Paylaş
Ünlü ekonomi profesörü Arman Kırım son kitabını hastane yatağında, kanserle mücadele ederken yazdı
Öyle demişlerdi.
“Arman Bey, sizinle röportaj yapmak istiyorum” dedim. Ama benim
istediğim, ünlü ekonomi profesörüyle, farklılaşma ya da innovasyon üzerine konuşmak değildi. Ki iş dünyasına yönelik 17 kitap yazmıştı ve bu ülkede bu kavramların benimsenmesini sağlayan insandı, ‘Mor İnek’ onun eseriydi.
Ben Arman Kırım’la yemek üzerine de konuşmak istemiyordum. Oysa, gastronomi dünyasına yönelik de 21 kitap yayınlamıştı. Hürriyet Pazar’da altı yıl değişik yemek yazıları yazmıştı.
Ben hocaların hocasıyla, başına gelen kanseri konuşmak istiyordum, insanın ölümle karşı karşıya kalışını, öyle bir zamanda neler hissettiğini konuşmak istiyordum.
Reddetti. Hem de hiç düşünmeden.
“Ben bu hastalığı yeneceğim!” dedi.
Ne yalan söyleyeyim, hayran oldum, gücüne, azmine, cesaretine…
“Peki” dedim.
Çaresiz kapattım telefonu.
O bir devrimci, kim ne derse desin, o bir yenilikçi ve her şeye meydan okuyan biri.
Böyleleri farklıdır ve herkesin çok kolay hazmedeceği tiplerden değildir.
Arman Kırım da öyle.
O, Türk gastronomi dünyasının gelişmesine katkıda bulundu.
Türkiye’nin zenginleşmesi ve refah seviyesinin artması, odaklandığı ilgi alanıydı. Ülkeye, net strateji ve eylem planları öneren, ‘Türkiye nasıl zenginleşir?’ ‘Yeni girişimcilik: Refahın ve Kalkınmanın Çaresi’ diye kitaplar yazdı. Ve son olarak, hastane yatağında, geçtiğimiz günlerde çıkan ‘Bulut Gelir Söke’ye, Çek Eşşeği Köşeye’ isimli küçük ve orta boy şirketlerin gelişmelerine ışık tutacak rehber bir kitap…
Onun hastalığa direnme biçimiydi çalışmak, üretmek…
Geçtiğimiz günlerde yine aradım.
Bu sefer kabul etti.
Ben de soluğu, Gayrettepe’deki Florence Nightingale’de aldım. Halsiz görünüyordu, artık mide enzimleri de çalışmadığı için burnundan besleniyordu.
Fakat beni görünce doğruldu. Söylüyorum, inanılmaz bir adam.
Tabii ki çok zayıflamış. Ama içindeki hayat enerjisi, hâlâ orada, duruyor.
Bedeni zaman zaman şalter kapatmak istiyor. Ama beyni direniyor. Gücüne, azmine, o her şeye meydan okuyan ve her daim dik duran haline hayranım.
Gelecek üzerine konuştuk, oracıkta bile bana bir sürü fikir verdi, o bir proje adamı, projeler üretsin, insanların hayatını kolaylaştırsın, şahane fikirler bulsun, kavramlar ortaya atsın, onların peşinde koşsun, yeni kitaplar yazsın…
Başına ne gelirse gelsin, hayatın ışığı onun içinde…
Ve söylemeden edemeyeceğim, müthiş bir karısı var, Yudum, her an onun yanında, destekçisi ve dünyalar güzeli kızları Zeynep…
Haziranda hayalini kurdukları gibi birlikte Alaska’ya gitmeleri dileğiyle…
Artık iyi şeylerin bu aileyi bulması dileğiyle…
Bir mucize olması ve hastalığın seyrinin değişmesi ve Arman Kırım’ın eski sağlığına kavuşması dileğiyle…
Son kitabınızı hastane yatağında yazdınız: ‘Bulut Gelir Söke’ye, Çek Eşşeği Köşeye’. Bu nasıl bir şey?
- Hırs, delilik, ne derseniz deyin … Birikimlerimi zaman kaybetmeden bir an önce okurlara aktarmak… Bir de hastane ortamı sıkıcı. Boş boş oturup, tavana bakmaktan daha iyi geldi…
Aynı zamanda hayata bağlılık mı? Ya da hayattan kopmamak için tutunduğunuz bir ip mi?
- İkisi de. Boşlarsam düşerim inandım hep. Çalışkanlık beni hep kamçıladı, üretken yaptı ve en önemlisi hayata bağladı.
Hastalığınız nedir?
- Adı ‘Nasopharyngeal Carcinoma’. 2007’de başladı. Sabahları burnumdan çok küçük kan damlaları geliyordu. Ben bir anormallik olduğunu anladım ama gittiğim doktorları ikna edemedim, evham zannettiler. Sonra teşhis kondu: Orta Asya’da sık görülen bir tür geniz tümörü. Güya tedavisi en kolay kanser türlerinden. İlk başladığında, “Yüzde 100 geçecek ” dediler, ama metastaz yaptı. O zaman da işin rengi değişti. Aslında geçen aya kadar çok iyi gidiyordu…
Şu an hangi aşamada?
- Hava durumu gibi. Bir bakıyorsun iyi, bir bakıyorsun kötü …
İlk öğrendiğinizde ne hissettiniz?
- İlk birkaç gün berbat . Ama çok çabuk üstesinden geldim.
Nasıl başa çıktınız?
- Kemoterapi, radyoterapi, ameliyat, yakın takip…
Hiç yıldığınız, “Nasıl olsa hastayım!” dediğiniz, vazgeçtiğiniz, kendinizi bıraktığınız zamanlar olmadı mı?
- Oldu. Ama çok nadir. O zaman da açtım soğuk beyaz şarabımı, tek başıma düşüncelere daldım, planlar yaptım. Öyle ya, sen bitince hayat bitmiyor...
Bu gücü nereden buluyorsunuz?
- Sanırım Allah veriyor.
Hastalık, enerjinizi almıyor mu?
- Hastalığım sırasında yaptıklarıma bakarsan birkaç kat enerjiyle yaşamışım.
Tam da bu. Hastalığınıza rağmen müthiş bir enerjiniz var, nereden kaynaklanıyor?
- Kendime bitirmem gereken işler icat ediyorum. Hem de sayıları birden fazla. “Hangi birine yetişeceğim?” diye plan yaparken, bir de bakıyorsun hastalık aklımdan uçup gidivermiş.
Peki ya vücudunuzun şalteri kapatmak istediği oluyor mu? Bunu hissediyor musunuz?
- Büyütmem gereken küçük bir kızım var. O şalteri nasıl isteyerek kapayabilirim ki? Şimdiye kadar hiç ihtiyaç duymadım ama bu arada Dr. Kevorkian gibi tanıdığınız iyi bir şalterci varsa adresini bilmemin de bir zararlı olmaz! Bu işin şakası, niyetim asla gitmek değil, buralarda kalabildiğim kadar kalmak…
Şu anda çok çok iyi olsanız, kiminle, nerede, ne yapmak istersiniz?
- Vallahi bir hafta öncesine kadar çok ama çok iyiydim. Karım ve kızımla çok güzel bir seyahat yaptık. Yine öyle bir seyahat isterim.
Siz, tat uzmanısınız, müthiş bir gurmesiniz, bir yemekten ağzınıza bir lokma aldığınızda içinde tek tek ne olduğunu sayabiliyorsunuz, yakalandığınız hastalık, ‘ilahi bir şaka’ mı? Çünkü geniz kanseri…
- Aslında geniz kanseri tat duygularını çok etkilemiyor. Kemoterapiler etkiliyor. Ben hep şuna inanırım: Allah cömertçe verirken, “Ben bunları zaten hak ettim” demeyeceksin, geri alırken de, “Neden benden alıyorsun?” diye sorgulamayacaksın. Veren de o, alan da. Bize sadece kabullenmek ve sabretmek düşüyor. İngiliz atasözünü unutma: “Hayat her şeyin tersini görecek kadar uzundur…”
İnsan hiç kızmıyor mu peki?
- 57 yaşını doldurmak üzereyim. Dolu dolu bir hayat yaşadım. Artık ne yapsam, bana katkısı marjinal geliyor. Sence kime kızayım: Bana bu kadar şanslı bir hayat yaşatan Allah’a mı? “Yahu bunları benden neden geri alıyorsun?” mu diyeyim?
Ortada kızılacak bir şey yok; ben de kimseye kızmıyorum .
Doktorlar, size neler söylediler ve neler oldu?
- Ayşecim, bu süreçte bir sürü şey duydum. “İyi gidecek!” diyen de oldu, “Tedaviyle filan uğraşma, iyileşme ihtimalin yok, git Club Med’de keyfine bak!” diyen de. Ben hem mücadele ettim, hem de Club Med yaklaşımını aklımdan çıkarmadım.
Ölüm, korkutmuyor mu sizi? Ben korkuyorum…
- Ölüm , hayatın ayrılmaz bir parçası, neden korkayım?
Sizin hastalığınıza verdiğiniz en büyük tepki ne?
- Yıllardır biriktirdiğim bilgilerin benimle birlikte gitmemesi… O bilgileri bir an önce toplumla paylaşma isteği… Bu kadar yazma-çizmenin altındaki temel dürtü bu…
Hard diski burada bırakmak yani…
- Öyle de diyebilirsin…
İnsan peki neler hissediyor? Hesaplaşıyor mu, yaptıklarıyla, vicdanıyla? “Çok güzel bir hayat yaşadım, geride çok eser bıraktım, eşim ve çocuklarımla yaşadıklarım müthişti. Bunlar bana yeter, ölümü dert etmiyorum…” diyebiliyor mu?
- Ben diyebiliyorum. O nedenle kendimle barışığım.
Yoksa biz insanlar, ölümü reddetmeye mi programlanmışız? Ne olursa olsun, ölmeyeceğiz gibi mi geliyor…
- İnsan ölüm gerçeğiyle yüz yüze gelene kadar, kendini ‘ölümsüz’ hissediyor. Ağzından ‘ölümlüyüz’ lafı çıksa bile içindeki his bu. Ne zaman ölüm, hayatın bir parçası oluyor, o zaman her kişide tepkiler değişiyor. Hep beraber başka bir ortak zemine geçiyorsun: “Biz gerçekten ölümlüyüz…”
Her şeye meydan okuyan bir haliniz var. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
-Yenilikçi insanlar meydan okur. Statükoyu kabul etmezler. Ben de hayatım boyunca yenilikçi ve antistatükocu oldum. Kafama yatmayan her şeyi sorguladım. Bir tek Allah’a meydan okumam.
Bu güveniniz nereden kaynaklanıyor? Hoca olmak mı, kişilik mi, aileden mi?
- Bilgili olmaktan, dünyayı çok yakından takip etmekten, sürekli okumaktan, gözlem yapmaktan, tecrübeden … Sadece uzmanlık bilgilerine değil, genel bilgilere de meraklı olmaktan. Mesela klasik müziği iyi biliyor olmaktan…
Bu kadar çok kitap ve makale yazmamış olsaydınız… Kendinize bu kadar güvenli olabilir miydiniz?
- Olamazdım. Bunların birikime, sinerjik etkisi oluyor. Bir yerdeki eksikliğinizi , başka yerde yazmış olduğunuz bir bölüm tamamlıyor.
Sanki hayat denen bu oyun devam edecek ama oyuncu olarak siz olmayacaksınız. Böyle hissediyor musunuz bazen? Hayatın, sizsiz de devam edecek olması, sizi üzmüyor mu?
- Hayat zaten kuruluşundan beri böyle oynanmıyor mu? Sultan Süleyman bile artık sadece sanal oyunun içinde yer almıyor mu?
Vasiyet hazırladınız mı?
- Dur be Ayşe, henüz bir yere gittiğimiz yok!
Zeynep 8 yaşında ve en büyük hazinem
Eşiniz Yudum, benim lise arkadaşım. Okulda bir sürü erkek peşindeydi. Siz onu nasıl baştan çıkardınız?
- İlk görüşte âşık oldum. Gençken tanısaydım belki hiç şansım olmazdı ama sonunda piyango bana çıktı...
Kadın- erkek ilişkilerine de Türkiye ekonomisi kadar hakim misiniz?
- Zerre kadar değilim!
Bu ülkede hangisi daha zor: Memleketin ekonomisini düzeltmek mi, kadın-erkek ilişkilerini normal hale getirmek mi?
- Benim için, tabii ki ekonomiyi düzeltmek!
Yudum görür görmez, “İşte aradığım kadın!” mıydı?
- Öyleydi. Bekârdım, bir süredir Yudum’un da arkadaşı hoş bir hanımla çıkıyordum. Kız inanılmaz iyi ve gerçekçi biriydi. Bir süredir bana , “Arman, aslında senin dengin ben değilim, Yudum diye bir arkadaşım var, sanki ikiniz birbiriniz için yaratılmışsınız” dedi. Tuttu Yudum’u kendi elleriyle benim evime yemeğe getirdi. Güzel yemekler yaptım. O zaman moda Çin yemeğiydi. Geliş o geliş. 12 yıldır mutlu ama gerçekten mutluyuz, bir de sekiz yaşında Zeynep isimli hazinemiz var.
Yudum kaderiniz miydi?
- Geriye doğru bakınca evet, aynen öyle görünüyor.
İnanıyor musunuz kadere?
- Evet, bilgi birikiminiz arttıkça, bilmediklerinizin ne kadar fazla olduğunu idrak ediyorsunuz. Açıklayamayacağınız kavramlar daha da büyümeye başlıyor. Kader de bence böyle bir şey.
Birbiriniz için yaratıldığınıza inanıyor musunuz?
- Doğum anında belki öyle değildi ama zaman, bizi kopmaz bir ikili yaptı.
Ne tür sürprizler yaptınız Yudum’a? Yapar mıydınız?
- Ona bir keresinde, doğum gününde, kırmızı halılı, papyonlu-gece elbiseli çok şık bir parti hazırlamıştım. Dışarıda kar vardı, 24 Aralık’tı. Her katılan ara sıra hatırlar. Çünkü çok özeldi…
Yudum’la birlikte olduktan sonra daha çok kitap yazdınız. Sebebi var mı?
- Var tabii: Huzur. Yazdığım 21 kitabın 17 tanesini onunlayken yazdım.
Allah cömertçe verirken “Hak etmiştim”, geri alırken de “Neden alıyorsun?” demeyeceksin...
İnsan, eşinin iyi bir yol arkadaşı olduğunu ne zaman en çok anlıyor?
- Yol çatallaşınca. Yudum benim için hep çok iyi bir yol arkadaşı oldu.
Zeynep en küçük çocuğunuz… Doğumu, sizin, olgunluk dönemine gelmiş olsa gerek. Bu anlamıyla fark oldu mu?
- Evet, tam da bu yüzden Zeynep bana hazine değerinde geldi. Hem kızım hem torunum ve de hepsi aynı evde. Bundan güzel şey olur mu?
Onun hiçbir anını kaçırmamaya dikkat ettiniz mi?
- Anlatamayacağım kadar çok…
Kitaplar dışında, onun için özel bir anı bıraktınız mı?
- Her gemi seyahatinde çekilmiş iyi giyimli, smokinli aile fotoğrafı dizisi ...
Nasıl bir babasınız? Oyuncu, dalgacı, ciddi, yardımcı, öğretici, problem çözücü, komik…
- Daha çok dalgacı, komik ve öğretici.
Onunla birlikte en çok ne yapmayı seviyorsunuz?
- İkimiz birlikte baş başa öğle yemeğine gitmeyi…
Çocuğunuza en önemli miras olarak ne bıraktığınızı düşünüyorsunuz?
- İnşallah özgüven bırakabilmişimdir. Zeynep, sekiz yaşında, 41 ülke gördü. 10 aylık olduğundan itibaren bizimle seyahat ediyor. Akşamları evden çıkmamak bile bir tercih benim için, çünkü kızımın büyümesinin tek saniyesini kaçırmak istemiyorum.
KALBİNİ KIRDIĞIM BİRİLERİ VARSA BU VESİLEYLE AFLARINI RİCA EDERİM
Hayata yeniden başlayacak olsanız, ne iş yapardınız?
- Gene bilim adamı, akademisyen olurdum, düşünür, yazı yazardım.
Kalbini kırdığınız, özür dilemek istediğiniz biri var mı?
- Eğer varsa, cümlesinden bu vesileyle aflarını rica ederim.
Babanızdan size ne kaldı?
- Paraysa, hiçbir şey. Çalışkanlıksa hiçbir şey. Vizyonsa hiçbir şey. Gördüğünüz bina, şahsi kaynak, emek, vizyon, çalışkanlık, iyi insan ilişkileri, doğru insanlarla beraber olmak, yenilikçilik ve aşırı dürüstlük gibi çok erdemli temel direkler üzerine kuruldu.
Bu son kitapta esas olarak neyi anlatıyorsunuz?
- ‘Bulut Gelir Söke’ye, Çek Eşşeği Köşeye’nin (Girişimciler, Küçük ve Büyükçe Şirketler için Daha Kazançlı İş Yapmanın Rehberi) tezi şu: Ülke ekonomisinin çoğunu bu tarz şirketler oluşturuyor. Ama onlara rehber olabilecek neredeyse tek bir yayın bile yok memlekette. Ben de herkesin anlayabileceği dilden, işlerini daha başarılı yapmaları için bir rehber verdim. Hepsi bu. Kitabı anlamak için okuma-yazma bilmek yeterli.
Kitabın komik adı ne ifade ediyor?
- Mesajınızın kalıcı olması için basit, net olması ve sürpriz içermesi gerekiyor. Diğer tür mesajlar uçarken, bu türler yüzlerce yıl kalıyor. Benim kitabım her tür
işadamına basit ve kalıcı iş mesajları içeren önerilerden oluşuyor.
Koton’un danışmanıydınız, Koton’da ne başardınız?
-2001’de 8 milyon dolar cirolu küçücük bir şirketken, strateji danışmanı olarak başladım. Hâlâ öyleyim. Bugün Türkiye’nin en büyük ikinci hazır giyim firması, yıllık cirosu 450 milyon dolardan fazla, 24 ülkede 270 şubesi var.
Yani Koton’u siz mi marka yaptınız?
- Büyük ölçüde.
HEM KRİZ HEM CRUISE SİHİRBAZI
Hem kriz hem ‘cruise’ sihirbazısınız. Bugüne kadar kaç cruise seyahatine çıktınız…
- Çooook. Cruise gemilerinde şu ana dek yaptığımız konaklama 143 gece. Ve hepsi kızımızla birlikte.
Gemi seyahatinin en güzel tarafı?
- Bavullarınızı bir kere açıyorsunuz, ondan sonra diyelim 15 gün her sabah bir limanda gün doğuşuna uyanıp başka bir kent, başka bir ülke görüyorsunuz. Akşamüzeri odanıza gelip duşunuzu alıp şık giyinip kokteyl ve yemeğe katılıyorsunuz. Her şey kaliteli ve nezih.
En çok hangi rotaları tavsiye edersiniz?
- Şili-Peru-Panama kanalı. Çin, Vietnam, Singapur, Tayvan, Tayland. Yeni-Zelanda-Avustralya. İskandinav başkentleri. Tahiti-Bora Bora- Hawaii adaları. Aslında bana sorsanız hepsi. Cruise hayatı bizim için çok keyifli.
Pahalı değil mi?
- Çok seçeneği var. Ucuzu da var, pahalısı da, lüksü de.
Paylaş