Telefon.
“Alo ben Pınar Tuna. Bilfen Okulları’ndan?”
“Nasıl yardımcı olabilirim size?”
“Öğrencilerimiz harçlıklarını biriktirdi. Sizin Yarım Kalan Hayatlar projenize destek olmak istiyorlar.”
Şaşkınlık ve sevinç aynı anda geliyor.
“Müthişmiş!” diyorum, “Peki ne yapmamı istiyorsunuz?”
“Okulumuza gelmeniz yeterli. Öğrencilerimiz sizi tanımak istiyorlar, size sorular soracaklar. Çok heyecanlılar ve topladıkları parayı, sizin uygun bulduğunuz hayatı yarım kalan birinin hesabına yatıracaklar. Fikir tamamen onlara ait. Bizim hiçbir katkımız yok?”
Vay vay vay.
Böyle bir teklife kim hayır diyebilir.
Balıklama atlıyorum.
Ne var ki Bilfen Okulları hakkında çok fazla bilgim yok.
Şu kadarını biliyorum, akademik anlamda çok güçlüler ve SBS’de, Robert Kolej’e, Galatasaray’a, İstanbul Erkek’e ve Alman Lisesi’ne en fazla öğrenci veren okul.
Bir de kafamın arkasında şöyle bir önyargı var: “Oradaki çocuklar, yarış atı gibi yetiştiriliyorlardır?” Gidip göreceğiz.
Okul Çamlıca’da bir tepeye kurulmuş.
İçeri girince dikkatimi ilk çeken, kadın nüfusun fazlalığı. Önce tesadüf zannediyorum, çünkü konuştuğum yöneticilerin neredeyse tamamı kadın.
Değilmiş. Meğer 17 anaokulu, 6 ilköğretim okulu ve 5 lisesi olan Bilfen’in 1700 çalışanının 1300’ü kadınlardan oluşuyormuş.
Düşünün, 965 öğretmenin 840’ı kadın.
Müdür ve müdür yardımcısı koltuğunda oturan 73 yöneticinin 62’si de kadın. Yani yöneticilerin yüzde 85’i. Oysa, Türkiye genelindeki eğitim kurumlarında, yönetici pozisyonunda çalışan kadınların oranı sadece yüzde 9.
“Oley!” diyorum, başka bir şey diyemiyorum. Çünkü ben de şu hayatta kadın enerjisine inanıyorum.
Demek ki, benim gibi eski bir coğrafya öğretmeni olan Özel Bilfen Okulları’nın kurucusu Osman Öztürk de, eğitimden kadınların zekasına güveniyor ve inanıyor.
Bir şey daha dikkatimi çekiyor.
Kadın yöneticilerin, öğretmenlerin hepsi bakımlı. Küt diye soruyorum:
“Ben geldim diye mi hepiniz bu kadar özen gösterdiniz kendinize?”
Gülümsüyorlar, “Yok hayır. Okulumuzda kuaför var, e sabahları güne başlamadan hepimizin saçlarını bir elden geçirir.”
İkinci vay vay vay!
Okul müdürü Nurşen Kayatürk ve 4’üncü sınıflar müdür yardımcısı Aytül Onbaşlı, Bilfen Okulları halkla ilişkiler müdürü Pınar Tuna ve 1-5 sınıflar İngilizce koordinatörü Colette Tunç ile okulu geziyoruz.
Onlar anlatıyor: Önümüzdeki yıl Ankara’da okul açacaklarmış, sonra üniversite açma planları varmış, ardından New York ve Londra’da okul düşünüyorlarmış.
İçimden, “Benimle dalga mı geçiyorlar?” diyorum. Hayır hiç öyle bir hava yok, son derece ciddiler. Geçen seneki mezunlarının 37 tanesi Robert Kolej’e girmeyi başarmış.
Öyle ya da böyle bu okulda okuyan çocuklar, bütün 8’inci sınıfların kâbusu olan SBS’de çok başarılı oluyorlar.
Ben çalıştığı kuruma bu kadar aşık insan görmedim. Okullarından söz ederken ölüp bitiyorlar. Gerçekten verdikleri eğitimin sağlamlığına inanıyorlar. Hissediyorsunuz, görüyorsunuz.
Çok etkileniyorum.
Ama sorumu patlatıyorum tabii?
“Kimsenin başarınızı inkar edecek hali yok ama acaba çocuklara fazla mı yükleniyorsunuz? Bu çocukların başka hayatı yok mu? Her şey fen matematik mi? Peki ya sosyal hayat? O ne olacak? Hem akademik başarı her şey değil ki, akademik olarak başarılı bir sürü insan hayatta nal topluyor, kaybedenler kulübünün üyesi oluyor?”
Gülüyorlar.
“Zannettiğiniz gibi değil” diyorlar, “Onların burada başka hayatları da var. Onlara yarış atı muamelesi yapmıyoruz. Siz de göreceksiniz zaten?”
“İngilizceleri iyi değildir” diyorum, şeytan taşlıyorum.
“Hayır bizde İngilizce de iyidir. Bir sürü yabancı hocamız var” diyorlar.
O arada öğreniyorum, Fenerbahçeli Alex’in kızı da Bilfen’de okuyor?
Bilica’nın ve Baroni’nin çocukları da?
Hem İngilizce hem Türkçe eğitim alıyorlar.
Okulu dolaşırken, “duvarsız eğitim” kavramına çarpıyorum. Ve çarpılıyorum. Öğrenciler okulun her köşesine yerleştirilen projelerle, bilgiyi görsel, işitsel ve interaktif yollarla ediniyorlar.
Kadeş Anlaşması mı anlatılacak, kare kare canlandırılmış şekilde önlerinde duruyor.
Sanki çocuklar çizgi roman okuyorlar, ya da üç boyutlu film seyrediyorlar.
Aynı şekilde “bileşik kaplar kanunu”, benim hayat boyu kafam basmamıştı mesela, böyle öğretselerdi canım feda?.
Onların inancı şu: Her öğrenci tektir ve öğrenme stilleri farklıdır. Bunu anlayabilmek için çocuklara test uyguluyorlar. Nasıl öğreniyor? İşitsel mi, görsel mi, dokunsal mı? Global mi, analitik mi?
Kimi madde madde öğreniyor, kimi önce bütün görmeyi tercih ediyor. Kimi oturmaktan hoşlanıyor, kimi dolaşmayı seviyor. Kimi ses varken çalışamıyor, kimi de ses yokken?
Nurşen Kayatürk’e, Alya’nın da akademik olarak güçlü bir okula gittiğini söylüyorum, “Birinci sınıfta ama İngilizce ve matematikten her hafta test oluyorlar” diyorum.
O da bana açıklıyor: “Aslında ağır eğitim, kötü bir şey değil. Hatta faydalı. Eğitim bilimciler, 3 ile 7 yaş arasında zekanın yüzde 89’unun tamamlandığı söylüyorlar. O yüzden bu yaşlarda çocuğun bilişsel düzeyini arttırabildiğimiz kadar arttırmakta yarar var. Ne kadar girdi olursa o kadar iyi?”
Annelerin babaların, çocuklu ailelerin hayattaki en önemli problemlerinden biri bu okul meselesi. Çocuğu nereye göndereceğiz? Ben de sizden farklı durumda değilim, kafam karışık. Birileri tavsiye etti, Alya’yı Dubai’deki Repton’a gönderdim. Çok da memnun kaldım. Ama ben kimseye, “Çocuğunuzu oraya buraya gönderin” demem, diyemem, Bilfen’e de gönderin demem.
Ben sadece gördüklerimi anlatıyorum.
Bilfen’de neler mi gördüm?
Muazzam laboratuarlar gördüm, her çocuğun bir müzik enstrümanı çaldığı gördüm, bir odada keman, bir odada gitar? Buz pateni pisti gördüm, eskrim dersi gördüm ve daha bir sürü spor? Ve pasta pişiren çocuklar gördüm, müthiş bir mutfak gördüm, şölen sofrası gördüm, sofra adabı öğrensinler diye?
Üçüncü vay vay vay?
Ve sonunda auditorium’a giriyoruz.
550 gencin arasından pop star gibi geçerek yerime oturuyorum.
Perde açılıyor, karşımızda öğrencilerin filarmoni orkestrası duruyor. Geçen sene Sezen Aksu ile sahne almışlar.
Bu sene Ajda Pekkan’la alacaklar?
“Şaka mı bu?” diyorum.
“Sezen Hanım’ın tepkisi de aynı oldu” diyorlar. Sonra perde kapanıyor, benim için benim hakkımda bir film yapmışlar, onu izletiyorlar.
Ve sonra sahneye çıkıyorum.
Koltuğa oturuyorum, karşımda 10 tane canavar genç?
Şahanelerdi? Ama lafın gelişi değil?
Hakikaten şahane?
Nasıl zeki sorular?
Nasıl hazırlanmışlar?
Nasıl derslerini çalışmışlar?
Dördüncü vay, vay, vay!
Beşincisini, Avrupa’nın en büyük fizik laboratuvarı CERN’e kabul gören ilk eğitim gurubu olduklarını öğrendiğimde çekiyorum.
Ve ıslık çalarak evime dönüyorum.