Paylaş
“YAŞADIĞIN en güzel şeylerden biri neydi?” deseler, “EMZİRMEK” derim.
Dünyanın en müthiş duygusu.
Bir seneden fazla süt verdim, bana kalsa üç sene verirdim!
Her gün üç saatte bir, kızımla aramızda müthiş bir bağ kuruluyordu ve biz, başka bir gezegende mutlu mesut yaşıyorduk.
Kimseye ihtiyacımız yoktu, mutlak bir mutluluk haliydi.
İki kişilik bir kozanın içine giriyorduk.
Mevsimler değişiyordu, olaylar oluyordu, gün batıyordu, yeniden doğuyordu, geceyle gündüz birbirini kovalıyordu ama biz Alya ile hep göz gözeydik, minik eliyle sıkı sıkı serçe parmağımı tutuyordu, diğer eli de mememin üzerindeydi (galiba kaçmayayım diye) ve cof cof emmeye devam ediyordu.
Nasıl bir huzur hali anlatamam.
Hiç ölmeyecekmişsin gibi bir duygu, ya çok âşıkken geliyor insana ya da çocuğunu emzirirken...
En azından bana öyle oldu.
Bir canlıyı canınla beslemek kadar acayip ve muazzam bir şey yok.
Sütüm de inekler kadar çoktu, ama işte bir sene sonra “Tamamdır, bebek aldı alacağını” diye bırakmam için tavsiyelerde bulundular.
Herkes aslında.
Kötü niyetli de değillerdi.
İstiyorlardı ki, anne de bir an evvel normale dönsün, o gittiği gezegenden dünyaya geri düşsün...
Yemin ederim, şimdi olsa kimseye kulak asmam, Allah ne verdiyse, ne kadar verdiyse giderim!
Çünkü kendimi daha iyi hissettiğim hiçbir dönem olmadı.
Pratiktim de...
Nerede süt verdiğimin de bir önemi yoktu, arabada, uçakta, alışveriş merkezinde, röportajda, sokakta, deniz kenarında, yazı yazarken...
Her yerde son derece becerikli bir şekilde emzirebiliyordum.
Memelerimi kimseye göstermeden de yapabiliyordum.
Öyle “Oran buran görünecek, orada burada emzirme!” diyen öküz bir adamla da birlikte olmadığım için bir sorun olmadı.
Kimse kızmasın ama erkeklerin çoğunun kafası bu emzirme işine basmıyor. Daha doğrusu emziren memeyle, cinsel organ olan memeyi ayıramıyorlar. Ve salak salak espriler yapıyorlar. Onlara erotik bir görüntü gibi geliyor.
Oysa emziren bir annenin seksle meksle alakası yok.
O kutsal bir dağda, ulvi bir şey yapıyor, başka hiçbir şey umurunda bile değil o sırada...
Ama erkekler bir türlü bu gelişmişliğe gelemediklerinden, bir kısmına, annenin bebek acıktığı zaman sutyenini açıp emziriyor olması ayıp, tuhaf, saçma ve uygunsuz geliyor.
Zannediyorlar ki, bu işin tek yeri ev. Anneler bebeklerini evde emzirirler. Öyle değil işte. Anneler bebeklerini her yerde, her şart altında emzirirler. Ve emzirmeliler.
Her yılın, 1-7 Agustos’unda, Türkiye dahil 120 ülkede Dünya Emzirme Haftası kutlanıyor.
Ayşe Özek Karasu’nun köşesinde okudum. Amaç, çocuk sağlığı için anne sütünü desteklemek, yaygınlaştırmak ve emzirmeyi doğal hayatın bir parçası haline getirmek.
Bu sebeple, son 10 yıldır dünyanın dört bir yanında toplu emzirme eylemleri düzenleniyormuş.
Kadınlar parklarda, meydanlarda toplanıp bebeklerini emzirip toplumu ehlileştirmeye çalışıyormuş.
Mesela New York’ta serbestmiş. 94’te çıkarılan bir yasadan bu yana, kadınlar istedikleri yerde, istedikleri zaman bebeklerini emzirebilme hakkına sahipmiş.
Türkiye ise öküz dolu...
Gönül ister ki, bütün kamusal alanlarda ve hatta Meclis’te de vekiller emzirsin, emzirebilsin.
Hiç kimseye aldırmadan. Ve o testosteron gurubuna ders versin. Kadın, anne de olur, vekil de, üstelik bu ikisini aynı anda olabilir...
Gerekirse Meclis’te dahi süt verebilir.
Bir gün olacak bunlar.
Ama biz görebilecek miyiz bilmiyorum...
Başınıza Karatay kadar taş düşsün!
KARATAY’la uğraşmaktan bıkmadılar.
Gün geçmiyor ki, Profesör Canan Karatay aleyhinde bir haber çıkmasın.
Bitmeyen bir kıskançlık.
Hoca, genel geçen fikirlerin, doğruların tersine bir şey söyledi.
O günden beri ortalık toz duman.
Düşmanlarının sayısı azalmıyor, her geçen gün artıyor.
Ama bir taraftan, “Karatay haklı çıktı” haberleri de artıyor.
En son örneği Gülenay Börekçi’nin haberiydi.
30 Temmuz’da İngiltere’de “The Real Revolution” diye bir kitap çıkmış. Kırmızı etin, tam yağlı süt ürünlerinin ve tereyağın zararlı değil, tam tersine zayıflatan, ‘yağı kafana takma yiyecekleri’ olduğunu anlatıyor...
Bir taraftan bunlar oluyor, bir taraftan Canan Karatay hakkında meslekten men edildiğine dair haberler çıkıyor.
Yazıktır, ayıptır, günahtır.
Üstelik doğru olmadığı ortaya çıktı.
Önümüzdeki günlerde, bu köşede Canan Hoca’yla yaptığım söyleşiyi okuyacaksınız...
İSTANBUL KAFASI
İSTANBUL kafası diye bir şey var.
İnsan kaçmak, kurtulmak istiyor ama kaçmak ne mümkün...
Popon nereye dönerse, İstanbul kafası da oraya dönüyor.
Yani nereye gidersen git, hep seninle birlikte!
İstanbul kafası öyle bir şey ki, kafası kesik tavuk gibi oradan oraya koşmak, yetişmek, kotarmak, toplamak, halletmek, “Bu da bitti, şimdi sırada ne var?” demek anlamına geliyor.
Yani durmak yok!
Sürekli bir şeylerin peşinde koşulacak.
Elinde bir tenis raketi, gelen her topa vurmak zorundasın, boş yok,
ıska yok...
Sabahtan akşama kadar bir o topa, bir bu topa koşturup duracaksın.
Gün yetmeyecek.
“Yine yetiştiremedim!” diye hayıflanacaksın, huzursuz yatacaksın, “Bugün peki yetiştirebilecek miyim?” diye huzursuz kalkacaksın.
Ne yazık ki bende o İstanbul
kafası var ve o kafadan kurtulmak mümkün değil.
Nereye gidersem gideyim, iş yoksa bile icat ediyorum.
O yüzden dün gözüm Bodrum’daki komşumun balkonuna takılınca çok sarsıldım.
Karı-koca duruyorlardı.
Oturmuş kahve içiyorlardı.
En güzeli de birbirlerine bakarak duruyorlardı.
Onlarla birlikte hayat da duruyordu.
Ay nasıl hoşuma gitti anlatamam.
Ben de istiyorum o durmalardan, uzun uzun sessiz kalmalardan, birbirine bakmalardan, konuşmadan anlaşmalardan.
Ama yapamıyorum işte.
Sürekli “Bir dakika geliyorum... Şimdi bitiyor... Şimdi gönderiyorum...”
Hep bir zamanla yarış...
Hep bir zamanla yarış...
Sürekli bir şeylere yetişme durumu, bir takım şeyleri yapma zorunluluğu...
Oysa durmak istiyorum.
Bu İstanbul kafasını çıkarıp bir kenara koymak istiyorum.
Paylaş