta tutuyordu. Şimdi korkuyor musunuz “Boşluğa düşerim” diye...
- ‘Zefiros’ kitabımda, “Tiyatro benim annem!” diye yazmıştım. Gerçekten de öyle. Beni sarıp sarmalayacak, yaralarımı iyileştirecek tek şey o. Bu hafta da dört-beş oyuna gideceğim. Genç arkadaşlarım var, seçki yapıyorlar, onlarla beraber gidiyoruz...
BİZDEKİ CENAZE TÖRENLERİ AVLU KOKTEYLİNE DÖNÜŞÜYOR
Ben zannediyordum ki, o eski Engin Cezzar olamamaya, konuşamamaya, okuyamamaya, yazamamaya filan dayanamıyor, gitmek istiyor. Siz bırakmadığınız için gitmiyor.
- Hayır, hayır, öyle değil. Engin gitmeyi hiç mi hiç istemedi. Evde tadilat yapmak istiyordu. Eski bir apartmanımız var, “Şunları, bunları yapalım!” diyordu. “Öyle olmasın, böyle olsun...” Hep ileriye dönük çok güzel şeyler düşünüyordu. Ama tabii ben onun hayatta kalmasını sağlamak için çok şey yaptım. O da neden? Onsuz kalmak istemediğim için! Bunları Engin için yapmadım ben. Engin’siz bir yaşam çok zor gelecekti bana, o yüzden yaptım. Onun yaşaması için her şeyi yaptım. Ama kendim için yaptım.
BENİM YASIMI YAŞAMA ŞEKLİM FARKLI
Ne kadar gerçekçisiniz!
- Evet, öyleyim. Gerçekçi olduğum için Engin’e cenaze töreni de istemedim. Ama bu, birlikte verilmiş bir karardır.
Nasıl yani?
- Pek çok kişi aradı. Tören yapmak istedi. “Şurada, burada yapalım!” dediler, naaşını sahneye taşımak istediler. “Hayır” dedim. O, istediği gibi yaşadı, dünyamızdaki yolculuğunu tamamladı ve toprağa karıştı. Bu kadar.
Öyle bir tören onu mutlu etmez miydi? Ya da şöyle sorayım: Törene neden karşısınız?
- Gereksiz buluyorum çünkü. Ben de tiyatrodaki onuncu, yirminci, ellinci yılımı kutlamadım mesela. Ben kutlamadığım için bir şey eksiliyor mu?
İyi de Engin Cezzar’a bir cenaze töreni ya da bir anma töreni güzel olmaz mıydı?
- Ben yine gerçekçi gerçekçi konuşacağım şimdi: Bizdeki cenaze törenleri kötü oluyor. Bana samimiyetsiz geliyor. Avlu kokteyllerine dönüşüyor. Biz, merasim bilmiyoruz, ölüye saygı duymuyoruz. İnsanların dedikodu yaparak orada vakit geçirdiklerini, sosyalleştiklerini çok gördüm. Birbirini görmek için gelenler olduğunu da biliyorum. Bu da bana fena geliyor. Ben bir camiye, bir cenazeye gittiğimde, artık aramızda olmayan o kişiden başka bir şey düşünmemeye çalışırım. Çünkü orada ona yarım saat vereceğim. Tamamında onunla ol. Ama biz, böyle yapamıyoruz. O bakımdan da tören istemedik...
Beraber verdiğiniz bir karar mıydı?
- Tabii ki. İkimiz için de geçerli bir karar...
E peki tiyatrocu arkadaşları dese ki, “Gülrizcim, o bizim için bir üstat, bir dev, bir duayen... Sen ne dersen de... Biz bunu yapacağız...”
- Dediler. Telefon ettiler. Yanlış anlama, ben samimi bir şeye karşı değilim. Ama alaturka bir tören istemediğimi söyledim. Öyle naaşını filan sahnede görmek, hoşuma gitmeyen şeyler. Yapmadık da zaten. Benim yasımı yaşama şeklim de farklı...
Nasıl farklı?
- Öldü... Üç gün öncesine kadar kimseyle görüşmedim. Çünkü acımı tek başıma yaşamanın daha doğru olacağına inanıyorum. Şu da fena geliyor bana: Sevdiklerin ölüyor, ev insanlarla dolup taşıyor. Biri geliyor, öbürü gidiyor, kimi çok seviyor, kimi az seviyor ama herkes geliyor, herkes ağlıyor, seni ağlatacak duruma getiriyor, sen neye uğradığını şaşırıyorsun, kendinde olmuyorsun, herkese yetişmeye uğraşıyor, o karambolde ne acını yaşayabiliyorsun ne de yasını tutabiliyorsun. Bunu bildiğim için kesinlikle yapmadım ve çok mutluyum. Kendimi nasıl terapi ediyorum belki merak ediyorsundur, belki...
ONDAN AYRILDIĞIMI KABUL EDEMİYORUM
Evet, ediyorum...
- Tiyatroya gidiyorum. Engin’in ölümünün dördüncü gününde tiyatro izlemeye başladım. Hemen hemen haftada 4-5 oyun izliyorum. Üç gün de dizi izliyorum akşamları. Böyle geçiyor günler. Bir tek baş edemediğim uykularım. Uyku ilacı almadan uyuyamıyorum. Ben Engin’in öldüğünü kabul ediyorum ama ondan ayrıldığımı kabul edemiyorum. O her yerde benimle beraber... Yatakta yastığını okşuyorum, onunla dertleşiyorum, konuşuyorum onunla, bazen gülüyorum bile...
VATANINI ÇOK SEVEN BİR CUMHURİYET KADINIYIM
Geçen sene bu zamanlar Sevgililer Günü röportajı yapmıştık...
- Çok güzeldi, çok güzel bir anı oldu. Hele Engin elinden bırakamadı gazeteyi. O kadar mutlu oldu ki...
Şimdi havada gibi mi hissediyorsunuz kendinizi?
- Hayır. Hafif bir başım dönüyor. Daha çok oturma isteğim var. Egzersizlerimi bıraktım. Böyle bir tembellik hali var üzerimde. Ama onu eskiden içeride uyuduğu zaman ne kadar düşünüyorsam şimdi de o kadar düşünüyorum.
‘Evet’in, ‘hayır’ın, referandumun bir önemi var mı? Yoksa gözünüz hiçbir şeyi görmüyor mu?
- Olmaz olur mu? Çok önemi var. Hatta oturuyorum diyorum ya, elimden interneti bırakamıyorum. Elimden geldiği kadar bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Hakikaten vatanını çok seven bir Cumhuriyet kadınıyım. Onun için de elimden gelen, yazmak, yazmak... “Hayır” diyenlerle temas kurmak, kararsızları bulabilmek, bundan sonraki günlerde böyle şeyler yapacağım...
Paylaş