Paylaş
Balbay’ların evi.
ODTÜ ormanlarına bakıyor.
Huzurlu, güzel,
sakin bir ev.
Gülşah Balbay’la daha önce buluşmuştum ama o zaman kocası hapisteki bir kadınla konuşmuştum…
Ama bir de şimdi görün…
Gözlerinden
ışıklar saçıyor.
Karı kocanın birbirlerine ne kadar düşkün oldukları bakışlarından anlaşılıyor.
Bu mutluluk ortamında Mustafa Balbay’la, içeride yaşadıklarını, çıktıktan sonra hissettiklerini, Türkiye’de bugün yaşananlar hakkında neler düşündüğünü, kendisinin nasıl bir siyasetçi olmayı planladığını konuştuk…
Bu röportaj salı günü de devam edecek…
Hep bu anın hayalini kuruyordum. Sizin ve eşinizle evinizde röportaj yapabilmenin… Siz niye 4 yıl 277 gün içeride kaldınız? Neden aldılar sizi?
-Bu sorunun yanıtı, bugün çok daha net ortaya çıkıyor. Belki 17 Aralık yaşanmasaydı, uzun uzun, “Bu davalar öylesine bir kumpas ki, öylesine bir kurgu ki!” diyecektim. Artık gerek kalmadı. İktidarın ve cemaatin yaptığı açıklamalar, bize söz bırakmayacak şekilde, ‘yargı’nın, yeni bir devlet kurma aracı olarak kullanıldığını kanıtladı. Kendilerine engel olabilecek farklı kesimleri susturmak ve kurumları devre dışı bırakmak için yargıyı kullandılar…
Siz, esas olarak neyle suçlandınız: Darbe tezgâhlayıcısı olmakla mı? Muhalif olmakla mı? Cumhuriyet mitinglerini desteklemekle mi? Gazetenizde, ‘Genç subaylar rahatsız’ manşetine yer vermekle mi?
- Neden mi içeri girdim, avukatların da fikir birliği ettiği gibi, amaç Cumhuriyet gazetesini susturmak, İlhan Selçuk’tan sonra gazetenin güçlü bir elemanı olarak gördükleri Balbay’ı devre dışı bırakmaktı…
VAZGEÇMEYECEĞİZ
4.5 yıl içeride kalmanızın sebebi sadece ‘iyi ve etkili bir yazar’ olmanız mı?
-Uğur Mumcu niçin öldürüldüyse, ben de o yüzden tutuklandım! Ahmet Taner Kışlalı niçin öldürüldüyse, ben o yüzden tutuklandım! Gerçi Uğur Mumcu’nun bedenini yok ettiler, ama ruhunu edemediler. Hâlâ yaşıyor. Örneğin dün Kırşehir’e gittim, 21 yaşında genç bir adam geldi, “Adım Uğur” dedi. “Nereden geliyor adın?” dedim. Gözleri dolu dolu, “Uğur Mumcu öldürüldükten bir hafta sonra doğdum!” dedi. Gerçekten de Uğur Mumcu öldükten sonra, yüzlerce, binlerce Uğur Mumcu doğdu. Bize gelince, bedenimizi değil, ruhumuzu öldürmek için içeri attılar! Bedenimiz, ruhumuzun katili olsun istediler.
İçerde insan, hangi duygulardan hangi duygulara savruluyor? Hiç karamsarlığa kapılmıyor mu?
-Kapılmaz olur mu? Kapılıyor! Zaten tek başıma olduğum zamanlarda bakıyordum karşımda biri oturuyor: Mustafa Balbay. “Merhaba arkadaş” diyordum, sonra kendimle yoğun bir muhabbete giriyordum. Bir anlamıyla ‘iç kazı.’ Kendi kendimle konuşuyordum…
İnsan, “Kafayı mı yiyorum?” diye korkmuyor mu?
-Hayır. Çünkü olayları tartıyorsun, değerlendiriyorsun, büyük resmi görüyorsun. Uğur Mumcu 51 yaşında öldürüldü. Ben 33’tüm ve bana çok büyük geliyordu, oysa ne kadar gençmiş! Abdi İpekçi öldürüldüğünde henüz 50 yaşındaydı…
“Bütün bu ödenen bedellere değdi mi?” diye düşünmediniz mi hiç?
-Bu ülkede yaşamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? İstiyoruz! Burası bizim ülkemiz! Vazgeçecek halimiz yok! Bütün samimiyetimle söylüyorum, bana deselerdi ki, “Edirne’de bırakacağız seni! Ülke dışına gidersen serbestsin, dönersen tutuklarız!” kabul etmezdim. Benim içimde hep kendimi ayakta tutma duygusu vardı. Diyordum ki, “Yaşadın Balbay, iyi yaşadın! 23 kitap yazdın. Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiydin. Sevdiğin kadınla evlisin. Çocukların var. Ve Süreyya Berfin’in dediği gibi: ‘Çocuklar insanoğlunun ölüme başkaldırışı!’ Peki bu noktadan dönüş var mı? Var. Kime bağlı? Sana bağlı. Ne zaman çıkacağını biliyor musun? Hayır. Peki nasıl çıkacağını biliyor musun? Evet! Buna karar verecek olan sensin. Dimdik çıkabilirsin buradan ve donanımlı.” Ben de öyle olması için gayret ettim.
“Ya hastalanırsam?” diye endişelenmediniz mi hiç?
-Yok. Şu anda bedenim, içeri girdiğim zamankinden daha sağlıklı. Cezaevine girmeden, ortalama, üç gece rakı sofrasındaydım. İçeri girince dedim ki, “Rakıyı unut!” İnan hiç aramadım. Cezaevinde altı ayda bir, tam kan sayımı ve basit bir check-up yapılıyordu. Girdiğimde dediler ki, “Karaciğerde birinci derecede yağlanma var, hatta ikinci dereceye gelmiş!” Üçüncü yılın sonunda doktor, “İnanamıyorum, bu çok zor bir şey ama karaciğerdeki yağlanma bitmiş!” dedi. İçerideyken sağlığımı korumayı temel görevlerimden biri edindim. Gazetelerin sağlık sayfalarını daha çok okumaya başladım. Kuru soğanın doğal antibiyotik olabileceğini öğrendim. Kendimce haftada iki üç gün kantinden aldığım iki kuru soğanı doğrayıp, üzerine limon sıkıp, zeytinyağıyla ilaç niyetine yedim.
OLAĞANÜSTÜ KADIN
Gerçekten içeride sol elle yazı yazmasını da öğrendiniz mi?
-Evet. Cezaevine girmeden sağ ile yazıyordum. Ama kitap yazarken, bir an geliyor, elin zihninin hızına yetişemiyor, dinlenmek istiyor, o zaman sağı bırakıp, solla devam ediyordum.
Bir taraftan da genç, her şeye yetişmeye çalışan bir eş ve iki çocuk… Ülkenin zorlukları mı sizi daha çok geriyordu, ailenizin yaşadığı zorluklar mı?
-Hepsi iç içeydi. Çocuklarım, toplumun gözü önünde büyüdüler. İnsan böyle bir şeyi arzu etmez ama ben de şunu düşündüm: Böyle bir acı yaşıyorsam niye saklıyorum? Binlerce ailenin de yaşadığı acılar bunlar. Aile hüznünü de mücadele direncini de yaşa. Biri, ötekine teslim olmasın…
Cezaevi, karı-kocayı ne kadar yakınlaştırıyor?
-Biz daha çok bağlandık birbirimize. Gülşah, gerçekten olağanüstü bir kadın. Güçlü olduğunu biliyordum ama bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Yokluğumda çocuklara baba sevgisi de verdi. Sonradan fark ettim, Deniz’in kimi oyuncaklarını ben göndermişim, Gülşah hep öyle söylemiş.
Peki çocuklardan uzak kalmak nasıl bir bedel? Bu süre zarfında sizden neyi çalmış oldular?
-Ben, çocuklarımla büyümek istiyordum, bunu engellediler. Yağmur’la biraz olsun yapabilmiştim. Yağmur mesela 10’a kadar saymasını öğrenmişti. Diyordu ki bana, “Baba, ben seni 10’a kadar seviyorum!” Çünkü onun için en büyük rakam 10’du. 100’e kadar saymasını öğrendi, “Ben seni 100’e kadar seviyorum!” dedi. Onun yalın soruları ve yorumlarıyla ben de büyüyordum. Aynısını Deniz’le de yapabilmek isterdim. Olmadı.
Siz tutuklandığınızda oğlunuz Deniz, 8.5 aylıktı. Çıktığınızda 5 yaşındaydı. Birdenbire karşınızda hazır bir çocuk buldunuz. Nasıl oldu Deniz’le iletişiminiz?
-Alışveriş merkezine gittik geçenlerde, “Baba, tuvalete gidelim” dedi. Önce anlamadım. Sonra çaktım durumu. Annesi onu hep kadınlar tuvaletine götürmüş. Erkek tuvaletine gidebilmek bile mühim mesele onun için. Şu
anda da her yere benimle gelmek istiyor. Mümkün olsa hiç ayrılmayacak. Ve hep ya yine kaybolursam diye korkuyor.
Nasıl telafi etmeye çalışıyorsunuz? Nasıl bir yol buldunuz?
-Tümüyle telafi edeceğiz
dersek yalan olur. Bir şeyler hep kalacak. Geçmişi telafi etmenin yolu yok, bundan sonrasını oturtmaya çalışıyoruz.
HUKUKSUZLUK
En ağır ne geldi size?
-Tutukluluk sürecinin çok uzayabileceğini hissedince, Yağmur’un iyi eğitim alamayacağını düşünmek. Maddi durumumuz kötüleşecek ve bir sürü problem yaşayacaktık. Küçüğün daha zamanı vardı ama kızım için üzüldüm. En ağır gelen duygu buydu. Ötesini göğüslerim diye düşündüm.
En iyi siz bilirsiniz içerdekilerin ruh halini. Siz dışarıdasınız diye suçluluk duyuyor musunuz?
-Suçluluk değil içimdeki. Onları unutursam ve onlar için bir şey yapmazsam, kendimi suçlu hissederim. Ben çıktığım gün onlar için de mücadele edeceğime yemin ettim. Ediyorum da. Cemil Çiçek’ten randevu istedim, baş başa konuştuk. Düşüncelerimi makul buldu.
Niye diğer milletvekilleri tutuklu, siz değilsiniz?
-Şimdi galiba o iş çözülüyor. Mantıklı bir sebebi yok. Biri Diyarbakır mahkemesi, diğeri Ankara mahkemesi. O mahkeme bu kararı verdi. Oysa hukukun, net olması gerekiyor. Böylesine kabul edilemez bir hukuksuzluk var.
Kişiliğin güçlü olmazsa un ufak mı olursun içeride?
-Evet. Çünkü çürümekle, çelikleşmek arasında ortada çok fazla yer yok cezaevinde. İkisinden birine doğru gidiyorsun. Ama ben bütün arkadaşlarımın çıkacağına inanıyorum. Bu davaların kabul edilemezliğini iktidar da kabul ediyor...
Cephanelikler hazır!
Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Hüseyin Gülerce ürkütücü şeyler yazmış, “Giderek Türkiye daha fena karışacak” diye…
-O tür senaryoları biraz ‘gülerce’ izliyorum! Yeni bir umut yaratmaktan yanayım. Burası Türkiye, bu topraklarda çılgın Türkler, yılgın Türklerden fazladır! İçeride Türkler üzerine okuduğum bir kitapta şöyle bir tespit vardı, hoşuma gitmişti: “Yeryüzünde tam keşfedilmemiş iki şey var. Biri kutuplar, biri Türkler…” Ben hâlâ umutluyum.
İkinci dalga operasyonun Bilal Erdoğan’a uzanacağı söyleniyordu, birden Türkiye karıştı. Siz ne diyorsunuz bu konuda?
-Sosyal medyada bu konuyla ilgili bana ilginç gelen başlıklardan biri, ‘Bir Bilal uğruna Yarab..!’tı. Bizim İlhan Taşçı üç-dört yıl önce bir kitap yazdı, başlığı, ‘Babam Sağolsun’du. Bunlar sır değildi yani. Ama şimdi sorun haline getirilme kararı alınmış görünüyor. Bu da bana samimi gelmiyor. Bunlar, ‘cepte’ duruyordu…
VAHŞİ BİR ŞEY
O zaman başka şeyler de cepte duruyor…
-Elbette. Ergenekon’da çok tartışılan konulardan biri biliyorsunuz gizli tanıklardı. Bizim güçlü duyumumuz o ki, emniyet arşivleri, hükümet ve cemaatin aleyhinde kullanılabilecek pek çok gizli tanık ifadeleriyle dolu. Cephanelikler hazır! Biz bunu iki yıl önce duyduk. Çünkü bizim gizli tanıklar çok tartışılmaya başlanınca dediler ki, “Bunlar da bir şey mi! Arada bir silah niyetine çekecekler işte. O gizli tanık şunu söyledi, bu gizli tanık bunu söyledi…” Bence bu çok vahşi bir şey. Gizli tanık öyle bir şey ki, her şeyi söyleme hakkını buluyor kendinde. Yalancı tanıklığın meşrulaştırılmış hali…
Peki sizce ortada bir yolsuzluk yok mu?
-En azından kural dışı bir şey var. O 4.5 milyon doların açıklanması gerekir. Bize ne dediler? “Bu haberi niye yaptın?” “Haberdi. Haber olduğu için yaptım.” Onlar da desinler ki, “4.5 milyon doları şuradan aldık.” Kaynağını göstersinler. O işte bir türlü açıklanamıyor, başka türlü izah ediliyor. Gerçekten “İmam hatip yapacaktık” diyorlarsa bu, halkın zekâsına hakaret!
Orduya ne çanak tutulsun ne kafa
Ordunun durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Ankara temsilciliği yaptığım için, siyasetçileri de, yargıyı da, orduyu da tanıyorum. Ama bu yanlış anlaşıldı. Sadece askerlerle yaptığım görüşmeleri ve sadece belli bölümlerini çekerek, manipüle ederek, toplumun da yanlış algılamasına neden oldular. Ama şu da bir gerçek ki, o zamanlar yurtdışından biri geldiği zaman, görüşmek istediği ilk kişi Genelkurmay Başkanı olurdu. Bu sadece bizim algımız değildi yani, dünya da böyle bakıyordu. Türkiye’de söz hakları vardı. Benim düşüncem şu: Türkiye’de ordu üzerinden iki tür siyaset yapıldı. Biri çanak tutarak, diğeri kafa tutarak. Artık, orduyu daha fazla yıpratmadan ama ordu üzerinden siyaset yapılmasını da elimine ederek, ne çanak tutulsun ne kafa... Ordu gerçekten olduğu yerde tutulsun. Ülkenin güvenliğinden sorumlu olduğu yerde!
Komple komplo!
Her Allah’ın günü, yeni bir olaya uyanıyoruz. Sizce, kim kime kumpas kuruyor?
- İslami siyaset, iki ana çizgide gelişti. Biri “Devlet kurumlarında var olalım, iktidara geliriz”, diğeri “Sandıkta kazanalım, iktidara geliriz” dedi. Karşılıklı iktidara geldiler. Önce iktidarı paylaştılar, şimdi iktidarı paylıyorlar!
Sebebi ne?
-Biri, ötekinden üstte olmak zorunda. Cumhurbaşkanı’nı kim belirleyecek? İktidarın parti kanadı mı, cemaat kanadı mı? Kendilerini o güçte de hissediyorlar. Benim dediğim olsun istiyorlar. İki kanattan gelip, iktidarı ele geçirmenin getirdiği bir paylaşım kavgası var. Türkiye de dünya da bunu gördü…
GÜÇ İNSANI KÖRELTİR
Sizce iyi mi oldu yani?
-Bizim ülkemizde sobanın sıcak olduğu, sobaya dokunup avucunun içi yanmadan anlaşılmıyor!
Sizin 4.5 sene içeri yatmanızda, paralel devletin payı ne kadar?
-Çok kadar!
Madem komploydu, siz dört buçuk yıl içeride yatarken neden iktidar sesini çıkarmadı?
-Komplo ötesi, komple bir durum var ortada… Komple komplo! Öyle bir kule ördüler ki, artık bu kulenin üstüne bir şey daha koyacak durumda değiller. Hani örersiniz, örersiniz, öyle bir noktaya gelir ki, bir tane daha koyduğunuzda bütün kule çöker. İşte öyle. Ve bu yapının evrilemediğini de gördü cemaat. Başbakan’ın demokrasiye doğru evrilemediğini... Güç, bazen insanı köreltir. Bazen de onun içinde eriyip, adım adım yapılanırsınız. Mesela Demirel’in başbakanlığıyla, cumhurbaşkanlığı dönemleri farklıdır. Erdoğan için böyle bir şeyin söz konusu olamayacağı anlaşıldı. Evrilemedi Erdoğan, neyse o olarak kaldı. Küresel aktörler de Türkiye’nin, Türkiye’ye bırakılmayacak kadar önemli bir ülke olduğunu düşünüyorlar. Ben Türkiye’nin son 20 yılı kaybettiğine inanıyorum. Ve özetle diyorum ki, doğumuzda ülkeler birbirine selam vere vere Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girdiler, batımızdaki ülkeler bize selam vere vere AB’ye girdiler. Bizse sadece birbirimize girdik!
“Ergenekon ve Balyoz’da Türk ordusuna kumpas kuruldu” laflarından sonra yeniden yargılama olabilir mi?
-“Yeniden yargılama demek, bu aşamada, kokmuş aşın tabağını değiştirelim” demek gibi bir şey. Sonuç vermez. Mevcut mahkemelerle yeniden yargılamanın bir anlamı olmaz ki. Bence önce yeniden yargı, sonra yeniden yargılama...
Sizin dediğiniz şartlarda yeniden yargılama yapılırsa, hükümetle aynı çizgide buluşmanız mümkün mü?
-Durmuş bir saat bile, günde iki defa doğruyu gösterir! Hükümetin şu andaki durumu biraz buna benziyor. Ben hükümetle aynı çizgide değilim, yeni bir Türkiye kurulmasından yanayım...
Hükümetin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? İkiyüzlülük olarak mı?
-‘İki’ çok az kaldı!
Ak Parti yüzünden
Egemen Bağış, “Balbay serbest kaldıysa AK Parti sayesindedir” dedi, sizce doğru mu?
-Balbay, 4 yıl 9 ay içeride kaldıysa AK Parti sayesindedir!
Yeniden yargılama lafları, içeridekilerin ruh haline nasıl yansımıştır? “Artık haklılığımız ortaya çıkacak” diye sevinmişler midir?
-Kesinlikle! Yarı özgürlük gibidir bu tür haberler. Üstelik bu kez olan, öncekilerden farklı. Umut veren bir durum. Çünkü iktidarda farklı bir bakış var. Genelkurmay’ın bir açıklama yaparak mahkemeye başvurması da ilginç. Genelkurmay, sonraki üç dört adımı görmeden bu ilk adımı atmaz diye düşünüyorum.
Hükümetin ‘paralel devlet’ suçlamalarının yolsuzluğu örtbas etmek için olduğunu söyleyenler de var. Sizce doğru olabilir mi?
-Olabilir. Sayıştay’ı ortadan kaldırdılar. Yani denetim mekanizmalarını. Her şeyi müsait hale getirdiler. Anadolu’da kullanılan güzel bir laf vardır: “Kontrol, itimada mani değildir.” Yani “Sana çok güveniyorum ama yaptığını bir kontrol edeceğim…” Burada artık böyle bir şey yok.
Gülşah Balbay
Bu benim ikinci düğünüm
Anayasa Mahkemesi’nin kararını duyduğunuzda neler hissettiniz? “Acaba çıkar mı?” diye kalbiniz pır pır etti mi?
-Çıkacağına sonuna kadar inanıyordum ama Anayasa Mahkemesi’nin kararı benim için büyük sürpriz oldu. Önce “Yoksa bu da mı bir oyun? Bizi yine hüsrana mı uğratacaklar?” diye düşündüm. Ama sonra gerçekleşeceği kesinleşince, inanılmaz sevindim…
Nasıl tarif edilir o mutluluk?
-Edilemez! Kâbus sona eriyor diye sevindik. Artık huzura eriyoruz diye. Sokaktaki diğer normal insanlar gibi bir hayatımız olacak diye...
Nasıl geçti o 4.5 yıl? Hızlı mı?
-Hayır, tam tersine. Çok acı… Çok zor… Hüzünlerle, sıkıntılarla …
“Keşke hiç siyasete bulaşmasaydı” dediğiniz oldu mu?
-Oldu. Ama bizi şartlar ve yaşadıklarımız siyasete yönlendirdi. Artık siyasetten ayrı bir hayatımız olamaz. Kendi kararımızla o denize atladık. İçimizde, iliklerimize kadar yaşadığımız faşizme, haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı “Biz de bir şey yapmalıyız” duygusu vardı…
‘BAL’ GİBİ ADAM
Bu sürede, siz ne kadar büyüdünüz?
-Güller bile, budana budana büyür. Yeşerir. Canlanır. Ben de kendimi öyle hissettim. Budana budana hayata tutundum, güçlendim.
“Mustafa” diye mi hitap ediyorsunuz, herkes gibi “Balbay” diye mi?
-Evde Mustafa. Ama sosyal ortamlarda “Balbay” diyorum. ‘Bal’ gibi bir insan olduğu için yakışıyor ona.
Eşiniz, özgürlüğüne kavuşunca yaşadığınız her şeyi onunla paylaştınız mı?
-Hayır. Önce bir kendine gelsin istedim. Çıkar çıkmaz, “Şöyle oldu, böyle oldu” demedim. Beş yıl boyunca zaten o bizden daha fazla çile çekti. Bir anda geçmişe dönüp, art arda yaşananları sıralamak istemedim. Ama zaman zaman baş başa kaldığımızda, geçmiş aklımıza geliyor. Acıyı bal eğleyerek yaptığımız sohbetler oluyor. Bana çok söylediler, “Gülşah Hanım, çok şey yaşadınız, Balbay çıkar çıkmaz anlatın, hem ona hem medyaya!” Yok, ben bile hazır değilim. İstemiyorum. Galiba geçmişi unutmak istiyorum.
Siz kiminle dertleşiyordunuz?
-Ailemle paylaştım. Dostlarım, arkadaşlarım vardı. Onların sayesinde diri durdum, ayakta kaldım.
Daha mı çok seviyorsunuz eşinizi şimdi?
-Balbay’ı hep çok sevdim. Onun yeri doldurulmaz. Gözümü onunla açtım, onunla kapatacağım.
Onu kocanız gibi değil de siyasete ait biri gibi mi görüyorsunuz?
-Hayır.
Ama ona karşı müthiş bir sevgi seli var, siz bunu anlayışla karşılayabiliyor musunuz?
-Bunu ilk duruşmaya gittiğimde gördüm. O zaman dedim ki, “Artık Balbay halka mal oldu.” Önce kabullenemedim. Çünkü aramızda 10 metre mesafe var. Bana sesleniyor, ben ona el sallıyorum, fakat belli bir süre bakıyorum ki arkadan, “Balbay, yazacaksın, çıkacaksın!” diye sloganlar atılıyor, o zaman ben geri çekildim. Ve kabullendim. Kendi kendime “Senin artık onunla özel bir şey paylaşman her zaman mümkün olamayacak” dedim. Başta zannediyorsunuz ki, o güneş sadece sizin için parlıyor. Ama bakıyorsun ki hayır o güneş başka yerlere de ışık saçıyor…
4.5 yıl ayrı kaldınız, şimdi yine oraya, buraya gidiyor… “Keşke bizimle daha fazla beraber olsa” demiyor musunuz?
- Çok dedim ama artık alıştım. Çocuklarımı da hazırladım.
İnsan arabaya atlayıp, yıllardır görmediği kocasıyla serserilik yapmak istemez mi?
-Öyle olmuyor maalesef. Çünkü çok seveni var. Bizi, o süreçte yalnız bırakmayan insanları bir anda terk etmek de mümkün değil. “Hadi eyvallah, biz hayatımızı yaşamak istiyoruz!” deme gibi bir lüksümüz olamıyor. Ama biz arada kendimize özel zaman yaratıyoruz. Şu evde bile bir arada olmamız yetiyor, ille bir yerlere gitmemiz şart değil.
Çocuklar ne kadar mutlu?
-Uçuyorlar! Ben elimden geldiğince onları özgüvenli yetiştirmek istedim. Babaları cezaevindeydi girdikleri ortamlarda eziklik hissetmesinler diye... Onlara hep babalarını anlattım, “Sizin babanız yanlış bir şey yapmadı, mesleğinin gereğini yaptı. Aslında o düşünen, üreten, memleket nasıl yönetilmeli diye kafa yoran bir insan, onunla gurur duymalısınız” dedim. Ama çıktıktan sonra farkına vardım ki, babanın yokluğunu hiçbir şekilde dolduramamışım. Çünkü baba geldiği an gözleri, bakışları değişti. Yürüyüşleri değişti. Ne yaparsan yap, baba yokluğu doldurulamıyor…
GELİN GİBİ HAZIRLANDIM
Yağmur, ergenliğe girdi değil mi?
-Evet. 12 yaşında ama ruhen 15-16 yaş gibi. Ergenlik zorlu bir dönemmiş. Şu an ayrı bir dünyada. Babanın gelmiş olması onu çok mutlu etti ve rahatladı. Okula girişi bile değişti. Deniz’e gelince, şimdi anlıyorum ki, baba eksikliğini en çok o hissetmiş…
Deniz’e nasıl açıklıyordunuz durumu?
-“Baban görevde” diyordum. “Oradaki işi bittiği zaman Ankara’ya tayin olacak!” Meğer o da durumu biliyormuş, bana belli etmiyormuş. Şimdi babayı bırakmıyor. Yalnız bırakırsa yeniden kaybolacakmış gibi, her yere onunla gitmek istiyor. Geceleri uyanıp, “Baba evde değil mi? Gitmeyecek bir yere değil mi?” diye soruyor.
Balbay’ın döndüktan sonra yadırgadığı bir şey oldu mu evde?
-Evi döndüğünde aynı bulabilsin diye, gittiği zamandaki gibi muhafaza ettim. Hiçbir şeye dokunmadım. Boya badana bile yapmadım. İçimden de gelmedi. Geldiğinde, bizim de onunkinden çok farklı bir hayatımızın olmadığını görsün diye.
“Geldiğinde beni şöyle görsün, üzerimde şunlar olsun” diye planlıyor mu insan?
-Çıkış gününde, bütün kadınların yapacağı hazırlıkları yaptım. Hatta bir gelin gibi hazırlandım. Davullarla zurnalarla, evin içine girerken de dedim ki, “Bu benim ikinci düğünüm!” Öyle büyük bir mutluluk yaşadım. Darısı diğerlerinin başına. Bir yandan mutluluğumu yaşarken, bir yandan da diğerlerinin acısını, üzüntüsünü paylaşıyorum. Çok şükür. Büyük bir şey atlattık. Geride kaldı.
Paylaş